Başbakan için Batı dersleri

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, "Batı’nın ilmini, sanatını almadık, maalesef değerlerimize ters düşen ahlaksızlıklarını aldık. Biz Batı’nın ilmini, sanatını almak için bir yarışa girmeliyiz" demiş.

Eğer Başbakan, her aklına geleni söylemek gibi bir saplantıya sahip olmasaydı...

Ya da...

"Kıymetli" danışmanları, görevlerini tam olarak yapsalardı...

Başbakan, Türk sağının en demode, en aşılmış tezini, Türk fikir hayatının sofrasına, bu kadar pervasız bir şekilde sürmezdi.

Başbakan’ın her aklına geleni söylemesini engellemek benim elimden gelmez.

Ancak...

Danışmanların yapmadıkları görevi üstlenebilirim. Hem de hiçbir ücret talep etmeden.

İşte Başbakan için derlediğim ve "Batı Meselesine Giriş" olarak da okunabilecek "Batı dersleri".

* * *

DERS BİR
Batı’nın ilmini, sanatını almak, buna karşılık ahlakını almamak ne yazık ki olanaksızdır. Ahmet Ağaoğlu’nun yüz yıl önce dediği gibi "medeniyette vahdet" diye bir şey vardır. Yani bu iş "şunu alalım, bunu almayalım" şeklinde bir "market alışverişi"ne benzemez. Alacaksan toptan alacaksın, almayacaksan toptan almayacaksın.

DERS İKİ Sizin "Batı, Batı" dediğinizin adı, 19. yüzyıldan beri modernliktir. Yani Batı kültürü, Avustralya’nın yerel kültürü gibi değildir. "Evrensellik" iddiasındadır. Kendi ahlakını üstün görür ve yeryüzünün bu ahlak anlayışına erişmesi için canla başla savaşır.

DERS ÜÇ Modernlik, oturmaktan kalkmaya, kadın-erkek ilişkilerinden adabı muaşerete kadar her şeyi belirleyen bir kültür üretir. Dahası demokrasi gibi, insan hakları gibi bireyin tercihlerinin önemli olduğu değerleri dayatır. Mesela, Batı demokrasilerinde, "Ben eşcinselim ve eşcinsel evliliği yapmak istiyorum" diyen vatandaş için bir çözüm aranır. Ya da "evlilik dışı doğan çocukların hukuki hakları için düzenleme" yapılır. "Yuh! Ahlaksızlar! Gidin işinize" falan diyen mahallenin namus bekçilerinin, bu kültür içinde yeri yoktur.

DERS DÖRT Diyebilirsiniz ki, "Bunlar bize uymaz birader! Delikanlıyı bozar." Tamam, kabul... O zaman Avrupa Birliği rüyasından derhal vazgeçmek durumundasınız. Çünkü sizin "ahlaksızlık" olarak gördüğünüz her şey, Avrupa Birliği müktesebatının olmazsa olmaz koşulları arasındadır.

DERS BEŞ Hadi diyelim ki bir türlü ikna olmuyorsunuz ve ısrarla rezervlerinizi ortaya koyuyorsunuz... O zaman bir alternatif arayışına girmek durumundasınız. Mesela, İran gibi yapabilirsin. Ama unutmayın: Bu durumda AB’den köşe bucak kaçmak farz-ı vaciptir.

DERS ALTI Diyebilirsin ki, "Ne yani? Batı dışı modernite diye bir şey yok mu? Hani Nilüfer Göle Hoca’nın söz ettiği türden..." Doğrudur, Nilüfer Hoca, "Batı dışı modernite" demiştir. Ama sen Batı dışı modernite arayışında ya da iddiasında değilsin ki? AB’ye girmek istiyorsun yahu! Yani Batı modernitesinin tam göbeğine!

Hıncal ile şürekası İzzet’in mekánında

HINCAL Uluç ve avenesi, Nişantaşı City’s adlı alışveriş merkezine gitmişler...

Merkezin içinde dolaşırken kendilerini birden "İzzet’in dükkánı"nın önünde bulmuşlar.

İzzet de kim mi? Kim olacak canım... İzzet Çapa kardeşimiz. Yani açtığı her mekánı popüler kılan büyücü. Gece áleminin dáhi çocuğu. Konsept fırlaması. Deniz bacının kankası.

Neyse... Hıncal Uluç ve şürekası, İzzet’in dükkánının önünden geçerken, birden karşılarına bizim İzzet çıkmasın mı?

"Gel" demiş Hıncal’a, "Hesap ödemek yok".

İzzet, Hıncal Uluç’a "Gel" demiş ama "Şüreka" da otomatikman davetli olmuş.

Böylece "Şüreka" ve Hıncal Uluç, dalmışlar dükkána.

İçerisi tıklım tıklımmış.

Ama İzzet, hemen bir masa ayarlamış.

Yemişler, yemişler, yemişler... Bir yemek gelmiş, bir yemek gitmiş...

Her gelen yemek için Hıncal Uluç’un meşhur beğenme inleyişi, yani "Breh! Breh! Breh" ortaya konmuş özenle.

Bu tıkınma faslı, saat 21.00’de başlamış, 23.30’a kadar sürmüş.

Hesap? Ödenmemiş tabii.

Bu hesap ödememe meselesine kafayı takacak dar görüşlü, dürüstlük kumkuması, hımhım, Necati Doğru tabiatındaki adamlara yönelik meydan okumasını da ihmal etmemiş Hıncal Uluç:

"Ulan ben iki tabak yemeğe kalemini satacak adam mıyım?"

Yani demek istiyor ki:

"Yerim, içerim, hesap ödemem... Ama bu, İzzet’e kıyak yapacağım anlamına gelmez."

Bu durumda bize, "Acaba Hıncal Uluç gibi müşkülpesent biri, İzzet’in mekánında yediği yemeklerde neden bir tanecik bile noksan bulamadı? Bir tuz eksikliği, bir az pişmişlik, bir tuhaf tat... Onca yemekte çıkmaz mı?" diye merak etmek düşüyor.

Çünkü üstat, her yemeğe "Breh! Breh! Breh!" çekmiş!

Neyse... İşin bu kısmı pek mühim değil zaten.

Nişantaşı City’s adlı alışveriş merkezine giden Hıncal Uluç’un görmediği başka şeyler de var.

Bu alışveriş merkezi, 6 katlı otoparkıyla zaten kábusa dönüşen Nişantaşı trafiğini hepten karabasan haline getirdi.

Otopark geniş ama o otoparka nasıl ulaşılacak?

İşte bu belli değil.

Gariban taksicilerin ya da kamyoncuların araç plakalarını yazıp teşhir etmek suretiyle kadim trafik sorunumuza yıllardır iyi niyetle bir çözüm arayan Hıncal Uluç’un, bu merteği görmemesine ne demeli?

İnsan ister istemez, "Tamam birader, iki kap yemeğe kalemini satacak adam değilsin, anladık... Ama kör olmayıp şu merteği de görsen bari" diye feryat ediyor.
Yazarın Tüm Yazıları