Eline bir kitap alırsın ve birdenkalabalıklaşıverir etrafın.
İşte şimdi yine buradayım.
Kitap kokan bu tavan arasında.
Çocukluğumun kitapları arasında.
Aralarından bir tanesiniçektim.
Küçük tahta merdivenden tavan arasına çıktım.
Ancak çatının sivrilerek yükseldiği orta kısmında ayakta durulabilen bu epeyce dar "sığınak" günün sıcaklığını emerek ısınmıştı, Çamlıca taraflarından esen kuzey rüzgarlarını alan küçük pencereyi açtım.
Duvar kenarlarına yerleştirilmiş raflardaki kitaplara bakabilmek için ya diz çökmek ya da yere uzanmak gerekiyordu.
Sıcak tahtalara uzandım, başımı, yere dayadığım dirseğime koydum, kitapları seyretmeye başladım.
Eski kitaplar.
Çoğunu sahaflardan aldığım, başka ellerden, başka zihinlerden, oralarda izler bırakarak geçtikten sonra bana gelmiş kitaplar.
Hepsinin bir yazılış macerası olduğu gibi bir de okunuş macerası var.
Onları yazanların yazarkenki ruh hallerini merak ettiğim gibi okuyanların da hangi şartlarda, hangi duygularla okuduklarını merak ederim.
Ruhlarında nasıl izler bıraktığını...
Okudukları, akıllarına yer etmiş cümleleri ne zaman, nasıl hatırladıklarını, hangi konuşmalarda, fikirlerini, duygularını daha açık ifade edebilmek için o satırları tekrar ettiklerini...
Tek bir kitabın içinde bile yazanıyla, yazılanıyla, okuyanıyla ne çok insan, ne çok macera gizli.
Sararmış kağıt kokuyor.
Bir zaman sonra insanların hayatından kağıdın çıkacağını bilmek, itiraf etmeliyim ki, içimi acıtıyor.
Kağıdı seviyorum çünkü.
Hışırtısını, kokusunu, dokunuşunu, o sayfaları çevirmeyi, bir kitabı elimde taşımayı, okuduğum bir satır hakkında düşünmek için bazen kitabı açık bir şekilde yanıma koyup ona bakmayı.
Öyle uzun zamanlar geçirdim ki onlarla.
"Saf ve temiz" bir ilişkiydi bizimki.
Çocukken onlardan bir şeyler öğrenmek için okumadım, sadece sevdiğim, zevk aldığım, defalarca defalarca başka hayatların içine girip onları yaşamaktan heyecanlandığım için okudum.
Zaten beni okullardan bunun için attılar.
Bana bir şeyler "öğreten" kitaplara ısınamadığım için.
İyi bir kitap, benim için, bana hayatı unutturup yeni bir hayat yaratan kitaptı.
O kadar çok heyecan, o kadar çok hayat, o kadar çok macera yaşadım ki... Korsan oldum, asker oldum, casus oldum, kumarbaz oldum, gemici oldum, kont oldum, mahkum oldum, sürgün oldum, kaçak oldum, işçi oldum, bilgin oldum, seyyah oldum... Dünyada gezmediğim yer, görmediğim memleket kalmadı.
Hiç öğrenmeye çalışmadan, sadece zevk alarak öğrendim.
Teşvikiye’deki evin arka tarafındaki loş odada yatağıma uzanır, ayaklarımı kalorifere dayar, maceraların arasında kaybolur giderdim.
Eline bir kitap alırsın ve birden kalabalıklaşıverir etrafın.
İşte şimdi yine buradayım.
Kitap kokan bu tavan arasında.
Çocukluğumun kitapları arasında.
Aralarından bir tanesini çektim.
Andre Gide’in Denemeler’i, 1955 yılında basılmış, Suut Kemal Yetkin çevirmiş.
Bir denemesinde Oscar Wilde’la nasıl tanıştığını anlatıyor.
Oradakilerin çoğunu hatırlıyorum.
Ama on iki yaşlarındayken okuduğum bu denemede gözümden kaçan bir paragraf buldum.
Tanıştıkları ilk gece diğer iki arkadaşlarıyla birlikte yemek yemişler, Wilde her zaman olduğu gibi bütün yemek boyunca konuşup, hemen orada aklından yazdığı masalları anlatmış.
Yemekten sonra lokantadan çıkıp yürürlerken bir ara Gide’i durdurup yüzüne bakmış:
- Dudaklarınızı beğenmiyorum, demiş, ömründe bir defa olsun yalan söylememiş insanın dudakları gibi düz. Dudaklarınızın eski bir Yunan maskesindeki dudaklar gibi güzel ve kıvrık olması için size yalan söylemeyi öğreteceğim.
Wilde, bunu Gide’e söylüyor, bir romancıya, mesleği, gerçeklerden bile daha çok gerçeğe benzeyen yalanlar uydurmak olan birine.
Onun kendini beğenmiş küstahlığına uygun bir cümle...
Öylesine büyük bir zekası vardı, o kadar güzel anlatıyordu, insanların inançlarını altüst etmekten öylesine büyük bir zevk alıyordu ki beyninin ışıklı ejderhasından etkilenmemesi, saçtığı ışıklar içinde soluklaşan çevresindekileri küçümsememesi, küstahlaşmaması neredeyse imkansızdı.
Karşılaştığı insanlarda hayranlık ve nefret uyandırıyordu, bazen ikisini de aynı anda.
Hiçbir sözcük, hiçbir kavram, hiçbir tabu onu korkutmuyordu, zekası insanların yarattığı sınırların içine sığamayacak kadar coşkulu ve genişti.
"Size yalan söylemeyi öğreteceğim."
Yalan söylemek öğretilebilir mi?
Dürüstlüğün öğretilebileceğini sanıyorum ama yalanın değil.
Biz, hepimiz, yalanı bilerek doğuyoruz bence.
Hemen hemen hepimiz yalan söylüyoruz, en dürüstlerimiz bile, bazen iyi nedenlerle bazen kötü nedenlerle ama daima gerçeği değiştirip, onu "olması gereken" kılığa sokuyoruz.
Çünkü gerçekler "olması gerektiği" gibi değil her zaman.
Başkalarını bırakın, kendimize bile yalan söylediğimiz olmuyor mu?
Kaçımız, gerçeği bütünüyle görüp kabul edebiliyor?
Bir gün dürüst yanımız ayaklansa, ruhumuzu zaptetse ve kendimize söylediğimiz bütün yalanları tek tek yüzümüze vursa...
Ne hissederdik?
Şaşkınlık, kırgınlık, korku, telaş...
Hangimiz bütün duygularımızı açıkça kendimize söylüyoruz?
Hemen hemen hiçbirimiz...
Çünkü gerçeklerin bizim için "gerçek" olabilmesi için onları önce kendimize itiraf etmemiz gerekiyor ve itiraf ettiğimizde bütün gerçeklerin, görüntülerin hatta hayatımızın değişeceğini bilerek itiraf etmek kolay değil.
Birçok yalanı gerçek gibi yaşıyoruz o yüzden.
Yalan, bizim gerçeğimizin bir parçası.
Bu tavan arasında içi yalanlarla dolu kitapların ortasındayım.
Onların yalanları, dışarıdaki gerçeklerden çok daha hoş, çok daha sevimli geliyor bana.
İşin tuhafı şu ki, hayata dair birçok gerçeği ben o yalanlardan öğrendim.
Hatta belki de bu sayede, yalanların arasında bulduğum ipuçlarından gerçeklere ulaşmanın yolunu keşfettim.
Gördüklerimle eğlenmeyi de...
Gide’in Wilde’la ilgili anlattıklarında da bazı yalanlar olabileceğinden kuşkulanıyorum doğrusu.
Andre Gide, kendi eşcinselliğini dönemin şartları gereği saklayarak yaşamaya çalışırken Wilde o tuhaf cesaretiyle bunu çok daha açık yaşayabiliyordu, Fransız yazarın İngiliz yazara duyduğu o büyük ilginin bununla da bir bağlantısı olabileceği geliyor aklıma.
Edebiyatın hamuruna karışmış dedikoduya da biraz değmek istersek eğer, aralarında neler olup bittiğini de merak ettiğimi söyleyebilirim.
Wilde, şaşırtıcı şeyler anlatıyordu Gide’e.
"Heredia’nın evindeydik, beni davetlilerle dolu salonun ortasında bir kenara çekmişti.
- Bir sır... Ama bunu kimseye söylemeyeceğinize söz veriniz... Biliyor musunuz İsa neden annesini sevmezdi?
Bunu alçak sesle, söylemekten utanç duyuyormuş gibi kulağıma fısıldamıştı.
Kısa bir duraklamadan sonra kolumu yakalıyor, geriye çekiyor, sonra kahkahalarla gülerek birden:
- Bakireydi de ondan, diyor."
Jose- Maria Heredia’nın evinde konuşan Oscar Wilde ve Andre Gide...
Acaba o günlerde edebiyat tarihine geçeceklerini biliyorlar mıydı?
Gide, politik inançlarından kuşkuya düşerek, bunları açıklayarak ve ağır suçlamalarla aşağılanarak acı çekti.
Bir keresinde bir eleştirmen Wilde için "düşüncelerini daha iyi gizlemek için güzel hikayeler uydurduğunu" yazmış.
Wilde gazetedeki makaleyi okuması için Gide’e uzatıp,
- Bu adamlar sanıyorlar ki, demiş, bütün düşünceler çıplak doğar... Benim ancak hikaye ile düşünebileceğimi bir türlü anlamıyorlar... Heykelci düşüncesini mermere geçirmeyi aramaz, doğrudan doğruya mermerle düşünür.
Zekanın gümüş kalkanları arkasında dokunulmaz görünen Wilde bile bazen yaralanabiliyordu.
Bir seferinde ruhla beden arasındaki ilişkiyi unutulmaz bir biçimde anlatır Gide’e.
" Ruh, bedende ihtiyar olarak doğar... Beden, ruhu gençleştirmek için ihtiyarlar."
Yıllar sonra Cezayir’de yeniden karşılaşmışlar.
İngiltere’de bir davanın ve büyük bir ihtimalle bir mahkumiyetin Wilde’ı beklediğini herkes biliyormuş.
Gide de ona ülkesine dönmemesini söylemiş.
- Londra’ya dönerseniz ne olacak? Nasıl bir tehlikeye atıldığınızı biliyor musunuz?
- İnsan, kendini bekleyen tehlikeyi hiç bilmemelidir... Ne tuhaftır şu benim dostlarım bana tedbir tavsiye ediyorlar... Tedbir. Ben tedbirli olabilir miyim? Bu, gerilemek olur... Ben ise mümkün olduğu kadar ileriye gidebilmeliyim... Ama daha ileriye gidemiyorum... Bir şey olmalı, başka bir şey...
Wilde ertesi gün gemiye binip gitmiş.
Sonrası mahkumiyet ve unutulmaz bir hapishane şiiri.
Yerde yatıyorum.
Elimde 1955 basımı bir kitap.
Gide’in Denemeler’i.
Çevremde, içi yalanlarla dolu kitaplar.
Küçük pencereden esen kuzey rüzgarı tavan arasının ağır sıcaklığını dalgalandırıyor.
Ne çok sevdim ben bu kitapları.
Ne çok sığındım onlara...
Burada, bu tavan arasında, hayattan ve dünyadan uzak, çocukluk kitaplarımla mutluyum.