Küller ve heykeller

Ağustos güneşinin, üstündeki süt buğusuna benzer buğuyu aşıp da denize ulaşamadığı, ışıklarının dev bir hasadın altın rengi tozları gibi havada asılı kaldığı sıcak bir öğle vakti, duygularım yuvarlak gövdeli beyaz bulutlar gibi bir yandan bir yana doğru hareket ederek yavaşça değişiyor.

Bana öyle geliyor ki o anda kımıldayan tek şey içimdeki duygular.

Bu hayatı nasıl yaşamalı?

Bundan daha basit ve insanın içini daha fazla acıtan bir soru yok herhalde.

Nasıl yaşamalı bu hayatı?

Bunun cevabını bilmiyorum.

Sanırım üstündeki buğuyla kımıltısız duran denizin durgunluğuyla ölümü çağrıştırması, garip bir şekilde bana hayatı hatırlatırken, o buğunun içinde belirivereceğini hayal ettiğim seraplar da ruhumu hareketlendiriyor, mümkün olduğunca çok hayatı ve duyguyu yaşama isteği veriyor.

Ölüm fikri, açgözlü yapıyor bizi.

Zihnimin bir yanında bir şiir.

"hiç unutmam bir gün geç vakit

tam benim geçtiğim zamana rastlamıştı

büyüme saati bir ormanın

şöyle iyice dinlesem sanırım artık

bütün ormanları büyürken duyarım"

Gölgeli bir hayal gibi içimde tekrarlanıp duruyor İlhan Berk’in mısraları; "bütün ormanları büyürken duymak", muhteşem bir tekdüzelikle aynı ilahi çemberi çeviren doğanın bir parçası olmak, sessizliğe karışmak, soru sormamak, cevap aramamak...

Kalın gövdeli bir ağacın altına yatıp kımıldamamak.

"ağzımdan diyordum daha çok ağzımdan öp beni

insan yaşarken bilmez yaşadığını..."

Yaşadığımı bilmem ve nasıl yaşayacağımı sormam için hayatın bu öğlen vaktinde olduğu gibi bir anlığına da olsa durması, buğday tozları gibi havada asılı kalması, beni durağanlığıyla şaşırtması gerekiyor sanırım.

Bir yanım durmak ve hiç kıpırdamamak istiyor. Bir yanım ise hep koşmak ve hiç durmamak arzusunda.

"İçimde kaybolmayacak, sönüp önemini yitirmeyecek geniş bir duygunun parçası olmak istiyorum sürekli."

Bu isteği seviyor ruhum.

"Eğer sen diye bir şey olmasaydı, ben diye bir şey olur muydu" diyebilecek bir tutkunun çekiciliğine kapılıyor.

Varlığını bir başka varlığa böylesine çaresiz bir esaret ve böylesine korkunç bir başkaldırışla bağlamak, kendi benliğine ait ne varsa hepsinden vazgeçmek, kendi tanrısı olup kendi ruhunun bütün kırışıklıklarını eliyle silen bir Buda gibi duygularını sonsuzlaştırarak bir "sürekliliğe" kavuşmak...

O sürekliliğin içinde, ağustos denizinin kımıltısız durgunluğunu ve bir kutup gecesinin tehditkar fırtınasını aynı anda yaşamak, yakıcı sıcağı ve dondurucu soğuğu hissetmek...

Hep iki kişi ve hep yalnız olmak.

Cesaretin ve korkunun, ümidin ve hayal kırıklığının, kendini varetmenin ve kendini yok etmenin, bir insana bağlanmanın ve bütün bir hayattan kopmanın, gözyaşının ve tebessümün, bütün bunların, tırtılları birbirine denk gelen çelik çarklar gibi birbirinin içine geçip döndürdüğü bir hayatın kaynağı ve kurbanı haline gelmek.

"Sönüp gitmeyecek" duyguları "sürekli" yaşamak için bu çelişkilerle dolu karmaşayı, soğuk ışıklı krater gölleri gibi gel-gitlerle değişen bir hayatı göze almak gerekiyor.

Bu hayatı nasıl yaşamalı?

Hepimizin başka başka cevapları var.

Ve hiçbirimiz kendi cevabımızdan, kendi tercihimizden memnun değiliz.

"ağzımdan diyordum daha çok ağzımdan öp beni

insan yaşarken bilmez yaşadığını..."

Yaşadığımızı bilmiyoruz, ne yaşadığımızı da...

Yaşadıklarımızın bir ödül mü yoksa bir ceza mı olduğuna dair derin kuşkularımız var, "adı ne bu yaşadığımın" diye soruyoruz, "niye ben yaşıyorum bunu", "niye başka bir hayata değil de bu hayata sahibim", yaşadıklarımızdan dolayı bazen suçluyoruz kendimizi, bazen kaderi suçlu buluyoruz, hayatımızdan kaçmak, bir başka hayata sığınmak istediğimiz oluyor, kimi zaman da seviyoruz yaşadıklarımızı ve yaşadıkça şunu fark ediyoruz ki ne yaşıyorsak başka türlüsünü yaşayamayacağımız için yaşıyoruz.

Bir başka hayat bize göre değil.

Sadece açık, berrak, görünür tercihlerimizden oluşmuyor çünkü hayatımız, gizli tercihlerimiz var, kimseye, kendimize bile söylemediğimiz tercihlerimiz, hatta zaman zaman "açık" tercihlerimiz bizi bir başka yöne götürmek istese de, o "gizli" tercihlerimiz, bir korsan gemisinin eski bir savaşta ölmüş kaptanının hayaleti gibi dümeni ele geçirip rotamızı "istemediğimizi" söylediğimiz yana çeviriyor.

Başka hiç kimse bilmese de biz o "gizli" tercihlerin farkındayız.

Sadece niye öyle tercihlerimiz olduğunu bilmiyoruz.

Neden bir hayalet dolaşıyor gemimizde, neden en zor zamanda dümeni o ele geçiriyor?

Kimimiz sıkılmaktan korkuyor, kimimiz acı çekmekten.

Bazen korktuğumuz yere gitmek istiyoruz, çok acı çekiyorsak eğer "sıkıntılı ve sakin" bir hayata doğru döndürmek istiyoruz burnumuzu, durmak, acıdan kurtulmak istiyoruz.

Adımlar atıyoruz tercihimize uyarak.

Ama gideceğimiz yere yaklaştığımızda, varacağımız noktayı gördüğümüzde "hayaletimiz" bize rağmen değiştiriyor haritamızı.

Kimi zaman da "sıkıntılı bir sükunetten" bıkıp "canımızı acıtacak bir hareketliliğe" çevirmek istiyoruz rotamızı, birden değişiyoruz, korktuğumuz yere gitmek için hareketleniyoruz ve acıyı gördüğümüzde, gitmek istesek de dönüyoruz.

Olduğumuz şey olmaktan vazgeçmeyi çok arzuladığımız oluyor.

Ama olduğumuzdan başka ne olabiliriz ki...

Ağustos güneşinin, üstündeki süt buğusuna benzer buğuyu aşıp da denize ulaşamadığı, ışıklarının dev bir hasatın altın rengi tozları gibi havada asılı kaldığı sıcak bir yaz günü, bu kıpırtısız durgunluk, bu hayatın verdiği bir anlık mola ölümü andırıyor, bu nedenle bana hayatı düşündürüyor.

"Bütün ormanları büyürken duymak" istiyorum.

Gölgeyi, serinliği, sükuneti ve sessizliği özlüyorum.

Kalın gövdeli bir ağacın altında yatmayı, üveyik kuşlarının dallara konuşunu seyretmeyi, yusufçukların ötüşlerini dinlemeyi, hayallerime sarınarak uykuya geçmeyi, düşlerimde hayallerimin gerçek olduğunu görmeyi, gülümseyerek uyanmayı istiyorum.

Nereye gideceğimi ormanın patikaları belirlesin ve o patikaların gittiği yerlere gideyim.

Hiçbir yerde kalmayayım, hiçbir yerden kaçmayayım.

Yürüyeyim sadece.

"sürüyle düşünce verir ağaca rüzgar,

rüzgarlar anlamını bilmez...."

Ne rüzgarlar, ne ağaçlar, ne de biz biliyoruz o anlamları.

Yaşıyoruz.

Yaşadıklarımız süratle geçip gidiyor yanımızdan, yerlerini yeni yaşanacaklara bırakıyor, onlar da daha sonra yaşanacaklara...

Geriye ne kalıyor yaşananlardan?

Hüzünlü bir kül gibi dağılıyorlar geçmişimize.

Geriye doğru yürüyoruz bazen, küllerin arasında donmuş heykellerimizi buluyoruz, bir kahkahayla, bir gözyaşıyla, sevgiyle, kederle donmuş heykeller; geçmiş anların ancak kuvvetli duygularla çarpıştığında mermerleşip heykele döndüğünü, öyle duygulara rastlama şansına erişemeyen anların küle ve hüzne çevrilip dağıldığını, bir daha onları bulamadığımızı anlıyoruz o zaman.

Öyle duygularla yaşanmayan her an bir idam mahkumu gibi zaman tarafından yok ediliyor, unutuluşun kızgın fırınlarından yakılan o anlardan geriye sadece küller kalıyor, ölümün hüznünü taşıyan, o hüzünle kararmış küller.

Biz ancak o küllerin arasında dolaşırken anlıyoruz neyi neden tercih ettiğimizi.

İşte şurada taştan gözyaşlarıyla ağlayan bir heykel.

Bir kederle heykele dönüştü, ayrıldı diğer anlardan.

Ayaklarının dibindeki nice küle dönmüş andan daha değerli şimdi o, halbuki o küller, yaşanırken hiç de canımızı yakmamıştı.

Şurada gülen bir heykel.

Kaç heykele rastlarız geçmişimizi dolaştığımızda?

Heykeller azaldıkça yaşadıklarımız da eksilmiş demektir aslında.

Gezmeli insan bazen geçmişini, bir müzeyi gezer gibi gezmeli, heykellerini ziyaret etmeli, saymalı onları, ne kadar yaşadığını o heykellerden anlamalı.

Ve sormalı...

Geleceğimde kaç heykel var?

Yaşayacaklarımın ne kadarı küle, ne kadarı heykele dönüşecek?

Ne istiyorum diye de sormalı.

Kül mü, heykel mi?

Bu hayatı nasıl yaşamalı?

"Eğer sen diye bir şey olmasaydı, ben diye bir şey olur muydu" diye sorabilecek birinin sadece kendine ait olan, başkalarının giremediği müzesinde mi daha çok heykel olur yoksa kalın gövdeli ağaçların altında uyuyan, kendini ormanın patikalarına bırakmış, huzurla yürümüş birinin mi?

Hangisini istemeliyim?

Hangisini?

Geleceğimi, bu soruya vereceğim cevap belirleyecek.

Ama biliyorum ki ne karar verirsem vereyim, yolculuğumun karanlık bir anında dümene geçecek olan hayaletim geminin bir yerlerinde saklanıyor.

Bütün hayatımı küle çevirmek istesem bile o, buna izin vermeyecek.

Yaşayacağım anlar mutlulukla, mutsuzlukla, kederle, sevinçle, özlemle, şehvetle çarpışacak, güçlü duygular tanrının eline verilmiş gümüşten keskiler gibi o anları yontarak onları birer heykele çevirip yerleştirecek geçmişime.

Küllerimi de seveceğim.

Onlar, duracağım, dinleneceğim, huzura kavuşacağım anlar olacak.

Kaybolup gideceklerini bilsem de onlara da ihtiyacım var.

"şöyle iyice dinlesem sanırım artık

bütün ormanları büyürken duyarım"

Benim büyüdüklerini duyduğum ormanlarım, heykellerden oluşuyor.

Artık o anları dikkatle dinliyorum çünkü.

Ve bütün duyguların değerini biliyorum.

"ağzımdan diyordum daha çok ağzımdan öp beni

insan yaşarken bilmez yaşadığını..."

Ağzımdan diyordum ağzımdan öp beni.

Ben yaşarken biliyorum artık yaşadığımın ne olacağını.
Yazarın Tüm Yazıları