İnsan, geniş bir toprak gibi, içine atılan tohumun ne olduğunu, ne zaman hasat vereceğini bilemez. İçimizde taşıdıklarımız bize bile sırdır.
Bazı tohumlar, sahibine bile sezdirmeden, hiçbir filiz vermeden toprağın derinlerinde kabuğunu bir gün dahi çatlatmadan yaşar, gün yüzüne çıkmadan sahibiyle birlikte ölür.
Bazen de, uygun mevsim, uygun iklim, uygun yağmurlar çıkar ortaya, tohum canlanır, filizlenir, toprağı yarıp büyür ve birdenbire o güne kadar tanıdığımızı sandığımız insan bambaşka biri haline gelir.
Kendisini bile şaşırtacak işler yapar.
Belki de hepimizin içinde, bizi olduğumuzdan daha iyi ya da olduğumuzdan daha kötü yapacak tohumlar vardır.
Bunu "uygun" bir iklimle karşılaşana kadar bilemeyiz.
Tarih, genellikle kendi olağanüstü kaderlerini oluşturan olağanüstü insanlarla örülmüştür, öyle biri "farkında olmadan kendine olağanüstü bir yazgı arar; kahramanca ya da tehlikeli yaşamak, onun olağanüstü boyuttaki doğasına uyar, içinde varolan devasa iddiasıyla dünyaya meydan okur."
Bir de tarihin çok karmaşık, fırtınalı günlerinde, içindeki "tohumun çatlamasıyla" kişilik değiştirip bambaşka bir insan olarak hayatın önüne çıkanlar vardır.
Bunların en ilginçlerinden biri herhalde Fransız Devrimi’nde başı giyotinle kesilen Marie Antoinette’dir.
Öldüğünde otuz sekiz yaşındaydı.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Kraliçesi Maria-Theresia’nın kızı, Habsburg Hanedanı’nın prensesi olarak doğmuştu.
Neşeli, çekici ama avare bir çocuktu.
Daha on iki yaşındayken "siyasi nedenlerle" Fransız Sarayı’na gelin gönderilmesine karar verilmişti.
Ama bu kararla birlikte "müstakbel Fransa kraliçesinin" ne Almancayı ne Fransızcayı doğru dürüst konuşamadığı, en büyük müzisyenlerden ders almasına rağmen piyano çalmayı beceremediği, her konuda bilgilerinin çok sığ olduğu "dehşetle" fark edildi.
Ne o yıllarda ne de daha sonra Fransa Sarayı’nda kraliçe olarak yaşadığı acıklı günlerde bu Habsburglu prensesi tarihin önemli simaları arasına katacak olağanüstü bir özelliği görülüyordu.
Onunla ilgili en güzel kitabı yazmış Stefan Zweig’ın dediği gibi, o "Hiçbir zaman iyide ya da kötüde orta kararlılıktan ayrılmamıştır: Yavan bir ruh, vasat bir karakter ve tarih açısından bakıldığında başlangıçta yalnızca bir figüran."
Her şeyiyle, evliliklerinin ilk yıllarında iktidarsız olan kocası, daha sonra kocasının iyileşmesiyle birlikte doğurduğu çocukları, açık bir sır olarak bir kontla yaşadığı aşkı, saray eğlenceleri, dedikodularıyla Marie, tarihin kalabalığı arasında kaybolup gidecek ve belki bir daha da asla hatırlanmayacak bir kadındı.
Eğer Fransız Devrimi onun bu sıradan kraliçe yaşamına bir şahmerdan gibi vurup parçalamasaydı, Marie Antoinette bile aslında nasıl biri olduğunu bilemeyecekti, çünkü "vasat bir insanın talihinin ya da talihsizliğinin bir parçası da, kendi kendisiyle boy ölçüşme gibi bir zorunluluğu kendiliğinden hissetmemesi, kendini sorgulamaya merak duymamasıdır" ve o "vasat" insan bir kraliçe bile olsa kendi sınırlarını zorlamaya cesaret edemez.
Ama onu bir sarayda dünyaya getirip, bir sarayda yaşatan, soylulukla, zenginlikle, iktidarla, eğlenceyle şımartan kader, ona öylesine trajik bir son hazırlamıştı ki, hayatının son dönemlerinde yaşadığı acılar ruhundaki "tohumu" çatlatmış, onu ölümle sınayarak "olağanüstülerin" arasına katmıştı.
Antoinette de bunu hissetmiş, "İnsan ancak felakete uğradığında biliyor kendinin gerçekten ne olduğunu" demişti.
Tarihi, biliyorsunuz, galipler yazar.
Devrim sırasında yazılan tarihe göre o, aç insanlar için "Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" diyen bir kalpsiz, sefahate dalmış bir "fahişe"ydi.
Devrimden yirmi yıl kadar sonra iktidara gelen XVIII. Louis zamanında yazılan kraliyet yanlısı tarihe göre ise bir "azizeydi."
Zweig’a göre ise ne oydu ne de öteki, "hayatının son, en son saatinde nihayet trajedilere uyan bir büyüklüğe ulaşan ve bir kader gibi büyüyen" bir kadındı.
Bütün devrimlerin, insanlık tarihini değiştiren en "kutsallarının" bile, utanılacak çirkin bir yüzü, hızla giden bir arabanın tekerleklerinden sıçrayan çamurlar gibi etrafa dağılan bayağılıkları, kalabalıklara karışarak zirvelere kadar ulaşabilmeyi becermiş aşağılık kalleşleri vardır.
Fransız Devrimi de neredeyse bütün kirini bu kraliçenin üstüne dökmüştü.
Hebert adında bir devrimci, kraliçenin sekiz yaşındaki oğlundan, "annesiyle halasının onu yataklarına alarak ensest ilişki kurduklarına" dair bir "itirafname" almayı "başarmıştı."
Zweig’ın deyimiyle Devrim’in "en korkunç ve en alçakça" belgesiydi bu.
Onu yetmiş gün boyunca tutulduğu zindandan çıkarıp mahkeme salonuna getirdiklerinde, kendisinden önce giyotine gönderilen kocasının anısına siyah matem elbiseleri giymişti, son haftalarda yaşadığı kanamalardan dolayı yüzü solgundu, gözleri iltihaplanmıştı ama "yalnızca iki şey vardır Marie Antoinette’in yeryüzünde yapacağı: başı dik olarak kendini savunmak ve başı dik olarak ölmek."
Savcı bu "belgeyi" okuduğunda hiç sesini çıkarmadı.
Yargıç, bu iddiayla ilgili cevabını sormamak akıllığını gösterdi ama "jüridekileden" biri yargıca "Bu konuyu sanığa sormadığını" hatırlatınca mecburen "Bu iddiaya cevap vermediniz" demek zorunda kaldı.
Habsburg hanedanının avare prensesi, Fransa Sarayı’nın eğlence düşkünü "fahişesi" ve trajik bir sonun başı dik kadını, "Eğer cevap vermediysem, tabiat, bir anneye karşı böyle bir ithama herhangi bir cevap vermemek yolunda direndiği içindir," dedi kılını bile kıpırdatmadan.
Dinleyicilerin arasından "anne"yi destekleyen bir uğultu yükseldi, oradaki bütün kadınlar bir anda kendilerini onun yerine koymuşlar, suçlamanın alçaklığıyla yaralanmışlardı.
Devrimin liderlerinden olan Robespierre bu yaşananları öğrendiğinde, "kraliçeyi bir kahraman" haline getiren bu sahnenin gerçekleşmesini sağlayan "devrimci" için öfkeyle "ahmak" diye söylenmiş ve iki ay sonra onu giyotine göndermişti. Ama o devrimci, suçladığı kraliçe kadar sağlam durmayı becerememişti giyotin yolculuğunda.
Antoinette, duruşma boyunca aleyhindeki şahitleri hiçbir tepki vermeden dinlemiş, oturduğu sandalyenin koluna "piyano çalar" gibi parmaklarıyla vurmuştu.
Ne yaparsa yapsın ölüme mahkum olacağını biliyordu.
Duruşmanın sonunda, kısa bir süre sonra kendisinin de giyotine gideceğini bilmeyen savcı jüriye, kraliçenin "düşmanlara askeri sırları vererek vatana ihanet edip etmediğini" sormuştu.
Jüri içeri çekilmişti.
Hukuk ve tarih açısından ilginç bir durum vardı ortada.
Antoinette, "kocasını kurtarabilmek," ona tahtını ve özgürlüğünü yeniden kazandırabilmek için askeri sırları Avusturya elçisine vermiş, Fransa’nın yenilmesini sağlamaya uğraşmış ve "vatana ihanet" etmişti ama o sırada bunun "kanıtı" yoktu ortada, o kanıtlar yıllar sonra Avusturya İmparatorluğu’nun arşivlerinde ortaya çıkacaktı.
Jüri üyeleri, "cumhuriyetçi olarak Kraliçeyi suçlu görebilirlerdi, yemin etmiş jüri üyeleri olarak ise kanıtlanmış suç dışında bir suç tanımayan kanunu saymak zorunda kalacaklardı." Fakat "ne mutlu ki, küçük vatandaşların bu vicdan çatışmasına düşmesi hiç gerekmedi."
Çünkü onlar devrim liderlerinin ne istediğini biliyorlardı ve aksine bir karar kendi kellerini de tehlikeye düşürecekti.
Antoinette, jürinin kararını ve idam hükmünü hiç kımıldamadan, sakin bir şekilde dinledi, ne korku, ne öfke, ne bir zayıflık işareti, yüzünde bunlardan hiç birinin gölgesi görünmedi.
Söyleyeceği "son bir söz" olup olmadığını soran yargıca "hayır" anlamında başını salladı ve kimseye bakmadan, dimdik yürüyerek çıktı salondan.
Karanlık koridora girdiğinde zaten zayıflamış olan gözleri basamağı seçemediği için bir an tökezledi, duruşma sırasında ona bir bardak su verme "cesaretini" gösteren tek insan olan Teğmen de Busne destek vermek için kolunu uzattı. Kraliçenin gösterdiği tek zayıflık anında insani bir içgüdüyle kolunu uzattığı ve ona eşlik ederken şapkasını elinde taşıdığı için bir arkadaşı tarafından ihbar edilen teğmen daha sonra kendini savcı karşısında savunmak zorunda kalacaktı.
Kraliçenin avukatları da gözaltına alındılar.
Hücresine döndüğünde, oradaki küçük tahta masanın üstünde iki mum yanıyordu, bu ölüm mahkumuna sunulan son bir lütuftu.
Marie, gardiyandan son bir mektup yazmak için kağıt kalem istedi.
Tüy bir kalemle katlanmış kağıt getirdi gardiyan.
Ve, sabahın kızıllığı parmaklıklar arasından son günün başladığını haber verirken biraz sonra ölüme gidecek olan kraliçe, çocuklarını emanet edeceği yakın dostu ve görümcesi Madam Elisabeth’e bir mektup yazmaya koyuldu.
Yazı yazmayı aslında pek beceremezdi, duygularını ve düşüncelerini yazıyla anlatmakta mahir biri olamamıştı ama yazdığı son mektupta "sağlam, açık, emin" bir anlatım vardı.
Zweig bu mektubu anlatırken Goethe’nin bir sözünü hatırlatır: "Hayatın sonunda toparlanmış olan zihinde şimdiye kadar düşünülmemiş düşünceler belirir, bunlar mesut ecinniler gibidir, geçmişin zirveleri üzerine pırıl pırıl kurulurlar."
Mektup, "Sevgili kardeşim sana son defa yazıyorum," diye başlıyordu, "az önce mahkum edildim, yalnızca cürüm işlemişler için olan rezilane bir cezaya değil, aynı zamanda ağabeyini yeniden bulmaya," diye devam ediyordu.
Ölmeden birkaç saat önce bir yakınına son mektubunu yazan bir kraliçe, bunun yalnızca kişisel bir mektup olmadığını, tarihin kayıtlarına da geçeceğini bilir ne yazık ki, belki de en çok söylemek istediklerini "dul bir kraliçenin" vakarına uygun söylemek zorundadır bunun için.
Antoinette, gerçekten sevdiği, güvendiği erkeğe, Kont Fenser’e duygularını açıkça iletme imkanına sahip değildi ama son dakikalarında bile onu düşündüğünü, ölümün karanlık bir sonsuzluğa açılan kapısının önünde beklerken duyulacak korkunun bile onun hayalini zihninden silemediğini onun da bilmesini istiyordu.
Daha önce yazdığı hiçbir notta ulaşamadığı bir zarafetle yaptı bunu: "Benim dostlarım vardı. Onlardan ilelebet ayrıldığımı bilmek ve onların acısının farkında olmak, ölürken yanımda götürdüğüm en büyük ıstıraplar arasındadır. Hiç değilse son anıma kadar onları düşündüğümü bilsinler."
Başını biraz sonra giyotine uzatacak bir kadının oğlu için duyduğu endişe ise çaresiz vasiyette beliriyordu: "Oğlum, babasının burada ihtiyaten tekrarladığım son sözlerini asla unutmasın: Asla bizim ölümümüzün intikamını almaya gayret etmesin."
Oğlunun tehlikeden uzak yaşayabilmesi için kendi öfkesinden, intikam arzusundan vazgeçiyordu.
Muhafızlar gelmeden önce, gardiyanın aşçısı olan kadın, kraliçeye bir tabak çorba verdi, kraliçe aşçı kadını memnun edebilmek için bir iki kaşık aldı çorbadan.
Haftalardan beri kanaması vardı ve ölümün karşısına temiz elbiselerle çıkmak istiyordu ama nöbetçi subay onu yalnız bırakmayı kabul etmedi, hücrenin bir köşesine çömelerek beyaz bir gömlek giydi üstüne, aşçı kadın o sırada onun önünde durarak, kraliçenin hissettiği aşağılanmayı kadınca bir anlayışla azaltmaya uğraştı.
Kanla lekelenmiş çamaşırları arkasından eşyalarını toplayacak olanların eline geçmesin diye onları duvardaki bir kovuğa sokuşturdu.
Sonra cellat Samson geldi.
Saçlarını ensesinden kesti.
Ellerini arkasından bağladı.
İpin ucunu eline aldı.
Onu kağnıya benzeyen idam arabasına bindirdiler.
Kendisini seyretmek için toplanmış kalabalıkların arasından yüzünde en küçük bir korku olmadan geçti.
Giyotinin merdivenlerini kendisi tırmandı.
İkiye ayrılmış bedenini bir toplu mezara attılar.
Habsburg sarayında doğdu, Fransız sarayında yaşadı.
Eğer devrim onun hayatına rastlamasaydı bu görkemli hayata rağmen kimse tarafından hatırlanmayacak, bazen nefretle bazen sevgiyle anılmasına bir neden olmayacak, hakkında kitaplar yazılmayacaktı.
Sıradan bir prenses, sıradan bir kraliçe olarak tarihin gölgelerine karışacaktı.
Kendisi bile kendi cesaretinden, vakarından, dik durabilme gücünden haberdar olmayacaktı.
Hepimizin toprağında gizli kalmış tohumlar bulunur.
Bazen çatlar o tohumlar, bazen kurur giderler.
Onun toprağının en değerli tohumu, kanla sulandığında çiçeklendi.
O "toprak" unutulsa bile o çiçek bir daha unutulmadı.