Hepimiz bir alçak olabiliriz

İçimizde bir "alçak, bir katil, bir suikastçı, bir işkenceci" taşıyıp taşımadığımızı bize gösterecek hiçbir deneyden geçmedik.

Ruhumuzda nasıl bir "itaatkar alçak" barındırdığımız konusunda herhangi bir ipucuna sahip değiliz.

Bizim için "kötü insanlar" hep başkalarıdır. Etrafımız birdenbire katillerle, işkencecilerle, çete üyeleriyle, bombacılarla, suikastçılarla çevrelendiğinde bunca "kötü insanın" nereden çıktığını hayretle merak ederiz.

Onların "doğuştan" öyle olduklarını düşünürüz.

Bu, bizim "öyle" olmadığımızı da kabul etmenin bir başka yoludur.

Kendimizi tanıdığımıza inanırız çünkü...

Biz iyiyizdir, bir çete reisi emir verdi diye genç kadınları kaldırımlarda sürükleyerek öldürmeyiz, kalabalıkların arasına bomba bırakmayız, işkence yapmayız.

Kendimize olan bu sonsuz güvenimiz nereden geliyor peki?

Niye kendimizden bu kadar eminiz?

Bunun bir tek cevabı var.

Çünkü kendimizi tanımıyoruz.

İçimizde bir "alçak, bir katil, bir suikastçı, bir işkenceci" taşıyıp taşımadığımızı bize gösterecek hiçbir deneyden geçmedik.

Ruhumuzda nasıl bir "itaatkar alçak" barındırdığımız konusunda herhangi bir ipucuna sahip değiliz.

Birçok katil de, birisi ona "öldürmesini" emredene kadar bir katil olduğunu bilmiyordu zaten.

İnsanlık, bu konudaki en büyük şoku İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadı.

Felsefede, müzikte, edebiyatta şaheserler yaratmış bir ulusun bağrından birdenbire milyonlarca "sadist Nazi" fırlamıştı.

Öldürüyorlar, işkence yapıyorlar, fırınlarda yakıyorlar sonra da gidip hiçbir şey yapmamış gibi müzik dinliyorlardı.

Bu tuhaflığın nedenini anlayabilmek için savaştan sonra üniversiteler araştırmalar yapmaya koyuluyorlar.

Sonuçlar korkunç.

En tanınmış araştırmalardan birini Yale Üniversitesi’nden Stanley Milgram yapıyor.

Gazete ilanıyla 20 ile 50 yaş arası her eğitim düzeyinden "denek" bulunuyor. Saatine 5 dolar ödeniyor.

Deneklere "eğitimde cezanın rolünün araştırıldığı" söyleniyor.

Deneklere "öğretmen" rolü veriliyor. Bir odaya oturtuluyorlar. "Öğrencinin" yandaki odada olduğu söyleniyor. Önlerinde 15’den 450’ye kadar numaralanmış düğmeler var. Bu düğmelere basıldığında, hangi rakama basılmışsa öğrenciye o voltajda elektrik verileceği anlatılıyor. Aslında yandaki odada "öğrenci" yok, kimseye de akım verilmiyor ama denek bundan haberdar değil.

Elektriğin etkisini anlayabilmesi için de önce "öğretmene" 45 voltluk bir elektrik veriliyor.

"Her yanlış cevapta 15 volt artırarak elektrik vereceksin" deniyor.

Deney başlıyor.

Öğretmen her elektrik düğmesine bastığında o düğmeye bağlı teypten çığlıklar yükseliyor.

Deneklerin çoğu 135 voltta duruyor.

"Bu araştırmanın amacını" soruyor.

Bir kısmı "sonuçtan sorumlu olmayacakları" konusunda garanti aldıktan sonra devam ediyor. Bir kısmı çığlıklar arttıkça sinirli bir halde gülmeye başlıyorlar.

Durmak istediklerinde "başka seçeneğiniz yok, devam etmek zorundasınız" deniyor.

Denek, üç kez arka arkaya 450 volt elektrik verdikten sonra deney duruyor.

Deneyi hazırlayan Milgram daha sonra meslektaşlarına, katılanlardan "yüzde kaçının tanımadığı birine üç kez 450 voltluk elektrik akımı vermeye razı olmuş olabileceğini" soruyor.

"Yüzde 2-3 oranındaki sadist sonuna kadar gitmiştir" cevabını alıyor.

Gerçek cevap ise yüzde 65.

Bu araştırmaya katılanların yüzde 65’i hiç tanımadığı birine, sırf kendisine birisi bunu yapmasını söyledi diye elektrik şoklarıyla işkence ediyor.

Aynı deney Princeton, Münih, Roma, Güney Afrika ve Avustralya’da da tekrarlanıyor.

İşkence yapanların sayısı hiçbir zaman yüzde altmışın altına inmiyor.

Bu deneye katılan erkeklerle kadınlar arasında "itaatkarlık" konusunda hiçbir fark görülmüyor, sadece kadınlar biraz daha gergin ve sinirli oluyor.

Yapılan bu araştırmalar, insanların "vicdanlarıyla itaatkarlık" arasında bir seçim yapmak zorunda kaldıklarında "itaati" seçtiklerini ortaya koyuyor.

Bu "itaat" onları bir sadist bir işkenceci yapsa bile...

Böylece "sadece sadist manyaklar böyle işkenceler yapar" görüşü de çöküyor.

Stanford Üniversitesi’nde yapılan başka bir deney ise sadece "itaatkar işkenceciler" olmadığımızı, içimizde bir "sadisti" de gizleyebilme ihtimalinin yüksek olduğunu belirliyor.

Bir hapishanede "gardiyan" ve mahkum" olmanın psikolojik etkilerini saptamak için 15 gün sürecek bir deney yapmak istiyorlar.

Gene gazete ilanıyla 24 üniversite öğrencisi seçiliyor. Psikolojik testlerden geçirilip "sağlıklı" oldukları saptanıyor.

Kurayla dokuzuna gardiyan, diğer dokuzuna da mahkum rolü veriliyor. Diğerleri de yedek olarak bekletiliyor.

Psikoloji departmanının bodrum katı hapishane haline getiriliyor.

On yedi yıl hapis yatmış eski bir mahkum da "danışman" oluyor.

Bir gece, polis "mahkum" rolü verilen gençlerin evine daha önceden haber vermeden giderek onları gerçekmiş gibi tutukluyor ve üniversitedeki "hapishaneye" getiriyor. Getirildiklerinde "hafif bir şok" içinde oldukları görülüyor.

Mahkumlar çırılçıplak soyuluyorlar, aynı gerçek bir hapishanede olduğu gibi bite karşı ilaçlanıyorlar, başlarına kadın çorabından yapılmış boneler takılıyor ve iç çamaşırı giymelerine izin verilmiyor. Kendilerini tanıtırken ya da birbirlerine seslenirken sadece "numaralarını" söyleyebiliyorlar, isim yok.

Mahkumlar üniformalarını giydikten sonra duruşları, oturuşları, davranışları değişiyor, araştırmacının deyimiyle "hafifçe kadınsı" bir davranış sergiliyorlar.

Gardiyanlara haki üniformalar dağıtılıyor, aynalı güneş gözlükleri takıyorlar. Özel talimatlar verilmiyor kendilerine, sadece "mahkumların saygısını kazanmaları ve düzeni sağlamaları gerektiği" söyleniyor.

İlk gün geceyarısı saat iki buçukta gardiyanlar sayım için mahkumları kaldırıyorlar. Ağır davranana "şnav" çekme cezası veriyorlar. Bazı gardiyanlar mahkumların üstüne ayaklarıyla basıyorlar bu hareketi yaptığı sırada. Daha sonra, "sahte" gardiyanların farkına varmadan aynen Nazi kampındaki gardiyanların verdikleri cezaları verdikleri anlaşılıyor.

İkinci gün mahkumların arasında ayaklanma başlıyor. Üniformalarını yırtıyorlar, bonelerini çıkartıyorlar, yataklarından barikatlar yapıyorlar, küfrediyorlar.

Gardiyanlar, yangın söndürücüleriyle saldırarak isyanı bastırıyorlar. Bütün mahkumları soyuyorlar. Ayaklanmanın lideri olduğunu düşündükleri öğrenciyi "tecrit" odası haline getirdikleri bir hücreye hapsediyorlar.

Bundan sonra bir de "ayrıcalıklılar hücresi" yapıyorlar. Bu hücreye alınan dişlerini fırçalayabiliyor, güzel yemekler yiyebiliyor. Böylece mahkumlar arasında dayanışma bozuluyor.

Ertesi gün bazı "kötü" mahkumları "ayrıcalıklı hücreye", itaatkar davranan bazı "iyi" mahkumları da "tecrite" yerleştiriyorlar, böylece mahkumların aklını karıştırıyorlar. Mahkumlar "ayrıcalıklı hücreye" alınanların "muhbir" olduğunu düşünmeye başlıyorlar, aralarındaki güvensizlik artıyor.

Mahkumların isyanı gardiyanlar arasında tam bir dayanışma yaratıyor ve olay artık bir "deney" olmaktan çıkıyor. Bütün mahkumları bir "bela" olarak görmeye başlıyorlar ve gardiyanların saldırganlıkları artıyor.

İzlenmediklerine inandıkları zamanlarda mahkumlara gereğinden de kötü davranıyorlar.

Mahkumların sinirleri bozuluyor, aralarından biri ciddi bir sinir krizi geçiriyor. Ona "muhbir" olmasını teklif ediyorlar, o da "düşüneceğini" söylüyor.

"Mahkumların" aileleri üçüncü gün yakınmaya koyuluyorlar, şartların kötü olduğunu, çocuklarının iyi görünmediğini söylüyorlar ama "ne yani senin oğlun bunlara dayanamaz mı" dendiğinde, "elbette dayanır, o güçlüdür" deyip gidiyorlar.

Şiddetin ve aşağılanmanın dozu ise artıyor.

Bir mahkum daha sinir krizi geçiriyor. Gardiyanlar, adı "819 numara" olan mahkumu tecrite alıp diğer mahkumları koridorda "819 kötü bir mahkum" diye bağırtıyorlar. "819 numara" ise tecrit hücresinde "ben kötü mahkum değilim" diye ağlamaya başlıyor.

- Kötü bir mahkum olmadığımı kanıtlayacağım, diye bağırıyor.

Deneyin danışmanı olan 17 yıl hapis yatmış eski mahkum, "mahkum rolünde olanların" en nefret ettiği gardiyan oluyor.

Ona "John Wayne" adını takıyorlar.

Beşinci güne gelindiğinde "gardiyanların" bir kısmının mahkumları aşağılamaktan, onları hırpalamaktan gerçek bir zevk almaya başladıkları görülüyor. Deneyden önce yapılan psikolojik testlerde "sağlıklı" gözüken insanlar sadistleşmeye doğru gidiyorlar.

Araştırmacılar ise "sağlıklı, sıradan, normal" insanların birkaç günde nasıl böyle sadistik davranışlar sergilemeye başladıklarını kavrayamıyorlar.

Mahkumlar ise tamamen bencilleşiyorlar, aralarındaki dayanışma tümüyle kayboluyor.

Ve bütün kontrol gardiyanların eline geçiyor.

Gardiyanların hiçbiri "işe" geç gelmiyor, erken çıkmıyor, fazla mesai için ücret istemiyor.

İki hafta sürecek deney, gardiyanların zorbalaşması, mahkumların sinir bozukluğu yaşaması ve deneyi yöneten profesörün de kendisinin "bir öğretmen gibi değil de bir hapishane müdürü gibi" hissettiğini farketmesi üzerine altıncı gününde sona erdiriliyor.

Bu altı gün içinde Stanford Üniversitesi’nden 50 kişi "hapishaneyi" ziyarete geliyor ve bir kadın doçent dışında hiçbiri "Siz burada ne yapıyorsunuz, delirdiniz mi, kesin şunu" demiyor, yapılanlara ahlaki açıdan karşı çıkmıyor.

Bu deneyler, en "sağlıklı, sağlam" insanların bile kısa sürede bir işkenceciye, bir sadiste dönüşebileceğini...

"En aklı başındakilerin" bile birkaç günde "ezik, bencil, itaatkar, bütün ölçülerini kaybetmiş" bir mahkum haline gelebileceğini gösteriyor.

Bütün bunlardan, bizim gibi şiddettin patladığı, her yanı sardığı toplumlarda "kötü insanları" kendi dışımızda aramamamız gerektiğini, hepimizin insan olmanın "sakatlıklarıyla" yaralı olduğumuzu öğreniyoruz.

Bir "emir veren" çıkarsa kolayca bir sapık oluveriyoruz.

Ya da zavallı bir mahkum.

Şiddet bir salgın hastalığa döndüğünde bunu önlemek için birbirimizi "katillikle, sapıklıkla" suçlamadan önce, sanırım, "emri vereni" bulup, emir vermesini engellemek gerekiyor.

Emir verildiğinde, emre uymaya hepimiz hazır gözüküyoruz çünkü.
Yazarın Tüm Yazıları