Günlük...

Sabah kalktım. Bahar gelmiş. Maviler, sarılar, beyazlar, yeşiller, altından bir ırmağın içinde yüzen balıklar gibi parlayarak neşeli ışık kırılmalarıyla doluyorlar odama.

Bütün pencereleri açtım.

Balkondaki hercai menekşeler, gardenyalar, açelyalar, sarı sulu meyveleriyle limon ağacı, sihirli turuncu meyveleriyle kumkuatlar, kısacık boyuyla annesinin rujunu sürmüş küçük bir kıza benzeyen minik mandalina, bahar ayininin peri kızları gibi gizli bir müzikle kımıldanıyorlar.

Çayımı koydum.

Gazeteleri okudum.

Ülke, bir yaz günü cıvıltılı bir plajda koyu takım elbisesiyle oturan asık suratlı bir adama benziyordu, sıkıcıydı.

Bir çay daha koyup balkona çıktım.

Deniz, gökyüzü...

Mavilik...

Güneş.

Çevre bahçelerdeki çiçekli ağaçlar.

Hayatın neşesini fark etmeyen bir bizim ülkeydi, bir de ağrıyıp duran midem, ikisi de canımı sıkıyordu.

Doktoru aradım.

Mideme bir boru sokacaklardı.

Nedense böyle durumlarda Kanat Atkaya’nın o çok eğlenceli ve genç üslubu gelir aklıma, hiçbir şeyi çok fazla ciddiye almayan hayat dolu dalgacılığı.

Kanat’ın anlatım biçimiyle, "işler çirkinleşiyor eleman," dedim kendime.

Doktorlar, hastaneler.

Neyse, bunun sık sık yapılan kolay bir iş olduğunu da öğrendim.

Yürüyüşe çıktım.

Sokakların sesi bile değişmişti sanki.

Birbirlerine seslenen inşaat işçilerinin, şakalaşan genç oğlanlarla kızların, araba kornalarının, köşebaşlarındaki çingene çiçekçilerin, çocuklarını çağıran genç annelerin, simitçilerin seslerinde, bütün şehri saran büyük bir müzikalin ortak şarkısı duyuluyordu.

Parlak sarı susamlı, fırın ateşiyle kızıllaşmış simitlerden aldım.

Bir çıtırtıyla ikiye böldüm onları.

Yiye yiye deniz kıyısına doğru yürüdüm.

Dünyanın hiçbir yerinde bu simitlerden görmedim, bir gün buralardan uzak kalsam herhalde özleyeceğim şeylerin başında bu simitler gelirdi.

"Türklüğün en fazla nesini seviyorsun" diye sorsalar ve ben de o anda "simitlerini" diye cevap versem acaba bu da 301’inci maddeye girer mi diye geçti aklımdan.

Deniz kıyısındaki kayalıklarda genç aşıklar oturuyorlardı.

Birbirlerine sarılmışlardı, bazıları öpüşüyordu, büyükannelerle büyükbabalar torunlarının pusetlerini iterek yürüyorlardı, eşofmanlarının üstünü çıkartmış gençler terli tişörtleriyle koşuyorlardı.

Bir zamanlar maşlahlı hanımların, redingotlu beylerin bahçelerinde dolaştığı eski köşkler sır vermeyen ketumiyetleriyle yeni insanlarını izliyordu.

Öğlen olmuştu.

Güneş yakıyordu.

Ceketimi çıkardım.

Yazı yazmam gerekiyordu.

Yazı yazmadan önce bir film seyretmek bana iyi gelir.

Tahir’le Neşe’nin çok övdükleri "Başkalarının Hayatı"nı seyretmeye karar verdim.

Sinemaya girerken çok sevdiğim bir doktor arkadaşımla konuştum.

- Mutlaka baktırmalısın, dedi.

Midemle aramdaki "saygıya dayalı seviyeli" ilişki dillere düşmek üzereydi, ne olduğunu doktorlar öğreneceklerdi, acaba sır olarak saklasam da midemi kimseye göstermesem mi diye geçirdim aklımdan.

Evet, ta çocuklumdan beri aramızda bazı sorunlar vardı, o sık sık huysuzlanıp ağrırdı, ben de onu kızdıracak ne varsa yer intikamımı alırdım ama gene de severdik birbirimizi.

Film başladı.

Berlin Duvarı yıkılmadan önce Doğu Almanya’da bir yazarla tiyatrocu sevgilisini izleyen istihbaratçının hikáyesini anlatıyordu.

Yazar, devletin olumlu gözlerle baktığı belki de tek "iyi" yazardı, onun için "ülkemiz aleyhine yazmadığı halde Batı’da okunan tek yazar" diyordu yetkililer.

Ama bir sorun vardı.

Yazarın sevgilisini Kültür Bakanı da beğeniyordu ve "kariyerini" herkesten fazla seven kadını tehdit ederek onunla sevişiyordu.

Ama kadının bundan hoşlanmadığını da hissediyordu.

Yazarı aradan çıkartabilmek için onun aleyhinde bir şeyler bulsun diye onu izletmeye karar veriyordu.

Komünizme sıkı sıkıya bağlı, devletini ve işini çok seven bir istihbarat yüzbaşısı yazarın evini dinlemeye başlıyordu.

Onların konuşmalarını, sevişmelerini dinliyordu.

Bu arada, kültür bakanının kadına yaptıklarını da fark ediyordu.

Yapayalnız bir adamdı yüzbaşı, arada bir partinin "resmi" orospusu geliyordu evine.

Ve, dinlediği insanların hayatlarının parçası olmaya başlıyordu.

Yazarın çok sevdiği çok parlak bir rejisör, "parti" tarafından dışlanmıştı, adama iş vermiyorlardı.

Hiçbir piyesi sahnelemesine izin verilmeyen bir rejisör.

Yazar arkadaşı onu teselli ediyordu, "Sen çok büyük bir rejisörsün, herkes sana hayran."

"Oyun sahneleyemeyen bir rejisör nedir ki," diyordu arkadaşı, yakında bana hayran olacak bir neden bulamayacaklar."

Sonra bir gün asıyordu kendini.

Onun öldüğünü duyduğunda yazar, eski dostunun kendisine hediye etmiş olduğu bir müzik partisyonunu çalmaya başlıyordu piyanoda, istihbaratçı yüzbaşı çatıdaki gizli yerinde dinliyordu bir ölünün arkasından çalınan müziği.

İnsanları sorgulardan, işkencelerden geçiren yüzbaşı ağlıyordu.

O güne kadar devletle iyi geçinmeye gayret eden yazar, arkadaşının ölümü üzerine "Doğu Almanya’daki intiharları" anlatan bir eleştiri yazısı yazarak Batı’ya gönderiyordu yazısını.

İstihbaratçı bunu öğrendiği halde raporuna yazmıyordu.

Yazarı koruyordu.

Ama yöneticiler seziyorlardı yazının kimin tarafından yazıldığını.

Uyuşturucu kullanan tiyatrocu sevgilisini tutuklayıp baskı yapıyorlardı.

Kadın sevgilisini ele veriyordu.

Yalan raporlar yazmış olan yüzbaşı hem onları hem de kendisini koruyabilmek için uğraşıyordu.

Baskıcı devletlerin insanlara neler yaptığını anlatıyordu film ama bence daha da önemli bir şeyi anlatıyordu.

"Rejime" inanmış en katı devlet görevlisinin bile "şüphelilerin" hayatlarına sokulduğunda, onların gerçek duygularını, korkularını, kaygılarını, acılarını gördüğünde, onlara yapılan haksızlıklara şahit olduğunda nasıl değişebileceğini...

Bir insanı bütün çıplaklığı ve gerçekliğiyle gören birinin düşmanlığını sürdürmesinin ne kadar zor olduğunu...

Başkalarının hayatlarına girdiğinde bir süre sonra kaçınılmaz olarak onun bir parçası haline geldiğini...

Bizim ülkemizdeki yazarları, sanatçıları, aydınları izleyen istihbaratçıları düşündüm, acaba onlar izledikleri insanların gerçeklerini gördüklerinde, onların acılarına o kadar yakından baktıklarında ne hissediyorlardı, üzülüyorlar mıydı, bir şeylerin yanlış olduğundan kuşkulanıyorlar mıydı?

İnsanca bir temas, herkese insanlığı hatırlatıyor muydu?

Bizde de aydınları koruyan istihbaratçılar var mıydı?

"Vardır" dedim.

Dünyanın en korkunç sistemi bile insanlardan oluşur ve insanlar insandır, ne yaparsan yap kötülükleri kadar iyilikleri de bulunur.

Eve geldim.

Biraz sonra kapı çalındı, kapıcı genç bir çocukla gelmişti.

Nüfus sayımı yapılıyormuş.

Çocuk "mesleğimi" sordu, "Yazı yazarım" dedim, meslek hanelerine baktı, orada öyle bir madde bulamadı ve "tüccar" maddesini işaretledi.

Öyle gürültülü bir kahkaha atmışım ki çocuk irkildi, açıklama yapmak zorunda hissetti kendini.

- Yazar diye bir madde yazmıyor burada...

- Boşver, dedim çocuğa, nasıl olsa ikisinin arasındaki farkı anlamazlar seni gönderenler...

Akşama doğru duş aldım, giyindim, kravatımı taktım.

Çetin Altan’ın (övünmek gibi olacak ama söylemeden geçemeyeceğim o benim babam) Devlet Tiyatrosu’nun Taksim sahnesinde oynanan "Yedinci Köpek" isimli piyesini seyretmeye gittim.

Kırk iki yıl önce bu piyesi Üsküdar Tiyatrosu’nda seyretmiştim.

Sahneleri hálá aklımdaydı.

Bu kez çok değişik, çok sarsıcı bir yorumla konulmuştu sahneye.

Bir toplumun, kendisine benzemeyen bir bilim adamını nasıl yok ettiğini anlatıyordu.

Kendisine benzemeyene duyulan öfke, gizli bir hayranlıktan beslenen düşmanlık, kendisinden daha değerli olan her şeyi ortadan kaldırma güdüsü, "toplumuna benzemeyenleri" cezalandırmak için hukukun nasıl bir araç olarak kullanıldığı tek tek beliriyordu sahnede.

İnsanlar, kendilerinden daha değerli olanı vahşi bir kurt sürüsü gibi kuşatıyorlardı.

Ve suçlamak için ellerindeki en büyük kanıt, "herkes öyle söylüyor" cümlesiydi.

"Herkes öyle söylüyor."

İşin aslı, adamın ne dediği, ne yaptığı, amacının ne olduğu önemli değildi, başkalarından farklıydı, bu, cezalandırılması için de yeterliydi.

Birisi için bir söylenti çıkarılıyordu ve gerisi geliyordu.

Kırk yıl önce yazılan piyes sanki bugünü anlatıyordu.

Aynı linçleri biz gerçek hayatta da görmüştük.

Hálá görüyorduk da.

Acıyla ve hayranlıkla seyrettim.

Çıkışta aydınlık yüzlü bir çift "babanızın kalemine sağlık" dedi.

Piyesten sonra "yazarını" kutladım ama rejisörle oyuncuları kutlamaya vaktim olmadı.

Yazıyı yazmak için hızla eve dönmem gerekiyordu.

Yazıyı yazdım.

Yattığımda midem ağrıyordu.

"Ağrı," dedim, "sana bir boru sokturayım da gör."

Sabah kalktığımda yağmur yağıyordu.

Yazarın Tüm Yazıları