Ahmet Altan

Ayna ve yüz...

31 Aralık 2006
Merhamet isteyene vermediğimiz merhamet, anlayış isteyenden sakındığımız sevecenlik, acısının paylaşılmasını isteyene açılmayan kapılarımız... Hep bizi üzenleri hatırlarken, üzdüklerimizin hatırlamadığımızı sandığımız ıstırapları da çizgilerimizin arasından göstereceklerdi bize kendilerini.

Eğer aynaya yılda yalnızca bir kez baksaydık...

Eğer yılda sadece bir kez aynaya bakmamıza izin verilseydi, her baktığımızda orada yeni çizgilerle birlikte bizi şaşırtan değişiklikler görecektik.

Bakışlarımızda, ifademizde, yüzümüzün solan ya da artan ışığında meydana gelen farklılıkları keşfedecektik.

O yıl boyunca yaşadıklarımızın yüzümüzde bıraktığı izleri belki de teker teker tanıyacaktık.

Gözümüzün kenarına eklenmiş şu ince çizgide bizi üzmüş bir olayı, dudağımızın kenarındaki derinleşen şu kıvrımda bir sevinci yakalayacaktık.

Koca bir yıl yansıyacaktı aynaya yüzümüzle birlikte.

Eğer aynaya yılda sadece bir kez baksaydık...

Belki de unutmak mümkün olmayacaktı.

Unuttuğumuz, unuttuğumuzu sandığımız, unutmak istediğimiz nice olay, orada, yeni çizgilerin arasında taptaze, hiç dokunulmamış olarak karşımıza çıkacaktı.

Bakışlarımız yaşananlarla değişmiş olacaktı.

Ve, biz onları neyin değiştirdiğini bilecektik.

Hatırlayacaktık.

Her şeyi...

Bir hayatı hayat yapan bütün duygular, bir gün arandıklarında rahatça bulunsunlar diye arkalarında işaretler bırakan seyyahlar gibi incecik çizgilerden oluşan bir harita bırakacaklardı yüzümüze.

Bütün sevgilerimiz, bütün öfkelerimiz, bütün ihtiraslarımız, kendi maceralarını anlatmak için bir eski zaman parşömeni gibi kullanmış olacaklardı yüzümüzü.

Bütün zaaflarımız çizgilerden bir ışığın aydınlığında görünür olacaklardı.

Yüzümüzden korkacak mıydık acaba?

Bakmak istemeyecek miydik?

Yoksa bütün yaşadıklarımızı içine koyduğumuz bir define sandığı gibi en değerli varlığımız diye mi bakacaktık ona?

Yüzümüz yalnızca bir yüz olmayacaktı o zaman.

Bütün hayatımız olacaktı.

Bakacak ve görecektik.

Defalarca görmek istediklerimiz ve asla görmek istemediklerimiz bir arada, birbirine eklenen çizgilerde yan yana duracaklardı.

O çizgiler, kahkahalara, gözyaşlarına, fısıltılara, inlemelere, çığlıklara dönüşecekti.

Eğer aynaya yılda sadece bir kez bakabilseydik...

Her çizginin bir sesi olduğunu duyacaktık o sihirli yansımada.

Yüzümüzde bir iz bırakan nice ses, ışıkların içinde canlanacak ve biz onları kendi yüzümüze bakarak dinleyecektik.

Bazı sesler bizi hoşnutlukla gülümsetecek, bazıları yağmur bulutları gibi gri ve ıslak aydınlıklarıyla gözlerimizde dolaşacaktı.

Yaptığımız hatalar...

Üzüntülerimiz ve üzdüklerimiz...

Hepsi orada olacaktı.

Günahlarımızı görecektik...

Başkalarının yüzünde bıraktığımız çizgilerden bize yansıyanlar.

Onların gözyaşları...

Seslerindeki keder...

Onların da bizim çizgilerimize eklendiğini ve bazı çizgilerin bir başka yüzden bize doğru tek bir resimmişiz gibi hiç kesiksiz çizildiğini anlayacaktık.

Günahlarımızın çizgilerine dikkatle bakacak...

Ve, şaşıracaktık.

"Bu kadar çok mu" diye soracaktık kendimize.

"Bu kadar çok mu?"

Merhamet isteyene vermediğimiz merhamet, anlayış isteyenden sakındığımız sevecenlik, acısının paylaşılmasını isteyene açılmayan kapılarımız...

Hep bizi üzenleri hatırlarken, üzdüklerimizin hatırlamadığımızı sandığımız ıstırapları da çizgilerimizin arasından göstereceklerdi bize kendilerini.

Eğer aynaya yılda yalnızca bir kez baksaydık...

Öyle çok günah çizgisi görecektik ki yüzümüzde...

Bu, belki de bizi olduğumuzdan da merhametli, olduğumuzdan da anlayışlı kılacaktı.

Her çizgi canlanıp bir sahneye dönüşecekti.

Hepsine tek tek bakacaktık.

Bütün yeni çizgilere.

Yüzümüzün yanında başka yüzler belirecekti.

Bizim sayemizde sevinen yüzlerle, bizim yaptıklarımızdan kederlenen yüzler.

Büyük bir hesaplaşma olacaktı bizim için kendi yüzümüz.

Zaaflarımız, hep orada olduklarını, hiç kaybolmadıklarını, ruhumuzla birlikte çizgilerimize de sindiklerini aynanın içinden bize göstereceklerdi.

Korkacaktık.

Kendimizden korkmamız gerektiğini hissedecektik...

Ve, o kadar çok zaafımız varken başkalarının zaaflarına gösterdiğimiz hoşgörüsüz aşağılamayı, yaptığımız bu büyük haksızlığı anlayacaktık.

Belki o zaman başkalarına duyduğumuz nice öfke yatışacaktı.

Kendi yüzümüzde, kendi çizgilerimizde başkalarına ne kadar çok benzediğimizi, bizi diğer bütün insanlarla ortak kılan şeyin zayıflıklarımız olduğunu, bütün varlığımızla bu gerçeği reddetmeye çalışarak fark edecektik.

İşte o zaman belki de düşünecektik...

Ve diyecektik ki, insan kendi zaafıyla utanır ancak.

Başkalarınınkine sadece öfkelenir.

Yeni çizgileriyle bizi şaşırtan, her yıl baktığımızda bize hem çok tanıdık hem çok yabancı gelen, kendi hayatımızın yansıması olan yüzümüze baktığımızda ve orada zaafların derinleşen işaretlerini gördüğümüzde, kendi utancımızı hafifletmek için tek çarenin başkalarının zaaflarını affetmek olduğunu anlardık.

Yüzümüz söylerdi bunu bize.

Çizgilerimiz söylerdi.

Eğer yılda sadece bir kez baksaydık yüzümüze, bütün yıl boyunca bize göstermeden biriktirdiği çizgileriyle bizim karşımıza çıkar, bizimle konuşur, bize her şeyi anlatırdı.

Ama her gün bakılan bir yüz suskundur.

Her gün ona eklenenler öylesine ufak, öylesine fark edilmezdir ki onların söylediklerini duyamayız.

Gördüğümüz yüz, dün gördüğümüzün aynısıdır.

Bir günden bir güne değişen o kadar azdır ki onu fark etmekte aciz kalırız.

Kör oluruz kendi yüzümüze, kendi hayatımıza.

Kendi zaaflarımıza, kendi günahlarımıza kör oluruz.

Yüzümüz gerçekleri saklar bizden.

Ona her baktığımızda sadece görmeye alışkın olduğumuzu görürüz.

Sonsuz bir aynılık gibidir her gün bakılan yüz.

Bazen de orada yeni bir çizgi keşfederiz.

Daha dün baktığımızda orada değildi, diye düşünürüz.

Halbuki dün de oradaydı.

Alışkanlığın, keskinliğini yok ettiği gözümüzün fark edeceği kadar derinleşmemişti sadece.

O tek bir çizginin oluşması, yüzümüze yerleşmesi, diğer çizgiler arasında kendine bir yer açması için kaç söz söylenmiş, kaç günah işlenmiş, kaç sevinç yaşanmış, düşünmeyiz bile.

Çizgi, bir yaşlanma işaretidir, bize söylediği o kadardır.

"Yaşlanıyorsun," bu sözcüktür duyduğumuz.

Durup da hikayesini dinlemeyiz onun.

Anlatacakları ne çoktur halbuki.

"Ağlayan o kadını hatırlıyor musun" diyecektir dinleseniz, "Şehvetle sarsıldığın geceyi hatırlıyor musun" diyecektir, "Ne kadar güzel güldüğünü hatırlıyor musun" diyecektir, "Bir gece sahipsiz gibi gözüken bir kederle uyandığını hatırlıyor musun" diyecektir, "Bir cevap vermen gerekirken sustuğun günü hatırlıyor musun" diyecektir, "Gitme demeni bekleyerek hazırlanırken ve aslında gitme demek isterken sessiz kaldığın sabahı hatırlıyor musun," diyecektir.

Dinleseniz, sizinle konuşacaktır.

Ve, diyecektir ki, "Ben onların hepsiyim."

Ve, diyecektir ki, "Ben uzun bir macerayım."

Ve, diyecektir ki, "Bir dağ bir dünya için neyse ben de senin için oyum, patlamaların, kırılmaların, alevlerin sonucunda oluştum."

Ama dinlemezsiniz.

Hiçbirimiz dinlemeyiz.

Her gün baktığımız bir yüzün sesini duymayız.

Suskun ve sessizdir o.

Bazen bize yaşlandığımızı hatırlatan yeni bir çizgiyle beliren o hep aynı yüzdür.

Günahlarımızın izini bulamayız orada.

Zaaflarımızın izini bulamayız.

Sevinçlerimizin, özlemlerimizin izini bulamayız.

Alışkan bir körlükle bakarız kendi yüzümüze.

Ama eğer yılda sadece bir kere baksaydık.

Şaşırtırdı bizi.

O kadar çok işaret görürdük ki...

Bizi hayatımıza götürecek, bizi geçmişin patikalarında dolaştıracak, bize yaşadıklarımızı anlatacak o kadar çok ize rastlardık ki...

Onun peşine takılır, kendi geçmişimizde, kendi içimizde, ruhumuzda, biriktirdiğimiz hazinelerimizin, sakladığımız günahlarımızın arasında dolaşırdık.

Uzun bir yolculuk olurdu yüzümüz bizim için.

Merhametle dönerdik o yolculuktan, sevecenlikle dönerdik, olgunlukla, hoşgörüyle dönerdik.

Eğer her yıl sadece bir kere baksaydık yüzümüze...

Yüzümüzü daha çok tanır...

Ve, onun ışığıyla daha derin yaşardı.
Yazının Devamını Oku

Çocuklar, savcılar, doktorlar...

24 Aralık 2006
Bugün, bu yaşımda, hálá Türkiye’nin siyasetiyle ilgileniyorsam, Türkiye zorba yönetimlerin esiri olmasın istiyorsam, bunun tek nedeni, bu ülkenin çocuklarının da gelişmiş diyarlardaki yaşıtları gibi huzur ve güven içinde yaşamalarını arzuluyor olmamdan... Çocuklar iyi yaşasın istiyorum.

Onlara kimse dokunmasın.

Kimse onları hırpalamasın.

İnsanoğlunun, bütün çocukları mutlu görmekten daha büyük ve daha etkileyici bir hayali olamayacağına inanıyorum.


Biz küçük bir çocukken, babam da daha otuzuna bile ulaşmamış genç bir yazardı. Bir gün Mehmet’le beni 19 Mayıs gösterilerine götürdü.

Gittiğimizde henüz stadyum boştu.

Sıralardan birine yan yana oturup gösterinin başlamasını beklemeye koyulduk.

Babam bize takılıyordu, gülüyorduk.

Babasıyla birlikte stadyuma gitmiş her çocuk gibi çok mutluyduk.

Stat kalabalıklaşmaya başlamıştı.

O sırada babam bir arkadaşını gördü sanırım.

"Şimdi döneceğim" deyip arkadaşına bir şey söylemeye gitti.

Babamın arkadaşıyla konuşması uzarken stadyum da doldu.

Ve, bir adam gelip hoyratça "Kalkın bakayım oradan" deyip Mehmet’le beni oturduğumuz yerden kaldırdı.

Kendisi oturdu.

Biz öyle ayakta kaldık.

Ayakta kalmaktan çok aşağılanmış olmaktan, bize çocuğuz diye kaba davranılmasından kırılmıştık.

Bir haksızlığa uğramış olduğumuzu hissediyorduk.

Sonra babam geldi.

Bizi ayakta görünce şaşırdı.

- Ne oldu ? dedi. Niye ayaktasınız.

- Bizi oradan kaldırdılar, dedik.

Babamın yüzü karıştı, o anda, hissettiği öfkeyle, çıkacak bir olayda çocuklarının daha çok korkup üzüleceği endişesi arasında sıkışmıştı sanırım.

Elimizden tuttu.

Birlikte yukarılara çıktık, gerilerde bir yer bulup oturduk.

Zaten minicik olduğumuzdan sahayı zor görüyorduk.

Oturduğumuz zaman babam bize döndü.

- Ben niye yazı yazıyorum biliyor musunuz? dedi.

Şöyle bir durup ekledi.

- Çocukları kimse yerinden kaldıramasın diye.

Altı yedi yaşımdaydım ve "Çocuklar yerinden kaldırılmasın, haksızlığa uğramasın diye yazı yazılması" fikrinden çok hoşlanmıştım.

Demek birileri yazı yazarsa kimse babaları yanlarında yokken çocuklara kötü davranamayacaktı.

Bu düşünce bana eşsiz bir güven vermişti.

Bazen çocukken duyulan bir cümle insanın bütün hayatını etkileyebilir.

Benim hayatımı da etkiledi.

Yazıyla çocuklar arasında bir daha hiç kopmayacak bir ilişki kurdum zihnimde.



Çocuklara iyi ve eşit davranılacak tek sistem olarak sosyalizmi gördüğüm için sevdim solculuğu.

Savaşlara, çocukları ölüme gönderdikleri için karşı çıktım.

Bütün siyasi düşüncelerimin odağında çocuklar oldu.

Bugün, bu yaşımda, hálá Türkiye’nin siyasetiyle ilgileniyorsam, Türkiye zorba yönetimlerin esiri olmasın istiyorsam, bunun tek nedeni, bu ülkenin çocuklarının da gelişmiş diyarlardaki yaşıtları gibi huzur ve güven içinde yaşamalarını arzuluyor olmamdan...

Çocuklar iyi yaşasın istiyorum.

Onlara kimse dokunmasın.

Kimse onları hırpalamasın.

Hepsi, babasıyla stadyuma gitmiş bir çocuk gibi gülümsesin.

İnsanoğlunun, bütün çocukları mutlu görmekten daha büyük ve daha etkileyici bir hayali olamayacağına inanıyorum.

Bunun bir hayal olduğunu bilsem de, bu hayalden hiç vazgeçmeyeceğim.

Belki de bu yüzden, çocuklara kötü davranıldığında, hırpalandıklarında gerçek bir öfke duyarım, elimden geldiğince buna engel olmak isterim.

Adana’da dokuz yaşındaki bir çocuğun ırzına geçildiği iddiasıyla açılmış bir dava olduğunu ve çocukla ilgili birbirinden farklı raporlar verildiğini okuduğumda çok sarsılıp, çok öfkelenmiştim.

Adana Adli Tıp Kurumu’nun verdiği "çocuğa dokunulmamıştır" raporunun İstanbul Adli Tıp Kurumu tarafından yalanlanması, ortada, en hafif tabirle bir "özensizlik" olduğunu gösteriyordu.

Oturup bir yazı yazdım.

Çocukla ilgili "dokunulmamıştır" raporunu veren doktorlar aleyhimde bir dava açtılar.

Şaşırdım.

Böyle şaibeli bir durumda en azından sessiz kalmaları beklenirdi...

Davranışlarının mantıklı bir açıklamasını bulamadım.

Olayı biraz daha kurcalamak gerektiğini hissettim.

Neyyire Özkan, gazetecilik güdüsü kadar annelik güdüsüyle de olayla ilgilendi.

Şermin Terzi, olayı anlamak için Adana’ya gitti.

Gördüğü, gerçek bir dramdı.

Dokuz yaşındaki küçük çocuk tümden sahipsiz gözüküyordu.

Üstelik yaşadıklarından haklı olarak çok kötü etkilenmişti.

Duyduklarımdan ben de çok etkilendim, etkilenmemek de mümkün değildi.

O haberin gazetede çıktığı gün ben de "Adı Olmayan Çocuk" diye bir yazı yazdım.

Olayı anlattım.

Ne oldu?

Hakkımda bir dava daha açıldı.

Bağcılar Basın Savcısı, "yürümekte olan bir davaya müdahale ettiğimizi" iddia ediyordu.

Halbuki davanın seyriyle ilgili bir şey söylenmiyordu.

Sanıkların suçlu olup olmadığına dair bir yorum yoktu.

Zaten suçlu olup olmadıklarını da bilmiyorduk.

Biz sadece, Adana Adli Tıp Kurumu’nun, İstanbul tarafından yalanlanan o raporu nasıl verdiğini soruyorduk.

Ama Bağcılar Savcısı, davayı açarak bunu sormamızı engellemeye çalışıyordu. O zaman bir soru daha çıktı karşımıza.

Niye yapıyordu bunu?

Neden bu olayla ilgilenmemize engel olmaya, bizi bu olaydan uzak tutmaya çalışıyordu?

Açılan her davanın bir amacı vardır.

Bu davanın amacı neydi?

Hangi hukuki kriterlere dayanıyordu?

Geçen gün bu davadan yargılandım.

Mahkemenin savcısı, iddianameyi hazırlayan değildi, başka bir savcıydı.

Davanın dayandığı hukuki kriterleri ve Bağcılar Basın Savcısı’nın iddianamesini yeterli bulmadığından "beraatımı" istedi.

Mahkemenin yargıcı da beraat kararı verdi.

Mahkemedeki savunmamda Bağcılar Savcısı hakkında bir idari soruşturma açılmasını talep ettim.

Ve savunmamda şunu söyledim:

"Bakın bu ülkede hepimizi utandıracak boyutlarda bir çocuk pornosu rezaleti var.

Küçücük çocuklar rezilce arzulara alet ediliyor.

Bu çocukları yargı korumayacaksa kim koruyacak?

Eğer yargı bu çocukları koruyorsa, neden yanlış rapor verenler değil de, çocuklar konusunda titiz ve dikkatli olunmasını söyleyen bir yazar yargılanıyor?

Niye bu sanık sandalyesinde ben oturuyorum?

Yanış rapor veren doktorlar nerede?

Niye sanık sandalyesinde değiller?

Neden bunun hesabı onlardan sorulmuyor?

O doktorları kim koruyor?

Yanlış raporlar veren ve bu konuda kendilerine hesap sorulmayan insanlar olursa, çocuklarımızı nasıl koruyacağız?

Ciddi bir tehdit altında oldukları görülen o kimsesiz ve fakir çocukları kim koruyacak?"

Yargılandığım mahkemenin savcısı ve yargıcı, bu ülkede hukuku ciddiye alan hukukçular olduğunu da kanıtladılar.

Kendilerine minnettarım.

Beni beraat ettirdikleri için değil.

Çocuklara kötü davranacak olanların çekinmesi gereken hukuki bir otorite bulunduğunu bu ülkeye gösterdikleri, tedirgin insanlara güven verdikleri için.

Adını bile yazamadığımız o küçük çocuğun başına gelenler hakkında şimdi daha net bilgilerim var.

Bir felakete uğradığını biliyorum.

Onun güvenilir bilim adamları tarafından yeniden muayene edilmesini istiyorum.

Eğer yanlış rapor verdikleri ortaya çıkarsa Adana’daki doktorların yargılanmasını istiyorum.

Bağcılar Savcısı’na bu kadar hayati bir konuda neden bizi bu davadan uzak tutmaya çalıştığının sorulmasını istiyorum.

Bunları Adalet Bakanı’ndan ve Adalet Bakanlığı’nın üst düzey bürokratlarından istiyorum.

Aldırmayabilirler.

Küçük bir çocuğun dramına omuz silkebilirler.

Çeşitli nedenlerle birilerini korumaya çalışabilirler.

Böyle davranmayacaklarını umarım.

Çocuk pornosu denilen o rezilliğin bütün toplumu sarsacak biçimde patladığı bu ülkede, yeryüzünün en iğrenç suçunu işleyenlere, bunu yapanların da, buna müsamaha gösterenlerin de, olayların örtbas edilmesini sağlamaya uğraşanların da hukuktan kaçamayacaklarını göstermek onların görevi.

Aksine davranmak, yalnızca rezil insanları cesaretlendirmeye yarar.

Ve, bunu yapmanın bedeli ağırdır.

Ben altı yaşımdayken beni yerimden kaldıran adamı unutmadım.

Bu toplum, çocuklarına saldıranları ve onları korumaya kalkanları hiç unutmaz.

Bu ülkenin yazarları var, gerçek hukukçuları var, gazetecileri var, namuslu, vicdanlı insanları var.

Onların adına da konuşabileceğime inanıyorum.

Biz bu çocuğu da, diğer çocuklarımızı da korkunç bir kadere teslim etmeyeceğiz.

Yazı bunun için var çünkü, eğer bu işe yaramayacaksa yazı başka hiçbir işe de yaramaz.
Yazının Devamını Oku

Tanrı bağışlamayacak bizi...

17 Aralık 2006
Bir şeylerin kaybolmakta olduğunu, kaybolduğunu ve kaybolacağını hiçbir şey güneşli bir kış günü kadar kuvvetli hissettirmez insana. Güneş o kadar çabuk kaybolur ve karanlık o kadar çabuk çöker ki...

Altın saçlarını tarayan peri kızları çıplak ayaklarıyla öyle çabuk kaçarlar ki...

Tanrının kimi affetmeyeceğini düşünürsün.

Ve, kimin tanrıyı affetmeyeceğini.



Güneşli bir kış günü bir odada oturmak zordur. Hiçbir şey, bir şeylerin kaybolmakta oluşunu güneşli bir kış günü gibi kuvvetle hissettirmez insana.

Diri, berrak, vaat dolu bir aydınlık vardır dışarıda, pencereyi açsan seni sıcaklığıyla kucaklayacak gibidir.

Ve, onun bir-iki saat içinde, belki de daha çabuk kaybolacağını bilirsin.

Biraz oyalansan, sokağa çıktığında seni karşılayacak olan gölgeleri uzamış, soluklaşıp serinleşmiş bir kış akşamüstü olacaktır.

Bir daha ne zaman geleceği belli olmayan böyle bir aydınlığı çok çabuk elden kaçırma ihtimali telaşlandırıp huzursuzlaştırır insanı.

Ne yağmurlu bir günün içe kapanık hüznü, ne de bir yaz gününün sonsuz görünen ferahlığı vardır.

Ev insana dar gelir.

Güneşin altında ışıklı panolar gibi parlayan apartmanlara bakarsın, neredeyse hiç hareket gözükmez pencerelerinde.

Herkes gitmiş gibidir.

Aydınlıkla birlikte yalnızlığın artar.

Geçmiş, özlemler, kederli düşünceler...

Kış güneşinin çabucak kaybedilecek olacağını hissetmek bütün kaybedişleri hatırlatır.

"Ne zaman aklına eserse gel, ayda bir kere, yılda bir kere, ama tut beni".

Böyle bir cümle hatırlarsın.

Margaret Mazzantini’nin İtalya’daki bütün ödülleri toplayan kitabının, insanın içine neredeyse sürüklenerek zorla girip sonra bir daha oradan çıkmayan cümlelerinden biri, güneşte kıvrılan büyülü bir yılan gibi kıpırdar içinde.

Bir orospuyla bir doktorun aşkı.

Kış güneşi gibi olan ilişkilerden.

Çok parlak, çok şaşırtıcı ve çok çabuk kaybolacağı endişesiyle dolu.

"Vedalaştıktan sonra arkamdan koştu, sarıldı bana.

’Sana bırak beni dediğimde sakın beni ciddiye alma. Tut beni, yalvarırım, tut beni. Ne zaman aklına eserse gel, ayda bir kere, yılda bir kere, ama tut beni..."

Doktor, yıllar sonra komadaki kızının başucunda oturup ona anlatır bunları.

Aslında hepimizin anlatacağı ama anlatabilmek için "duymayacak" birine muhtaç olduğumuz hikáyelerimiz.

Kış güneşinin, saçlarını tarayan bir peri kızının altın bukleleri gibi ıssız sokaklara yayıldığı bir öğleden sonra sizi bir odaya koysam, pencerelerden terk edilmiş gibi gözüken evlere baksanız, uzaktan uzağa bir inşaatın yalnızlığı artıran sesi gelse, neler anlatırdınız.

Apartman aralarına sığınmış çıplak bahçelerdeki hurma ağaçlarının dallarında asılı duran o ışıklı turuncu yuvarlaklara dalardı gözleriniz.

Yapraklarını yitirmiş ağaçlar.

Bir dama konmuş etrafını gözleyen bir karga.

İnsansız sokaklar.

Her şeyin hızla geçtiğini ve her şeyin hızla geçeceğini söyleyen "gizli bir lisanın" ışıklara saklanan fısıltısı.

Pişmanlıklar.

Söylenemeyenler.

Özlemler.

Komadaki kızının başucunda oturan bir doktor.

Hiç unutamadığı çirkince bir orospu.

Yağmurlu bir günde bir sokağın kuytusunda ıslak elbiseleriyle sevişmeleri.

Sizin de vardır unutulmaz sevişmeleriniz, belki de en unutamadıklarınız en anlatamayacak olduklarınızdır.

Doktorun unutamadığı orospunun adı Italia’ydı ve onu nasıl sevdiğini ölümün kenarında uyuyan kızına anlatıyordu.

"Sevmek ne demektir, kızım? Sen biliyor musun? Benim için sevmek Italia’nın soluğunu kollarında tutmak ve diğer her gürültünün susmuş olduğunu fark etmek oldu. Bir hekimim, kalbimin atışlarını bilirim, her zaman, istemediğimde de, yemin ederim sana, içimde atan yürek Italia’nınkiydi."

Bir orospuyu sevmek...

Bunu bu kadar güçlü bir şekilde ancak bir doktor becerebilir belki.

Bütün bedenlerin aynı şekilde güçsüz, aynı şekilde çaresiz ve zavallı olduğunu bilen, o bedenleri sahiplerine göre değil hastalıklarına göre sınıflandıran ve hayata olduğu kadar ölüme de alışkın biri... Hayatla ölümün birbiriyle kesiştiği çizgide duran ve orada herkesin bir diğerine benzediğini gören biri... Yüzünü hayata, sırtını ölüme vermiş, elinden kaçırdığı herkesin ölüme teslim olacağını, onu oradan geri alamayacağını her gün yeniden keşfeden biri... Herkesin ona güvendiği ve aslında güvenilecek kimse olmadığını herkesten daha iyi bilen biri... Herkese çare olan bir çaresiz.

Orospu, hamile kalır.

"Aldırmaya" karar verir.

Ama hastanenin kapısından geri döner kız, "Ben bunu yapamayacağım, doğuracağım," diyerek.

Sonra bir gün ani bir kararla çocuğu aldırır.

"’Kürtaj olduğum sabah evinin önüne geldim. Giriş kapısından çıktın, ama yanına gelmedim çünkü karın vardı. Arabaya doğru gittiniz, sen ona kapıyı açtın, hafifçe çarptın ona. O ellerini aşağı doğru, karnına götürdü... O zaman anladım. Çünkü benim hayatım hep böyle geçti, beni arayıp bulan küçük işaretlerle dolu olarak.’

’Beni asla bağışlamayacaksın değil mi?’

’Tanrı bağışlamayacak bizi.’

Tam böyle söyledi. Ve şimdi o kafeden, o yağmurdan, o uzak zamandan bana geri dönen sözcüklerini duyuyorum. Tanrı bağışlamayacak bizi."

Hayatı "onu arayıp bulan küçük işaretlerle dolu" olan o orospu, doktorun karısının ellerini hafifçe karnına götürmesinin neyin işareti olduğunu da anlamıştır.

O kadın da hamiledir.

Ve, gidip kürtaj olmuştur.

"Küçük işareti" görmüş ve hayatının bütün akışını değiştirmiştir.

Bir kadının elini karnına götürmesi, bu kadar önemsiz, küçük bir hareket, bütün bir hayatı değiştirebilir bazen.

Bütün bir hayatı.

Bir kadın neden bir adamdan çocuk doğurmak ister?

Bir çocuk doğurmak istemekle, bir adamdan çocuk doğurmak istemek arasındaki fark mıdır aslında bir kadının hayatını değiştiren?

Çocuğunu doğurmak istediğiniz adamdan bir başka kadının daha hamile kaldığını öğrendiğinizde ne yaparsınız?

"On iki yaşımdan beri sevişiyorum, bugüne dek senden başka hiç kimse bana seni seviyorum demedi," diyen o küçük orospu gidip çocuğunu aldırmıştı.

Sevdiği adamın çocuğunu.

Ve, tanrı affetmeyecekti.

Tanrı hiçbirimizi affetmeyecek, çünkü bütün günahlarımızı biliyor.

Ben o zavallı kızın, o minicik, küçük kızın şöyle de demesini isterdim:

"Ben de tanrıyı affetmeyeceğim."

Eğer onun yerine konuşabilseydim, "Çünkü" derdim, "Onun da bütün günahlarını ben biliyorum."

Bir orospunun bunu söylemeye hakkı var.

Sevdiği erkekten hamile kalıp sonra da o erkeğin karısının ellerini karnına dokundurduğunu gören bir kadının bunu söylemeye hakkı var.

Gidip, hayatının tek mutluluğunu bir kürtaj masasında bırakan birinin bunu söylemeye hakkı var.

Çünkü o da tanrının bütün günahlarını biliyor.

Güneşli bir kış günü vaatkárdır, diri bir parlaklığı vardır.

Çıplak ağaçlarda turuncu meyveler ışıldar.

Sokaklar sessiz, pencereler hareketsizdir.

Bir şeylerin kaybolmakta olduğunu, kaybolduğunu ve kaybolacağını hiçbir şey güneşli bir kış günü kadar kuvvetli hissettirmez insana.

Güneş o kadar çabuk kaybolur ve karanlık o kadar çabuk çöker ki...

Altın saçlarını tarayan peri kızları çıplak ayaklarıyla öyle çabuk kaçarlar ki...

Tanrının kimi affetmeyeceğini düşünürsün.

Ve, kimin tanrıyı affetmeyeceğini.

"Yeniden görüşmekten söz etmedik, hiçbir şeyden konuşmadık. Yolun ortasında vedalaştım onunla."

O kürtaj konuşmasının sonrasını böyle anlatır doktor komadaki kızına.

"Yolun ortasında vedalaştım onunla."

Bu kısacık cümle bile yeter bir insanın nasıl bir darbeyle yaralandığını anlamaya.

Eğer sessiz bir evde, biraz sonra kaybolacak bir güneşle parlayan boş bir sokağa bakıyorsanız bu cümlenin kederini daha iyi anlıyorsunuz.

Sadece bunu değil sanki bütün kederleri, bütün yalnızlıkları, "hiçbir şey konuşamadan vedalaşanları" daha iyi anlıyorsunuz.

O küçük orospu, parasızlıktan kötü ve bakımsız bir yerde aldırmıştır çocuğunu.

Sonra...

Sonrası daha da zordur.

"Bana bıraktığı şeyin, o hareketsiz ve hálá ılık olan bedeninin yanına kıvrıldım, bir elini alıp üzerimde tuttum. Tamam git, yaşamın artık seni yaralayamayacağı yere git... Yukarıda gerçekten bir şeyler olduğunu umarım, bir örtü, bir kanat, çünkü hiçliğin kara yanı senin için gerçekten haksızlık olur."

Doktor, unutamadıklarını kendisini duyamayan kızına anlatır.

Hepimiz, bizi duyamayan birine bir şeyler anlatmak isteriz.

Kaybolanları, kaybettiklerimizi...

Küçük işaretlerin neleri değiştirdiğini...

Güneşli bir kış günü bir odada oturmak zordur.

Tanrının bizi affetmeyeceğini fark edersiniz...

Ve, sizin de tanrıyı affetmeyeceğinizi.
Yazının Devamını Oku

Moldovalı kız, polisler ve ben...

10 Aralık 2006
Birden hayat bana çok ürkütücü gözüktü. Sıradan bir hayatı yaşayıp, sıradan işler yaparken ne tür tehlikelerin yanından geçiyorduk; biraz önce bize saati soran delikanlı, arabasına bindiğimiz şoför, her gün sahilde aynı bankta oturan sakat adam, kapıya gelen polis, onları getiren kapıcı kimdi? Hangi bilinmeyen, garip gerçekler yanımızdan geçip gidiyordu?

Ev sessiz, pencereler güneşli, oda hafiften eskimiş kitap ve sigara kokuyor, kendi halimde, kendi dünyamdayım, yazının ilk cümlesini düşünüyorum, zihnimde güneşli bir deniz gibi usul usul kımıldayan sözcükler dolaşıyor, bir sigara yaktım, kapı çalındı.

Böyle beklenmedik zamanlarda kapının çalınması pek hayra alamet değildir.

Sıkıntıyla, biraz da öfkeyle masadan kalktım.

Kapıyı açtım.

Apartman kapıcısının yanında iki adam.

Birinin kazağının altından tabancasının namlusu gözüküyor.

Ben Türk yazarı olduğum için kapıda polis görmeye alışkınım.

Ama böyle üç kişilik kadro daha önce görmemiştim.

Polislerden iri yarı, temiz yüzlü olanı, bir araba plakası söyleyip sordu, "Bu sizin arabanız mı?"

- Hayır.

- Sizin Toyota arabanız var mı?

- Hayır.

- Eskiden var mıydı?

Bir ara bir kamyonetim vardı, acaba o Toyota mıydı diye aklımdan geçirdim, değildi.

- Hayır, yoktu.

O sırada, apartmanın kapıcısı, "Sizin eskiden siyah bir arabanız vardı acaba o Toyota mıydı" diye lafa karıştı, yalan söylemiş olsam bizim kapıcı beni anında polislere ihbar edecek.

Polisler bana bir an kuşkuyla baktılar.

- O Toyota değildi, dedim.

Ama biraz sıkılmaya başlamıştım.

Bu sefer ben sordum.

- Mesele nedir?

- Moldovalı bir kızın ırzına geçilmiş de kızın plakasını verdiği araba sizin üstünüzde gözüküyor.

Şöyle bir durdum.

Bu, hayatımda bir ilkti. Bir kızın ırzına geçtiğim kuşkusuyla kapım ilk kez çalınıyordu.

Öbür polis,

- Hüviyetinizi kaybettiniz mi, diye sordu.

Bir an, John Le Carre’nin romanlarından biri aklıma geldi. Adamın kapısına iki sıradan görünüşlü polis gelir ve gayet sıradan bir olayla ilgili sorular sorarlar ama aslında aradıkları bir ajanın katilidir.

- Kaybetmedim... Hüviyetimle konunun ne ilgisi var?

- Belki, hüviyetinizi bulan biri arabayı o hüviyetle kaydettirmiştir.

- Çalıntı bir araba mı söz konusu olan?

- Bilmiyoruz.

- Çalıntı değilse hüviyetimle ne ilgisi olabilir?

- Biz sizin telefonunuzu alalım. Daha sonra bilgi veririz.

Cep telefonumun numarasını verdim.

- Belki bu konuyla ilgili ifade vermeniz gerekir.

- Ben niye benimle hiç ilgisi olmayan bir konuda ifade vereyim? Kim kayıtları yanlış yazdıysa ifadeyi o versin.

- Siz zaten verilen eşkale uymuyorsunuz... Yirmili yaşlarda biri söz konusu...

- Peki öyleyse ne konuşuyoruz?

- Belki araba sizindir diye...

- Siz, ismi ve adresi doğru aldığınıza emin misiniz?

Polis elindeki bir kağıdı gösterdi.

Üstünde "Ahmet" yazıyordu. Soyadı yoktu. Adreste ise yandaki dairenin numarası yazılıydı.

- Bu kağıtta yandaki dairenin numarası yazıyor. Orada babam oturuyor. Niye o daireye değil de bana geldiniz?

Bu soruya gülümsediler ama açık bir cevap vermediler. Sadece benden daha yaşlı olan babamın benden daha ters bir tepki göstereceğinden çekindiklerini mırıldandılar.

Genellikle lafa karışmayan diğer polis,

- Ev telefonunuzu da alayım, dedi.

Gene John Le Carre’nin kitabı geldi aklıma. Cep telefonumun numarasını vermiştim, hayatımda hiç Toyota arabam olmamıştı, verilen eşkale uymuyordum, Moldovalı bir genç kız tanımıyordum ama bir de ev telefonumu istiyorlardı.

Ev telefonumu da ellerindeki kağıda yazdılar.

Bir an bu telefon numaralarını da yanlış kaydedebilecekleri geçti aklımdan.

- Siz benim yanımdan trafiğe telefon edip şu arabanın kaydını bir daha sorsanıza... Nasıl benim olmayan bir araba benim üzerimde gözüküyor? Ya da benim üzerimde gözükmüyorsa size nasıl yanlış bir isim ve adres veriyorlar?

Polislerden biri bir yere telefon etti, "Trafik düşmüyor," deyip başka bir numara çevirdi ve oraya bir cep telefonun numarasını verip onun izlenmesi için izin almaları talimatını verdi.

Sonra, "Bana da bilgi vereceklerini" söyleyip gittiler.

Onlar gidince yazı masama döndüm.

Ama pis bir şeye sürünmüşüm gibi huzursuzluk vardı içimde.

Aklımda, polisler gelmeden önce yazmaya hazırlandığım cümle dolaşıyordu.

"Gerçek hikáyelere dayanan romanlarla filmlerde yaşanan olağanüstülükler, bir insanın zihninden çıkmış hikáyelerde genellikle pek bulunmaz, hayatın gerçekleri bazen inanılamayacak kadar tuhaftır çünkü..."

Buna benzer bir cümleydi.

Ve, biraz önce yaşadığım sahne herhangi bir romanda yazılsa okuyucuyu kolayından ikna edemezdi.

Yaşlı bir yazarın kapısına iki polis geliyor, ellerinde Moldovalı bir kızın verdiği bir plaka kaydı var, o kağıttaki adres aslında yazarın babasına ait, yazar Moldovalı bir kız tanımıyor, hiç hayatında öyle bir arabası olmamış, verilen eşkal ve yaş onunkiyle tutmuyor ama polisler telefon numaralarını alıyorlar.

Birden hayat bana çok ürkütücü gözüktü.

Sıradan bir hayatı yaşayıp, sıradan işler yaparken ne tür tehlikelerin yanından geçiyorduk; biraz önce bize saati soran delikanlı, arabasına bindiğimiz şoför, her gün sahilde aynı bankta oturan sakat adam, kapıya gelen polis, onları getiren kapıcı kimdi?

Hangi bilinmeyen, garip gerçekler yanımızdan geçip gidiyordu?

Plakasını soruşturdukları o araba gerçekten benim eskiden kullandığım bir araba çıksaydı ne olacaktı?

Kayıtların bu kadar kolay karıştığı bir yerde insanın başına neler gelebilirdi?

Kafka’nın anlattığı, insanı bir çaresizliğin içine hapseden o karanlık kuşatma, bir yerlerde pusu kurmuş yolumuzu mu gözlüyordu?

Bir anda, kendimizi hiç beklemediğimiz bir çıkmazın içinde bulabilir miydik?

Biz evimizde sakin bir şekilde otururken başka yerlerde bizimle ilgili neler oluyordu?

İnsan hayatı boyunca birçok tehlikeyi göze alarak yaşar, o tehlikelere karşı hazırlıklıdır, hangi durumda ne yapacağını daha baştan bilir, o tehlikeler onu ürpertse bile çok korkutmaz.

Ama bir de hiç bilmediğimiz, varlığından haberdar olmadığımız tehlikeler var.

Hazırlıksız olduklarımız.

Sabah uyandığımda kapımın "Irzına geçilen Moldovalı bir kızla" ilgili olarak polisler tarafından çalınacağını tahmin bile edemezdim.

Ama polisler gelmişlerdi.

Telefon numaralarımı almışlardı.

Devletin kayıtlarının bir yerinde bana ait olmayan bir araba bana ait gözüküyordu.

Başka hangi kayıtlarda adım vardı?

Daha kaç kişinin adı yanlış kayıtlara geçmişti ve onların kapısı ne zaman çalınacaktı?

Minicik sıradan olaylarla başlayıp o olayların arkasındaki olağanüstü entrikalarla süren Le Carre’nin kitaplarıyla, insanın suçsuzluğunu bile anlatamadığı bir kapana kısıldığı ve korkunç bir baskının altında ezildiği Kafka’nın kitaplarının oluşturduğu bir parantezde, hiçbir şeyin farkına varmadan yaşadığımızı düşündüm bir an.

Eğer ben Kafka’nın kahramanlarından biri olsaydım, şimdi yanlış bir kayıt nedeniyle tutuklanmış ve kimseyegerçeği anlatamayan bir zavallı olacaktım.

Le Carre’nin bir kahramanı olsaydım, o polisler bir istihbarat teşkilatının adamı çıkacaklar ve beni sıkıştıracak bir tuzağın ilmiklerini dokuyacaklardı.

Sanki iki yazar birden hayatıma dokunuvermişlerdi.

Onların yazdıklarının gerçeğe ne kadar yakın olduğunu hissedivermiştim.

Bir de Moldovalı kız vardı.

Onun başına neler gelmişti?

Yazıldığında kimsenin kolayından inanmayacağı hangi tuhaf gerçekler onu Türkiye’de korkunç bir olayın ve polis kayıtlarının içine sürüklemişti?

O gece kimin arabasına, niye binmişti?

O adamla aralarında neler geçmişti?

Eğer "postmodern" bir romanın kahramanı olsaydım, bu sefer de o kızın peşine düşerdim herhalde.

Polis karakollarında, Beyoğlu’nun izbe sokaklarında, ucuz pansiyonlarda, güven vermeyen gece kulüplerinde onun izini arardım.

Ama ben bir roman kahramanı değildim.

Evinde oturmuş, "Gerçek hikáyelere dayanan romanlarla filmler, genellikle insan zihninin yarattıklarından daha tuhaf ve olağanüstü maceralarla doludur" diyen bir cümleyle başlayan bir yazı yazmaya hazırlanan bir yazardım.

Birden polisler kapımı çalmışlardı.

"Dün gece Moldovalı bir kızın ırzına geçildi," diyerek.

Telefon numaralarımı almışlardı.

Ve, birdenbire bir roman kahramanına dönüşebileceğimi, Kafka’nın "böceği" gibi bir öğleden sonra kendimi "kuşkulu bir şahıs" olarak bulabileceğimi hissettim.

Yazı masasına oturdum.

"Ev sessiz" diye başlayan bir yazı yazmaya koyuldum.

Aklımda ise Moldovalı kız vardı.

Ona ne olmuştu gerçekten?
Yazının Devamını Oku

Bir hayat bir hayata değer...

3 Aralık 2006
"Bence ya hep ya hiç olmalı! Bir hayat başka bir hayata değer. Ben sana hayatımı veriyorsam, sen de bana hayatını vereceksin... Hem de artık bir daha pişmanlık duymadan, onu geriye de almadan, diye düşünürüm. Yoksa hiçbir şey olmasın daha iyi." O, yazarlar içinde en soylu durmayı başaranlardandı, gerçek bir aristokrattı, Dostoyevski gibi bütün parasını kumarda kaybeden birine zarafetle borç verir sonra da onun bu iyiliği hayırsızca unutmasını olgun bir gülümseyişle karşılardı, giyim zevki, incelikli davranışları, salon adabına riayeti, sükûneti onu edebiyat tarihinin en büyük devleri olan "genç" rakiplerinden ayırırdı.

Gene de edebiyatın bu büyük soylusu, anılarında herkesi şaşırtmak pahasına şu cümleyi yazardı.

- Ben çamurlar içinde yatarken bir kadın sivri topuklarıyla beni çiğnemeli, ancak böyle zevk alabilirim.

Ama işin asıl eğlenceli kısmı, insan ruhunun efendisi Tolstoy’un, aile dostu olduğu Turgenyev’in iç dünyasındaki çatışmaları hiç fark edememesi ve birlikte yaptıkları bir Paris seyahatinden sonra güncesine, "Bu Turgenyev de çok sıkıcı adam," diye yazabilmesiydi.

Tolstoy’un "sıkıcı" bulduğu ve daha sonra çok sert bir kavga yaşadığı Turgenyev, Dostoyevski’nin de Tolstoy’un da edebiyat anlayışını etkilemişti.

Dostoyevski’nin "Suç ve Ceza"daki Raskolnikov karakterini yazarken Turgenyev’in büyük romanı "Babalar ve Oğullar"daki Bazarov karakterinden etkilendiği hep söylenir.

Bazarov da gerçekten bütün bir roman dünyasını etkileyecek kadar kuvvetli bir karakterdir.

Bir "nihilisttir" bu genç tıp öğrencisi.

Her türlü siyasal düzeni, ahlakı, aileyi reddeder, sadece bilimin ve aklın doğruyu bulabileceğine inanır.

Aşka ve duygulara da yer yoktur onun inançları arasında.

Katı, neredeyse kaba bir gençtir.

Ve, güzel, zengin bir kadınla karşılaşır.

"Anna Sergeyevna oldukça tuhaf bir varlıktı. Hiçbir peşin düşüncesi yoktu, hiçbir şeye de kuvvetle inanmazdı. Bu yüzden, hiçbir şeyin karşısında gerilemez, hiçbir yöne doğru gitmezdi. Birçok şeyi kesin olarak görür, birçok şey onu eğlendirirdi. Yalnız, hiçbir şey tam olarak onu tatmin etmezdi; zaten tam olarak bir tatmin isteği de pek belli değildi. Zekası hem keskin hem de ilgisizdi: Kuşkuları hiçbir zaman unutulacak kadar tavsamaz, hiçbir zaman da tasa halini alacak kadar büyümezdi. Zengin, bağımsız olmasaydı, belki de çarpışmaya atılır, ihtiras nedir öğrenirdi... Aşık olamamış bütün kadınlar gibi o da bir şeyler istiyordu, ama ne istediğini kendisi de bilmiyordu. Daha doğrusu, bir şeyler istiyormuş gibi geliyordu ona ama aslında hiçbir şey istediği yoktu..."

Kadınla ilk tanıştıklarında Bazarov’un yorumları da duygudan epey yoksundur, "Ne vücut," der arkadaşına, "Anatomi derslerini hatırladım."

Sadece vücutla ilgilidir.

Sıkı sıkıya kapattığını düşündüğü duygu aleminin o çok sağlam zannettiği kilidinin önce bir "vücutla" açılabileceğinin farkında bile değildir.

Anna Sergeyevna ise duygusuz durmaya gayret eden bu yakışıklı genç adamdan hoşlanmıştır.

Amaçsız hayatına onu bir "amaç" yapmaya karar verir ve usulca Bazarov’u duygusal bir kapana doğru sürüklemeye başlar.

Önce ona hayatının "boşluğunu" anlatır, "can sıkıntısını, amaçsızlığını", bu anlattıklarıyla muhafızları tarafından terk edilmiş büyük bir kale gibi durmaktadır genç adamın karşısında, onu "içeri girmeye" bu sahipsiz kaleyi ele geçirmeye kışkırtmaktadır.

Bazarov kaçınılmaz olarak yaklaşır.

Yaklaştıkça "romantizmi ve duyguları küçümseyen" konuşmaları daha sertleşir, sanki tehlikeye karşı kendini uyarmaya çalışır gibidir.

Ve, genç adam düşüncelerinin duygularına söz geçiremediğini neredeyse nefretle fark etmeye başlar, bir yandan aşkı küçümserken bir yandan da kadına bağlandığını hisseder.

Turgenyev, insanın içindeki o muhteşem çelişkileri anlatan büyük kitapların en parlak örneklerinden olan romanında, Bazarov’un duygularıyla düşünceleri arasındaki çelişkiyi, kişiliğinin ikiye bölünüşünü, aklının küçümsediği aşka ruhunun nasıl esir düştüğünü harikulade diyaloglarla anlatır.

Kadının, bir erkeği istediği noktaya doğru nasıl yavaşça götürdüğünü, hangi ustalıklı sözcüklerle onu geriye dönemeyeceği mayınlı bir tarlanın ortasına çektiğini olağanüstü konuşmalarla gösterir.

Kendi duygularına yabancı olan Bazarov, hiç tanımadığı, bilmediği, varlığını sürekli reddettiği duygularını sadece bastırıp saklamaya alışkın olduğundan, onlar bir kere kıpırdamaya başladığında onları nasıl denetleyeceğini, onlara nasıl hakim olacağını hiç bilemez; o güne dek sadece akla hayran olan adam yeni keşfettiği duyguları karşısında aklının yetersiz kaldığını, mantığın ona bir çare yaratamadığını keşfedip, "gücünün" nasıl bir zayıflığa dönüştüğünü ve hiçbir şey yapamadığını sürekli kendini aşağılayarak, kendi duygularından huzursuz olarak yaşar.

Anna Sergeyevna ise güzel kokulu bir rüzgar gibi Bazarov’un yelkenlerini doldurmuş, onu istediği limana doğru götürmektedir.

"Bazarov, içinden de: ’Sen cilve yapıyorsun! Canının sıkıldığından söz ediyorsun. Yapacak bir şey bulamadığın için benimle eğlenip duruyorsun. Ben ise... diyordu. Gerçekten ruhu eziliyormuş gibi oluyordu.

Bütün vücudu ile öne doğru eğildi, koltuğun püskülleri ile oynayarak: ’Galiba hayattan fazla şeyler de bekliyorsunuz’ dedi.

’Belki de öyle. Bence ya hep ya hiç olmalı! Bir hayat başka bir hayata değer. Ben sana hayatımı veriyorsam, sen de bana hayatını vereceksin... Hem de artık bir daha pişmanlık duymadan, onu geriye de almadan, diye düşünürüm. Yoksa hiçbir şey olmasın daha iyi."

Yaklaşık yüz yetmiş yıl önce yazılmış bu satırları bugün tanıdık bulmayacak bir kadın var mıdır, bilmiyorum.

Sevdiği kadından "ya hep, ya hiç" konuşmasını dinleyip de hayatına huzurlu bir şekilde devam edebilmiş bir erkek olduğunu da sanmıyorum.

Bir kadın böyle bir konuşmayı ya kendini tümüyle çaresiz hissedip erkeği keskin bir tercihe sürüklemekten başka yol olmadığını düşündüğünde ya da duruma tümüyle hakim olduğuna inandığında yapar; doğrusu ya, bu iki ruh hali de bir erkekle kadının karşılaşmasındaki en tehlikeli andır.

Kadın böyle bir konuşmayı içgüdüleriyle sürdürürken, erkek aklıyla "doğru" cevabı ve "doğru" tavrı bulmaya uğraşır; duygular alemine girdiğinde ise akıl tümüyle acemileşip sahibini şaşırtmaktan başka bir işe yaramaz.

Erkek şaşkınlaşır.

Belki de bu yüzden karar anları erkeğin en beceriksiz olduğu anlardır.

Duyguların hakim olduğu, sınırlarını duyguların belirlediği bir alanda erkek "aklıyla" karar vermeye çalışırken, sürekli olarak kendine çarpar, "ne istediğini" değil "neyin doğru" olduğunu bulmaya çabalar.

"İstekleri" ile aklının "doğruları" ise iki düşman gibi karşı karşıya dururlar.

Ne duygularına uygun davranabilir, ne aklının sesini dinleyebilir.

Hangisini tercih etse kendine kızacak, kendini aşağılayacak, kendini güçsüz bulacaktır.

İçleri kükürtlü sular gibi yakıcı köpüklerle çalkalanırken onlar anlamını yitirmiş boş gözlerle karşılarındaki kadına bakarlar; akıl ve duygu hiç durmadan yer değiştirir, bir an biri galiptir, diğer an öteki.

Böyle bir yerden erkek yaralanmadan, kendini kanatmadan çıkamaz.

Hele Bazarov gibi akıl hayranlığıyla duyguları reddetmiş, duygular konusunda tümüyle tecrübesiz, duygu sağanaklarına alışık olmayan biri denetimi tümden kaybeder.

Genç adam, sonunda aşkını itiraf eder.

Ve, "Bir hayat başka bir hayata değer. Ben sana hayatımı veriyorsam, sen de bana hayatını vereceksin... Hem de artık bir daha pişmanlık duymadan, onu geriye de almadan, diye düşünürüm. Yoksa hiçbir şey olmasın daha iyi" diyen Anna Sergeyevna, bunun "akıllıca" olmayacağına karar vererek Bazarov’u reddeder.

Bundan sonrası, akıla tapınırken duygulara yenilen tıp öğrencisi için trajiktir.

Büyük Rus devrimini daha altmış yıl önceden sezerek kitabında neyin gelmekte olduğunu anlatan Turgenyev, "aklın esiri" olan, duyguları küçümseyen, bu yüzden de kendi kendini sakatlayan bugünün "Batılı" insanlarının en parlak örneklerinden birini de daha o günlerde yazmayı başarır.

Belki de çok mesafeli ve katı bir annenin oğlu olması, annesi tarafından "sert" biçimlerde cezalandırılması onda kadınlara karşı hem "Beni topuklarıyla çiğnesin" dedirtecek ezilmiş bir hayranlık, hem de bir öfke yarattığından romanındaki Anna bu kadar insafsızdır.

Bazarov’un ruh halini anlatmak için yazdığı, "İçinde titreyen şey tutkuydu, kuvvetli, ağır yük gibi onu ezen, öfkeye benzeyen, hatta belki de öfkeyle bağlantısı olan bir duygu," sözcükleri belki de kendi ruh halini anlatıyordu.

Tolstoy tarafından "sıkıcı" bulunacak kadar ağırbaşlı ve durgun, kadınların topukları altında çiğnenmek isteyecek kadar şaşırtıcı bir dahinin iç dünyasında neler olduğunu, orada olanların yazdığı kitaplara nasıl yansıdığını anlamak o kadar kolay değil.

Ama, duygularla aklın çatışmasını, insanın içindeki çelişkileri, duyguyu küçümsemenin ağır bedelini unutulmaz biçimde anlattığı kesin.

Yazarken bir kadın gibi hissedebildiği de...

Akla uygun yaşayıp...

Duygular áleminde acılar çekerek, daha fazla acı arayan bir çılgın olduğu da...
Yazının Devamını Oku

Birlikte mahvolmak isteyeceğiniz biri...

26 Kasım 2006
Hayatı, hayatın gücünü, meyvesini, tadını, ölümünün güzelliğiyle reddeden bir ağaç gibi kendi yanışıyla, yok oluşun kokusu sinmiş varlığıyla, yok oluşa yaklaştıkça ışıldayan tavırlarıyla, hayata karşı aldırmaz başkaldırışıyla sizi çeken insanlar vardır. Onlara dokunduğunuzda, yapraklarınızın ölümün güzelliğiyle kızıllaşacağını sezdiğiniz insanlar... İntihar gibi bir ilişki. "Birlikte" yok olmanın, başkalarıyla yaşamaktan daha zevkli olduğuna inanacağınız bir ilişki.

Bir meyve ağacı için fazla büyük bir ağaç o, her yıl biraz daha kalınlaşıp büyüyen dallarıyla bir çınarla yarışacak gibi gözüküyor.

Bütün iriliğine rağmen dünyanın en tatsız yemişlerini veriyor.

Olgunluktan yere dökülen armutları bile sert ve tatsız.

Kimse yemiyor.

Bahçede top oynayan küçük çocuklardan biri bile yorulup terlediğinde onun meyvelerinden yemeye yanaşmıyor.

İriyarı, tabanlarını yere vura vura yürüyen, kalın enseli, sıkıcı ihtiyarlara benziyor.

Ama kasım ayı geldiğinde...

Meyvesiz dallarındaki yapraklar sararıp kızıllaşmaya başlıyor...

En canlı, en diri, en yeşil olduğu zamanlardaki tatsızlığından intikam alır gibi inanılmaz bir görkemle, bütün ağaçlardan daha güzel, daha koyu ve daha etkileyici bir ölümle ölüyor.

Öyle ölüyor ki sanki doğuyor.

Yakut kızılı, safran sarısı, tül kahverengisi, arada ölümün güzelliğini daha da göstermek ister gibi canlı kalan üzüm yeşili yapraklar kümeler halinde iç içe geçiyorlar, rüzgár estiğinde dalgalanan renkleri müziği andırıyor, her bakan sanki kendi içinde boğuk bir sesin söylediği kederli bir şarkı duyuyor.

İnsanı çağıran bir şeyler var ölümünde.

O koca gövde inceliyor, zarif bir oynaklıkla aşüfteleşiyor.

Yapraklarına karışma isteği uyandırıyor.

Ölümündeki bu istek uyandıran çağrı, önünden geçen herkesi kendine baktıran güzellik bana çocukluğumda seyrettiğim o eski filmlerdeki Şanghay batakhanelerinin afyonkeş fahişelerini hatırlatıyor; uzun ve karmaşık bir macerası olan, beyazlaşıp şeffaflaşmış yüzüyle bir yok oluşa giderken sihrine kapılmış erkekleri de beraberinde götürecek olan Rita Hayworth’ları.

Böylesine ölümcül bir güzellik, birlikte mahvolma arzusu uyandıran bir cazibe yaratıyor.

Birlikte mahvolmak...

Hayatı, hayatın gücünü, meyvesini, tadını, ölümünün güzelliğiyle reddeden bir ağaç gibi kendi yanışıyla, yok oluşun kokusu sinmiş varlığıyla, yok oluşa yaklaştıkça ışıldayan tavırlarıyla, hayata karşı aldırmaz başkaldırışıyla sizi çeken insanlar vardır.

Onlara dokunduğunuzda, yapraklarınızın ölümün güzelliğiyle kızıllaşacağını sezdiğiniz insanlar...

İntihar gibi bir ilişki.

"Birlikte" yok olmanın, başkalarıyla yaşamaktan daha zevkli olduğuna inanacağınız bir ilişki.

Bir örümcek türü var.

Garip bir biçimde çiftleşiyorlar, çiftleşirken erkek vücudunu dişinin başının önüne doğru eğiyor.

Çiftleşmeye başladıklarında, ikisinin bedeni bütünleştiğinde, dişi örümcek de erkeği yemeğe başlıyor.

Erkek dişiyi döllerken, dişi erkeği yiyor.

Çiftleşme bittiğinde erkek de kelimenin gerçek anlamıyla bitiyor, dişi onu yemiş oluyor.

İki örümcek çiftleşmeye başlarken, erkek bunun kendi sonu olacağını, öleceğini biliyor.

Ama birlikte olmak nasıl bir haz veriyorsa, erkek ölümü, öldürülmeyi, parçalanmayı daha baştan kabul ediyor.

Doğa bazen böyle insafsız şakalar yapıyor.

Ölüm gibi her canlıyı ürküten büyük bir tehdit yarattıktan sonra, o tehdidi bile unutturabilecek inanılmaz bir haz yaratabiliyor.

Ve, eğer o hazzı size tattıracak birine rastlarsanız yok olmaya aldırmıyorsunuz.

Bütün hayatınızdan vazgeçebiliyorsunuz.

Biriktirdiğin ne varsa, para, ün, itibar, aile, iş bir kenara itebiliyorsunuz.

Ölüm korkusundan bile daha büyük bir cazibeye dokunabilme karşılığında, ölümden bile beter olana, canlı canlı yenmeye, yavaş yavaş tükenmeye ve üstelik o tükenişten zevk almaya koşuyorsunuz.

Alıyorsunuz da...

Daha da beteri, siz ölümü bile aşan muhteşem bir hazzı yaşarken, size bakanların, sizi seyredenlerin, böyle bir hazzı hiç tatmamış, varlığından haberdar olmayanların, kendi küçük limanlarında küçük sandallarıyla gezmenin olağanüstü yolculuklar olduğunu sananların, sizi küçümseyeceğini, ne karşılığında hayatınızdan vazgeçtiğinizi anlamayacağını, sizi akılsız bulacağını biliyorsunuz.

Ama birlikte mahvolmayı seçeceği insanı bulanlar, başkalarının söylediklerine, yargılarına, alaylarına aldırmıyorlar bile.

Büyük bir ihtimalle kendilerini küçümseyenleri küçümsüyorlar.

Biliyorlar ki, bilmediğini küçümser insanlar.

Kendilerinin yaşamadığını, asla yaşanmayacak, yaşanmaması gereken gerçekdışı hayaller sanırlar.

Ve, o insanlar kendilerine hiç sormazlar:

- Ben, birlikte olmak karşılığında yok olmayı kabul edeceğim birine rastladım mı?

Kendilerine hiç sormazlar:

- Ben kiminle olmak için yavaş yavaş ölmeyi ve bu ölümden haz almayı kabul ederim?

Siz hiç böyle birine rastladınız mı?

Size, ölüme hiç aldırmadan, ölüm gibi bakan birini gördünüz mü?

Ve siz, ölümü önemsizleştiren bir haz yaşadınız mı?

Ölürken güzelleşen ağaçlar, sevişirken ölen örümcekler, bir aşk için bütün hayatını yakan insanlar var bu tabiatta.

Hangisine imrenmeliyiz?

Hangisini dilemeliyiz kendimiz için?

Nasıl bir mutluluğun, nasıl bir hazzın peşine düşmeliyiz?

Ölümü bile unutturacak olağanüstü bir hazzın hayatın bir yerlerinde saklı olduğunu biliyorsak eğer, bu haz karşılığında hayatımızı vermemiz gerektiğini de seziyorsak, ne yapmalıyız?

Yaşamın uysal mutluluklarıyla yetinmeli miyiz?

Bizi mahvedecek bir hazla kuşatacak olana rastladığımızda kaçmalı mıyız yoksa o hazzı yaratacak olanı mı aramalıyız her yerde?

Şanghay batakhanelerinde, elinde uzun sigara çubuğu, afyonla buğulanmış gözleri ve kızıl saçlarıyla, dumanların arasından size doğru yürüyen bir Rita Hayworth düşünün...

Ya da, deli gözleriyle, size hiç tatmadığınız en çılgın, en sapkın, en olağanüstü zevkleri vaat ederek yaklaşan çılgın bir aristokratı, bir markiyi...

Geri çekilir miydiniz?

Size yaklaşan hazdan kaçar mıydınız?

Sizi mahvolmaya razı edecek bir hazzın ışıklarıyla gözlerinizin kamaşmasından korkar mıydınız?

Beraber mahvolacağınız birini bulmak...

Bu bir şans mı, şanssızlık mı?

Belki öyle birini aramayız, korkarız öyle bir arayışa girmekten ama ya karşımıza çıkarsa o, sıradan mutluluklarla mutsuzlukların sınırladığı hayatımızı parçalayacak, bize varlığından bile haberdar olmadığımız zevkler verecek, bizi elimizden tutup yok oluşun kenarına etimizi hazdan uyuşturarak götürecek birine rast gelirsek...

Bir vakitler, bütün dünyayı sarsan bir Japon filmi seyretmiştim Paris’te, sinemanın kapısında kuyruklar uzamıştı.

Sevişmekten en büyük hazzı alabilmek için uğraşan bir çifti anlatıyordu.

Sevişirken birbirlerine ölüm korkusunu da tattırıyorlardı, büyük bir bitişin kenarında en büyük hazzın saklı olduğuna inanmışlardı.

Seyredenler de, seyrederken inandılar.

Onun için akın akın gidip izlediler filmi.

Bilmedikleri bir duyguyu anlamaya, öğrenmeye koştular.

Gördüklerine şaşırdılar ama garip bir içgüdüyle bunun mümkün olabileceğini düşündüler.

Tabiat tuhaf sırlarla dolu.

Bazen kendi kendisiyle, yarattığı en büyük korkularla da alay edebiliyor.

Bir örümcek, sevişirken seviştiği dişinin kendisini yemesine razı oluyor.

O nasıl korkunç bir haz olmalı ki karşılığında hayatını veriyor.

Karşılığında hayatını verebileceğin kadar büyük bir haz...

Büyük bir istek...

Büyük bir tutku...

Böyle tutkuların peşinden giden insanlar gördüm, siz de görmüşsünüzdür.

Başkalarının acıdığı ama başkalarının düşüncelerine aldırmayacak kadar yaşadıklarıyla büyülenmiş insanlar.

Birlikte mahvolacağınız birine rastlamak ister miydiniz?

Böyle bir hazzı yaşamak...

Karşılığında kendinizi, varlığınızı, her şeyinizi yok etmek...

"Benimle yokluğa yürürsen sana varlığında tatmadığın bir zevk vereceğim," diyen biri...

Bunu söyleyecek insanın karşısındakini etkileyecek bir cazibesi olabileceğine inanmak çok zor değil.

İster miydiniz böyle birinin karşınıza çıkmasını?

Bizim bahçedeki, ölümünü insanların hayranlıkla seyrettiği armut ağacı, ölüme yaklaştığı, yapraklarının ölümden bir gökkuşağı gibi renklenip parladığı günleri mi arzuyla bekliyor acaba yoksa tatsız meyveleriyle sıradan bir ağaç gibi yaşamayı mı arzu ediyor?

Nasıl bir ağaç olmak isterdiniz acaba?

Yakut kırmızısı yapraklarınızın akşam vakti safran sarısı parıltılarla tutuştuğunu görmek ister miydiniz?

Ancak yok oluşa yaklaştığında gerçekleşiyor bu.

Birlikte mahvolmaya razı olacağınız birine rastlamak ister miydiniz, hazla tutuşmak ve her korkuyu unutmak...

Bir tutkuyla mahvolmaya yürüdüğünüzde oluyor ancak bu...

Ama siz bunu ister miydiniz?
Yazının Devamını Oku

Sonsuz beş dakika...

12 Kasım 2006
Hepimiz en çok "hayatın gerçeklerinden" korkmuyor muyuz? Gerçeklerle yüzleşmemek için her şeye razı değil miyiz?

Sizi gerçeklerden azat ediyorum, düzeninizden kurtarıyorum.

Bu yazının içinde hepimiz mevsimini kaybetmiş birer aydınlık sabahız.

Bilmediğim yollara sapmayı severim. Tam da yazdığım bu cümle gibi. Çünkü bu cümlenin aslında yazmayı tasarladığım, aklımda kurduğum yazıyla doğrudan bir bağlantısı yok ama aklımdan geçen birçok cümle arasından dikkatimi o çektiğinden birdenbire bilmediğim bir yola sapar gibi yazdım onu.

Kaybolabilirim.

Peşime takılırsanız siz de bu yazının içinde benimle kaybolabilirsiniz.

Korkar mısınız kaybolmaktan?

Ben korkmam.

Hoşlanırım bile.

Böyle çok macera yaşadım, kimi ürkütücü, kimi eğlendirici birçok olayla karşılaştım.

Bir keresinde, ormanlık bir arazinin kenarında kaybolmuştum, vakit geceyarısını geçiyordu, bir adam görmüştüm, yolu ona sormuştum.

Adam durduğu yerde sallanıyordu.

Uzun uzun bana bakmış sonra, "ebabil bir kuştur, yolu söylemeyen puşttur," demişti.

Bir türlü aklını toplayıp yolu tarif edemiyor, gülüyor, "şimdi söyleyeceğim, hadi gel bir bira içelim" diye kolumu tutuyor, sonra elini dizine vurup "ebabil bir kuştur," diyordu.

Karanlığın içinde o adamla, kahkahalarla gülerek tuhaf, gerçekdışı konulardan konuşmuştuk.

"Ebabil"den ayrıldığımda yolu hálá bilmiyordum, ormanın içine girip çıktım, dolaştım, aynı yerlerden defalarca geçtim ve sonra kayıp yolcular tanrısının her zaman yetişen yardımıyla aniden anayola çıktım.

O birkaç saat hayatımın gerçekliğinin dışında var olan bir başka gerçeklik olarak yazıldı hafızama.

Dağınık, birbirleriyle bağlantısı olmayan yollardan geçip, birbirine nasıl bağlanacağını bilmediğim cümleler arasında dolaşmak istiyorum bazen.

Çıplak ağaç dallarının buz kristalleri gibi kuru seslerle birbirine çarptığı rüzgárlı ayaz bir geceden, pirinç bir şerbetçi güğümü gibi ışıl ışıl yanan aydınlık bir sabaha uyandım ben bugün.

Mevsimini şaşırmış bir gün pencerelere sokulmuştu.

Balkon kapısını açtım.

Serince bir esinti doldu içeri.

İşte o serinlik, o parlak ışık çağıltısı benim gerçeklik duygumu, aklımın ve duygularımın düzenini paramparça ediverdi, bu sabah belli bir düzene sahip hiçbir şeyden hoşlanmamaya karar verdim.

Delirmiş bir hayvan bakıcısı gibi düzensizliklerin, tuhaflıkların içine kapatıldığı kafeslerin kapılarını açmak istiyorum.

Bırakalım, cümleler birbirini tutmasın.

Bırakalım, yazanı da okuyanı da bilinmeyen yollarda bu sabah birkaç dakikalığına kaybolsun.

Hepimiz en çok "hayatın gerçeklerinden" korkmuyor muyuz?

Gerçeklerle yüzleşmemek için her şeye razı değil miyiz?

Sizi gerçeklerden azat ediyorum, düzeninizden kurtarıyorum.

Bu yazının içinde hepimiz mevsimini kaybetmiş birer aydınlık sabahız.

Nedir sizin canınızı sıkan, nedir sizi üzen?

Şu anda, burada, benimle birlikteyken hiçbiri önemli değil.

"Ebabil bir kuştur..."

Hep bildiğiniz yollardan geçmeyin.

Hep bildiğiniz yerlere çıkarsınız.

En çok kararsızlıklarınızı seviyorum, kendi duygularınızın arasında kaybolduğunuz anları, onlar en gerçek, en samimi anlarınız, yolunuzu bulduğunuzda, "doğru" tercihleri yaptığınızda biraz sahtekarlaşıp sıkıcılaştığınızı düşünüyorum.

Hayatınızı nasıl yaşıyorsunuz?

Nasıl yaşıyorsunuz şu allahın belası hayatınızı?

Tadını çıkartıyor musunuz?

İsteklerinizi gerçekleştiriyor musunuz?

Siz beş dakikanın ne kadar kıymetli olduğunu biliyor musunuz?

Size bunu, beş dakikanın nasıl bir değeri olduğunu anlatacak birini tanıyorum.

Kendisi bir Rus.

Büyük bir yazar.

Adı Dostoyevski.

Gençliğinde gizli bir siyasi toplantıda yakalandığında idama mahkum olmuştu, idam mangasının önüne gruplar halinde çıkartılan mahkumlar arasında sırasını beklerken, bir haberci gelip "imparatorun kendilerini affettiğini" bildirmişti.

Daha sonra bir romanında bir kahramanının ağzından o beş dakikayı anlatmıştı.

"Nerden baksanız, beş dakikadan daha fazla değildi önlerinde kalan zaman mahkumların. Bu beş dakika arkadaşımın gözüne bitmez tükenmez bir süre, bitmez tükenmez bir zenginlik olarak görünüyordu, bu beş dakika içinde akla hayale gelmez bir hayat yaşayabileceğini düşünüyor, bu nedenle de, o son anı düşünmeye bile gerek duymayıp, önündeki zamanın planlamasını yapıyordu: Arkadaşlarıyla vedalaşmaya iki dakika ayırıyordu örneğin, kendi kendine son bir kez düşünmek için ayırdığı süre iki dakikaydı; kalan süreyi de son bir kez çevresine bakmak için ayırmıştı... Vedalaşma faslı bitince, kendi kendine düşünmek için ayırdığı iki dakikalık süre başlamıştı. Bu süre içinde ne düşüneceğini önceden belirlemişti: Şu anda varım ve yaşıyorum, üç dakika sonra bir şey olacağım ama ne olacağım, nerde olacağım, üç dakika sonraki ben kim olacak? İki dakika içinde yanıt bulmayı istediği sorular işte bunlardı... Az sonra başlayacak yeni yaşamın bilinmezlikleri ve bu yaşama karşı duyduğu tiksinti korkunçtu, ama durmamacasına zihnini yoklayan şu düşünce daha korkunçtu,: "Ölmüyormuşum! Yeniden yaşama dönüyormuşum! Bitip tükenmez bir yaşam! Ve hepsi, olduğu gibi hepsi benim! Ah, bir yüzyıl bile yaşayacak olsam, her anın değerini bilir, tek bir dakikayı bile boşa harcamazdım."

İdam kuyruğunda beklediğiniz bir beş dakikayı düşünün, biraz sonra öleceğinizi bilerek geçirdiğiniz bir beş dakika.

O anda hayatınız bağışlanacak olsa, nasıl bir hayat yaşacağınızı hayal ederdiniz?

"Tek bir dakikayı bile boşa harcamayacağınız bir hayat" değil mi?

Yaşamanın değerini anlardınız.

Daha da önemlisi dakikaların değerini anlardınız, "beş dakikanın" bir hayat anlamına gelebileceğini anlardınız.

Bir daha tek bir dakikayı bile boşa harcamak istemezdiniz.

Hayatınız bağışlanınca bir başka soruyla karşılaşırdınız elbet, "dakikaları nasıl doldurmak gerek" ki hayat değerli olsun.

Nasıl yaşamalısınız?

Nasıl yaşamak, hayatı değerli kılar?

Bilmediğiniz yollara sapmak mı?

Bildiğiniz, ezberlenmiş yollardan gitmek mi?

Dışarıda başka mevsimlerden gelmiş aydınlık bir gün var, güneşli, parlak, epeyce yabancı ve şaşırtıcı.

İncecik ışıklar parlak bir bisturi gibi hayatı dakikalara ayırıyor.

Hepsinin kıymetini biliyorum şu anda.

Ve o dakikaların hiçbiri diğerine değmiyor.

Başka başka yerlere gidiyorlar.

Bilmediğim yollar gibi.

Ben çok kayboldum, bir gece Budapeşte’de, bir gece Palermo’da, bir gece Gine ormanlarında, bir gece Mississippi kıyılarında...

Bir defasında Karadeniz sahillerinde.

Orada bir sarhoşa rastladım.

Gülüyor ve yolu hatırlamıyordu, onunla uzun uzun ahbaplık ettim, hiçbir dediğimizi hatırlamıyorum, güldüğümü, çok güldüğümü hatırlıyorum sadece.

Ben kaybolmaktan korkmam.

Belki de en çok kaybolduğum zamanlarda eğlendim.

Bir gece, şişman yaşlı kadınların küçük masalarda oturup müşteri beklediği izbe bir batakhaneye gitmiştim, orada bir votka içmiştim, dişleri dökülmüş, şaşı bir kız tek başına dans etmişti, yaşlı kadınlarla birlikte onu seyretmiştim.

Tuhaf yerlerde kaybolduğum da oldu benim.

Kaybolmadan yaşamak dakikalara ihanet gibi geliyor bazen bana.

Yeraltı şelaleleri gibi siyah uçurumlara dökülen karanlık duygular içinde kaybolduğum da oldu.

Nefessiz kaldığım.

Sırılsıklam kesildiğim.

Bütün duyguları ezberlenmiş yollar gibi bildiğimiz halde, bütün bildiklerimizin bize yabancı ve bilinmez geldiği zamanlar vardır.

Özlemek öyle bir duygudur.

Bildiğimiz bir yoldur ve her seferinde o yolda kayboluruz.

Geçmişimizle geleceğimizi "beş dakikalık" bir idam sahnesi, kesin bir ölüm kararı birbirinden ayırdığında, artık çok değerli gözüken geleceğe, geçmişten neleri ya da kimleri alırız?

Kimleri alacağımızı düşünürsek, sanırım onlar geçmişimizin en değerlileridir.

Bazen geçmişte, bazen gelecekte kaybolmak istiyorum.

Hayatı, son bir beş dakika gibi, her bir dakikanın kıymetini bilerek yaşamak istediğimizde, saklamaya çalıştığımız, bastırdığımız bütün duygular ortaya çıkar, "geniş zamanlarda" gizli yerlere kapatılmaya razı olsalar da, bu kadar "dar ve kıymetli" bir zamanda yaşanmak, hissedilmek isterler; hayatı o son beş dakika gibi yaşadığımızda, hayatın "son beş dakika" olduğuna karar verdiğimizde anlarız aslında kiminle olmak istediğimizi, gerçek duygularımız, gerçek isteklerimiz, gerçek özlemlerimiz, gerçek ihtiraslarımız ortaya çıkar.

O son beş dakikada kendinize ihanet edemezsiniz çünkü.

Kendinize yalan söyleyemezsiniz orada.

Ama hayatı son beş dakika gibi yaşayamazsınız.

Bunu biliyorum.

Ama ya öyle yaşasaydınız?

Bilmediğiniz bir yola sapmak gibi bu soru...

Bu soruyu sorunca insan kendi içinde o kadar çok bilinmedik yer, o kadar gizli sokak, o kadar şaşırtıcı macera bulur ki...

Bilmediğim yollara sapmayı severim ben.

Bir sarhoşa rastlamıştım, çok gülüyordu, "ebabil bir kuştur," diyordu.

Dostoyevski’nin romanında, "Ölmüyormuşum! Yeniden yaşama dönüyormuşum! Bitip tükenmez bir yaşam! Ve hepsi, olduğu gibi hepsi benim! Ah, bir yüzyıl bile yaşayacak olsam, her anın değerini bilir, tek bir dakikayı bile boşa harcamazdım," diyen adamın kurtulduktan sonra ne yaptığını, hayatını nasıl yaşadığını soruyordu birisi.

İdam mahkumunun hikayesini anlatan prens şöyle cevap veriyordu:

"Bunu ben de sordum kendisine; hiç öyle yaşamamış, yok yere pek çok dakikalar kaybetmiş."

Son beş dakika gibi yaşanmaz hayat, zaman uzadığında kendimize söylediğimiz yalanlara geniş yer ayrılır, alışkanlıkların ve aklın sıkıcı saltanatına sığınılır.

Bildik yollardan gidilir.

Ama gene de sormalı arada bir, "hayatı o son beş dakika gibi yaşasaydım, o beş dakikaya kimleri, neleri alırdım" diye.

Sanırım kendi gerçeklerimizi buluruz bu soruda.

Gerçekleri bulmak için ne garip bir yol.

Ne garip bir sual.

İnsan böyle soruların içinde kaybolur.

Bugün Münir Nurettin dinledim, bilmem neden canım onu dinlemek istedi, sokaklarda gömlekle gezdim, taze, sıcak simit yedim.

Size anlatmış mıydım, bir keresinde Karadeniz sahillerindeki ormanların kenarında bir geceyarısı kaybolduğumda bir sarhoşa rastlamıştım, "ebabil bir kuştur," diyordu.

Dostoyevski, kurtulduktan sonra hayatın değerini bilemedi.

Siz de bilemezsiniz.

Bilebilmek için bir ölüm kararının, bir özlemin, mevsimini kaybetmiş bir sabahın, ışıklı bir sonbahar gününün, beklenmedik seslerin içinde kaybolmak gerekir.

Ben kaybolmayı severim.

Bir keresinde bir yazının içinde kaybolmuştum.

Aklımda o yazıdan bir soru kalmıştı.

"Hayatınızı son beş dakika gibi yaşasanız, neler yapardınız?"
Yazının Devamını Oku

Lise öğrencisi sokakta ölü bulundu

11 Kasım 2006
İzmir'in Konak ilçesinde, lise öğrencisi genç sokakta ölü bulundu. Bir ihbarı değerlendiren güvenlik güçleri, Basın Sitesi semti 52/71 Sokak'ta park halindeki otomobillerin yanında bir gencin cesedini buldular.

Yapılan incelemelerde, gencin vücudunda herhangi bir darp ve yara izine rastlanmadı. Gencin üzerinden Muzaffer Halit Ünal (16) adına düzenlenmiş öğrenci kimliği çıktı. Ünal'ın, Nevvar-Salih İşgören Lisesinde okuduğu öğrenildi.

Muzaffer Halit Ünal'ın cesedi, Yenişehir Mezarlıklar Müdürlüğüne kaldırıldı. Öğrencinin ölüm nedeninin otopsi sonucu kesinlik kazanacağı öğrenildi.

Olayla ilgili başlatılan soruşturma sürüyor.
Yazının Devamını Oku