Güncelleme Tarihi:
İki gün, iki gece Gazeteciler-Yazarlar Vakfı'nın Abant'ta düzenlediği toplantıyı takip ettim. Bundan hiç de pişman olmadım; çünkü Türkiye'deki en önemli sancılardan birine parmak basılıyordu.
Toplantının başlığı ‘‘İslam ve Laiklik’’ti ve şimdiye kadar derinlerde duran bu önemli konu belki de ilk kez su yüzüne çıkarılıyordu.
Öncelikle sonuç bildirgesinin giriş kısmını buraya almak istiyorum.
‘‘Biz özellikle din-devlet ilişkileri ve laiklik ekseninde düğümlenen derin bir bunalım içinden geçtiği görüntüsü veren Türkiye'nin bir grup aydını olarak Abant'ta bir araya geldik.’’
Aslında buraya söz konusu meseledeki sancıların 28 Şubat süreciyle birlikte su yüzüne çıktığı şeklinde bir tarih düşürülmesi önerisi toplantıda yapıldı; ancak kabul görmedi. Ne var ki, 28 Şubat'ın bildiriye konulmamış olması onun bu bildiride var olmadığı anlamına gelmiyordu. Bence bu toplantının öncesi, kendisi ve sonrasının temelinde yatan 28 Şubat'tı ve bu sürecin bir anlamda ne kadar hayırlı olduğu buradan anlaşılabiliyordu.
Ben, bazı yazılarımda ‘‘28 Şubat süreci Türkiye için hayırlı olmuştur’’ tezimi ileri sürdüm ve bu tezde ısrarlıyım. Eğer 28 Şubat olmasaydı Türkiye'nin bu gibi temel sancıları elbette gene çözümlenecekti ama bu belki daha uzun bir zaman alacak ve dalgalanmaya bırakılacaktı.
Oysa 28 Şubat süreciyle birlikte Türkiye'de belki sayıları ve etkileri çok az olan küçük bir azınlık dışında hemen herkes demokrasiden başka çıkış yolu olmadığını anladı ve giderek anlayacaktır.
* * *
Abant toplantısı da tartışmaları ve sonuç bildirgesiyle, ‘‘demokrasi’’yi kayıt altına alıyordu. Toplantının özü bence şuydu:
‘‘Ben sana karışmayacağım, sen de bana baskı kurma.’’
Mesele de bence buydu. Türkiye'de uzun süredir yapılan din devleti tartışmaları bu noktadan sonra bir kez daha ele alınmalıydı. Burada çok daha derinliğine ve özgür tartışmalar yapılmalı, yazılar yazılmalı, hatta filozofik tezler ileri sürülmeliydi. Dinin ve devletin ne oldukları açıkça ortaya konmalı, laikliğin tanımı yeniden yapılmalıydı.
Bunun için herkes üstüne düşeni yerine getirmeliydi. Üstüne düşeni yerine getirmenin yolu da resmi ideolojiden arınmış, kısa, özlü, temel hak ve özgürlüklere ağırlık veren yeni anayasa yapmaktan geçiyordu.
Bu da elbette yapılacaktı.
* * *
Şimdi sıra devletin kendisine çeki düzen vermesi ve kutsal devlet görüntüsünden bir an önce sıyrılmasına geliyordu. Devlet özeleştirisini yapmalı ve halkın yapmakta olduğu çağdaş ve demokrat yazısız anayasayı bir an önce yazılıya çevirmeliydi.
Halkın egemenliği işte buydu ve halkına dayanmayan, kendisini din benzeri bir resmi ideolojiyle kuşatarak başka hiçbir görüşün söylenmesine izin vermeyen devletin bu çağda yaşamasına imkân ihtimal yoktu.
Demek ki Türkiye, kimsenin başkasının yaşam tarzına karışmadığı, temel hak ve özgürlüklere dayalı barışçı ve çağdaş anayasasını mutlaka yapacaktı.
Çünkü Türkiye sonusuza kadar yaşayacaktı.