Yasemin'ce

Yasemin BORAN
Haberin Devamı

2000 yılının vizyonları

Müthiş bir döneme girmiş bulunuyoruz. Aklın sınırlarını zorlayan buluşlar hayatımızın parçası olurken, aklımız yerinde duruyor. Çünkü, kendimizi bu buluşlara kaptıracak durumda değiliz.

Neden?

Şu ara aklımız doğal felaketlere takılmış durumda da ondan.

Peki, ne olacak, şimdi?

Daha başka felaketler olacak mı, gibilerinden beynimizde dönüp duran korkuyla karışık tedirgin düşüncelerden kurtulmayı bir başarabilsek, neler olabileceğini daha iyi anlayabileceğiz.

İyi söylüyorsun, ama dünyanın içine girdiği felaketler dönemini görmüyor musun? Diyebilirsiniz. Elbette ki, görüyorum. Görmekten öte, yaşıyorum. Herkesin yaşadığı derecede, hatta daha ötesinde...

Hayatın değerini kavrayanlardan biri olarak, insanların acılarıyla birleşebiliyorum. Hem de sadece yanıbaşımdakilerin değil, dünyadaki tüm canlıların, tüm canların duygu ve sıkıntılarını bedenimde hissediyorum. Doğrusu bu durumdan çok memnun olduğum söylenemez. Çünkü, bu durum hem duygularımı, hem de zihnimi zorluyor. Ama yine de kapılmıyorum. Zaten zorlanmanın nedeni de bu!

Ama olsun. Zorlanmadan bilgilenmek, bilgiyi sindirmek mümkün değil. Hem böylesine yoğun yaşamadan anlamak da zor.

Tabii yoğun yaşamanın şöyle bir problemi var; o da az önce belirttiğim ‘‘kapılma’’ durumu.

Kapıldığınız anda işiniz bitti demektir! Ne anlayabilirsiniz, ne de gelişebilirsiniz.

Yani Yunus Emre'nin ‘‘ne varlığa sevinirim, ne yokluğa göğünürüm’’ dediği gibi olabilmek önemli...

Açıkçası, sevinçlerin ve üzüntülerin hayatımızı ele geçirmesine izin vermemeliyiz. Bunlar sadece yaşantımızın birer parçasından öteye geçmemeli. Ders alınacak, anlam çıkartılacak, gelişimimize yardımcı olacak, tüm hayatımızın çok önemli bölümleri olarak değerlendirmeyi öğrenmeliyiz.

Çünkü, ister sevinç, isterse şimdi yaşadığımız denli üzüntüler içinde bulunuyor olsak bile aynı zamanda başka gerçekleri de birlikte yaşıyoruz.

Ne mesela, derseniz; bizleri üzüntü ve acılara boğan, aklımızı durduran felaketlerin yanısıra akıllara durgunluk veren buluşların neredeyse ölüme meydan okuduğunu söyleyebilirim.

Bir tarafta ölüm, diğer tarafta ölümsüzlük!

Bir tarafta yüksek bir şuur, öte yanda şuursuzluk!

Bir tarafta yüce akıl, diğer tarafta akılsızlık!

Ve de bütün bunların hepsini içi içe, aynı zamanda, birlikte yaşıyoruz. Bunun sonucunda daha bir şaşıyoruz.

Bir tarafta hayatı zerre kadar düşünülmeden hiçe sayılan binlerce insan, diğer tarafta yaşaması imkansız olan çocukları hayata döndüren ‘‘genetik devrim’’le mucizeler yaratıyoruz. Hatta Fransız bilim insanlarının gen nakliyle yüzde yüz ölecek çocuğu iyileştirmelerinin üzerine şimdi aynı yöntemle kaderinin de değiştirilebileceği tartışılıyor.

Yani bir tarafta ‘‘Satürn’’ün baskısı, öte yanda ‘‘Uranüs’’ün yenilikçi çıkışı...

Bir tarafta bilim hayvanların yardımıyla dünyayı ve insanların hayatını kurtaran buluşlar yaparken (Ekvator'u kurbağanın salyası kurtaracak, genetik manipulasyonla farenin ömrü üç kat uzatıldı, çeşitli hastalıkların çaresini bulmak için maymuna denizanası geni nakledildi, benzeri sayısız çalışmanın üzerine) öte yandan hayvan kobaya son! deniliyor.

Bir tarafta medeniyet adına sokaklarında tek bir yaratık bırakmayan Avrupa'nın şimdi ‘‘hayvanların çektiği ızdıraba son’’ kampanyası başlatırken diğer tarafta ‘‘Kuduz’’ denilen modası geçmiş hastalık hortalayıp hayvanların ve insanların canını alıyor ve tabii bunun üzerine hayvanların hayvanların katledilmesi kampanyası başlatılıyor.

Bir tarafta ‘‘Çubuklu’’daki Petrol Ofisi'nin dolum tesislerini ‘‘akaryakıt tesisi istemiyoruz’’ diye kaldırmaya çalışırken fırtınanın batırdığı gemiden denize yayılan petrolün nelere sebep olduğuna şahit oluyoruz.

Kısacası aynı zamanda pek çok tecrübeyi içi içe yaşıyoruz da yine de pek bir şey anlamıyoruz. Anlamak için daha ne olması gerek? 2000'li yılların vizyonlarını görmek için belgesel mi, hazırlasak, ne yapsak?

Bakın işte bu iyi bir fikir! Umarım birileri bunları görüp kolları sıvar da belki o zaman 2000'li yıllara daha iyi hazırlanabiliriz, diyorum, Yasemin'ce...

Yazarın Tüm Yazıları