Yaşam Nasıl Başladı?
Yaşamın temel taşı aminoasitlerin dünyanın ilk çağlarındaki iklimde kendiliğinden oluşabileceği deneylerle gösterileli 50 yıl oldu. Ama ayrıntılar çözülemedi.. İki temel görüş var.. Eyrıca, yaşamın ne zaman başladığı bilinmiyor; 3.8 milyar yıl önce kayalarda mı yoksa hayat belirtileri 2.7 milyar yıl önce mi ortaya çıktı?
Dünya Üzerinde Kaç Tür Var?
Tek bir gram toprağın 6 bin 400 ila 38 bin tür, bir ton toprağınsa 4 milyon tür bakteri içerebileceği belirtiliyor. Bugüne kadar 1,7 milyon tür canlı tanımlandı. Bu rakam 5 milyon da olabilir 100 milyon da! 20 yıl içinde kesin rakama ulaşılacak.
Hálá Evrim Geçiriyor muyuz?
İnsanlar ortama bağlı olarak değişir. Bu değişimin kaynağı, genetik mutasyondur. Genetik mutasyon da bugün, aşağı yukarı tüm evrim sürecimiz boyunca olduğu hızda gerçekleşmekte. Peki ya seleksiyon? Batıda yaşayan bizler, doğal seleksiyondan bir şekilde sıyrılmış gözüküyoruz. Tıp sayesinde ‘en sağlıklı olan hayatta kalır ve ürer’ anlayışı yok.
Niçin Uyuyoruz?
Ortalama bir insan, ömrünün üçte ikisini uyuyarak geçirir ve uykusuzluk, açlıktan daha çabuk öldürür. Uyku, biyoloji için temel gereksinimdir. Tüm hayvanlar uyur, hatta petri kabındaki kültür nöronları bile kendiliklerinden uyku haline geçerler. Yine de uyku ne işe yarar tam olarak bilmiyoruz.
Zekanın Evrimi Kaçınılmaz mı?
Zeka, evrimin tahmin edilemeyene verdiği yanıttır. Değişen bir çevrede yaşayan hayvanlar, kolay uyum sağlamalı, yeni durumlar hakkında dikkatli karar vermeli ve buna göre hareket etmeli. İşte zekanın işe yaradığı nokta. Yani, yaşam başladığı anda zekanın evrim geçirmesi de kaçınılmaz mıdır? Her şey göründüğü kadar basit değil.
Bilinç Nedir?
Bilincin nasıl bir duygu olduğunu anlatmak oldukça kolaydır. Bilinçli olmak demek, kendini ve var olduğunu bilmek ve kendin ve dünya arasındaki farkların farkına varmaktır. Ama bunun içinde bir sorun gizli. Bir nöron kütlesinin hareketi, neden bir şeyler hissetmemize neden olur? Neden kırmızı bir gül kırmızı gözükür? Bunlar bilincin en zor sorunları.
Cinsellik Ne İşe Yarar?
Cinsellik, her zaman ilgi görür. Biyologlar 100 yıldan beri cinselliğe hayrandır ve bu ilgiyi kaybetme tehlikesi de pek yok gibi. Neden cinsellik? Aslında bu sorunun yanıtı gizli değil. Çok hücrelilerin yüzde 99.9’u cinsel olarak ürer.. Ancak bunun büyük bir açığı vardır: cinsel üremenin kısa dönemli ve hemen tüketimi.
Yaşlanmayı Önleyebilir miyiz?
Hiç kimse sonsuza kadar yaşayacağına inanmaz, ancak birçok insan yaşlılıkla gelen dertlerden büyük bir memnuniyetle kurtulmak ister. Bilindik görüşe göre, yaşlanma rasgele yaşanan bozulmaların toplanmasıdır.. hatta yaşlanmayı kontrol edene gen bile bulundu.. peki yaşlanma durdurulabilecek mi?
Yaşam Nedir?
Ne kadar basit bir soru. Hayatı yaşadıkça biliriz, değil mi? O zaman, hadi net bir tanım yapmaya çalışın bakalım. Canlıların yaptıkları şeyleri sayabiliriz, ancak bu yeterli olmaz. Örneğin, canlılar besin alır ve atıklarını dışarı atar; ama arabalar da bunları yapar... Biyologlar ve felsefeciler, on yıllardır yaşamın kriterleri üzerine evrensel bir duruş oluşturmaya çalıştı, ancak bunu başaramadı.
Diğer Gezegenlerde Hayat Var mı?
Bu zor bir soru. Soruyu bir de şöyle soralım: olmasını ister miydiniz? Dünya’nın özel bir yer olduğunu düşünüyorsanız, o zaman yanıtın ‘hayır’ olması ve diğer gezegenlerde hayat olmaması için onlarca bilimsel aldatmaca bulunabilir. Ama sıra dışı bir galaksinin bir köşesinde mavi bir noktanın, bu denli büyük öneme sahip olması fikrini de kabul etmiyorsanız, sizin için de kanıtlar sağlanabilir.
YAŞAM NASIL BAŞLADI?1953’te yürütülen bir dizi deney, amino asitler gibi yaşamın kimyasal yapı taşlarının, dünyanın ilk evrelerinde hüküm sürdüğüne inanılan atmosferik şartlarda kendiliğinden oluşabildiklerini ortaya koydu. Bu saptama beraberinde, ilk çağlardaki okyanusların da yaşamın bir şekilde oluşmasını sağlayan ‘ilk evre karışımı’ olabileceği fikrini yarattı.
Bu görüş hala bazı çevrelerde savunuluyor, ancak 50 yıl geçmesine karşın detaylar netleşmedi. Örneğin, basit moleküllerin ‘ilk evre karışımlarının’, günümüzdeki DNA ve protein sistemini yarattıkları hálá net değil. Bu tipik bir yumurta-tavuk hikayesidir. DNA, proteinlerin üretimini kodlar ve bu proteinler de karşılığında yine DNA’yı kopyalayan kimyasal reaksiyonları başlatır. Biri var olmadan diğeri nasıl olabilir?
Bir teoriye göre, ilk genomlar RNA’dan yapılmıştı. RNA da DNA gibi nükleik asit zincirleri içerir, ancak az da olsa farklı kimyasal özellikleri nedeniyle RNA, proteinlere gereksinim duymadan bazı reaksiyonları başlatabilir. Bu ‘kendine yetebilen RNA dünyası’nın yerine zamanla, günümüzdeki DNA geçmiş olabilir.
‘Önce metabolizma’ görüşü
İtibar gören bir diğer görüşse, ‘önce metabolizma’ adında. Buna göre, enerjinin bırakılması ve yaşamın sürdürülmesi için gerekli olan kimyasal reaksiyonlar, kendini kopyalayan moleküllerden önce ortaya çıktı. Yine bu görüşe bağlı bir modelde de, bu olayın, denizin derinliklerindeki hidrotermal damarlarda, demir sülfid ile hidrojen sülfidden piritlerin oluşmasıyla gerçekleşmiş olabileceği öne sürüldü.
Yaşam için gereken temel kimyasal yapı taşlarının, yeterli miktarının toplanıp, reaksiyona girip, proteinler ve nükleik asitler gibi karmaşık molekülleri nasıl ürettikleri biyologlar arasında tartışılan konuların başında geliyor.
Araştırmacılar, belirli minerallerin ‘tutunmaya müsait’ yüzeylerinin, ki en büyük favori olarak killi toprak gösteriliyor, ‘yaşamın ilk kuvözü’ olabileceğini öne sürüyorlar. Alternatif olaraksa bu yer, atmosfer içine yayılan deniz suyu veya kayalar içindeki küçük bölümler olabilir.
Ne zaman başladı?
Çözülmesi gereken en önemli konuların başında, yaşamın ne zaman başladığı geliyor. Bu başarılırsa, başlangıcın hangi koşullar altında gerçekleştiği hakkında da daha iyi bir fikir sahibi olunur.
Bazı araştırmacılar, kayalarda 3.8 milyar yıl önce yaşam olduğuna ilişkin kimyasal belirtiler bulunduğunu söylüyor. Diğerleri, hayat belirtilerinin 2.7 milyar yıldan önce ortaya çıkmadığına inanıyor.
Bambaşka bir inanışa göreyse, yaşam aslında dünyada başlamadı; uzaydan göktaşları ve kuyrukluyıldızlar içinde koza halinde geldi. Yapılan deneyler, amino asitleri içeren yaşamın asal kimyasallarının uzayda da bulunduğunu ve mikroorganizmaların, gezegenler arası yolculuğa dayanabileceğini gösterdi.
Öte yandan, nereden gelmiş olursa olsun tüm bunlar, yaşamın hala nasıl başladığını açıklamıyor.
DÜNYA ÜZERİNDE KAÇ TÜR VAR?Dünya üzerinde yaşam, büyük ölçüde bilinmeyen bir bölge halini koruyor. 2.5 asır önce Carl Linnaeus’un, organizmaların sınıflandırılması ve adlandırılması için kendi sistemini geliştirdiği günden bugüne bilim adamları, yaklaşık olarak 1.7 milyon türü tanımladı ve adlandırdı. Herkes, hálá bilinmeyen türlerin kaldığında hemfikir, ancak kaç tane oldukları yalnızca tahminlerde kalıyor. Tahminlerse, 5 ila 100 milyon arasında değişiyor.
Son 10 yılda evrim biyologları, bu soruya bir yanıt bulabilmek adına ‘Big Science-Büyük Bilim’ projesini başlatmaya çalışıyor. Çabalar, bir rakamın tek başına büyük değişiklikler yaratacağından değil. Asıl kazanılacak başarı, hangi türün nerede yaşadığının anlaşılması olacak. Ne yazık ki bugüne kadar tamamlanamayan bu bilgi, çevre biyolojisi, evrim biyolojisi ve ekolojinin temel ilkelerinin büyük bir bölümünü oluşturuyor.
5 mi 100 milyon mu
Öyleyse bu sayı şimdi 5 milyon mu yoksa 100 milyon mu? Washington’daki Smithsonian Enstitüsü’nde entomolog (zoolojinin böceklerle ilgilenen dalı) olan Terry Erwin, 20 yıldan daha uzun bir süre önce, Panama’daki bir yağmur ormanında bulunan 19 ağaca böcek ilacı püskürttü ve aşağı düşen böcekleri saydı. Erwin, diğer ağaç türlerinde de aynı sayıda böcek türünün yaşadığını varsayarak, tüm dünyada 30 milyona varacak kadar çok böcek türünün var olduğu öngörüsünde bulundu.
Ancak aynı böceklerin birden fazla ağaç türünde yaşadığını ortaya koyan yakın zamanlardaki incelemeler, bu sayıyı 5 milyona düşürdü.
Öte yandan mikroplar gerçekten hiç bilinmeyen bir alanı oluşturuyor. Bugüne kadar sadece birkaç bin bakteri türü tanımlanabildi.
Ancak genetik uzmanları, bir grup mikroorganizma arasındaki gen sekanslarını karşılaştırdığında gizli kalmış çok daha büyük bir çeşitliliğin olduğunu gördüler.
4 milyon bakteri
İngiltere’deki Newcastle Üniversitesi’nden Thomas Curtis, 2 yıl önce bu çeşitliliği esas alarak, tek bir gram toprağın 6 bin 400 ila 38 bin tür, bir ton toprağınsa 4 milyon tür bakteri içerebileceğini öne sürdü.
Dünyanın sahip olduğu biyoçeşitliliğin çok daha iyi bir tahminine ise yakında ulaşabiliriz. Bugüne kadar görülmedik çapta bir çalışmaya girişen birçok ekip, hem moleküler hem de geleneksel fiziksel özellikleri kullanarak türleri toplamayı ve sınıflandırmayı planlıyor.
Bu yaklaşım, hem en anlaşılamayan grupları hem de taksonomların en çok bulmayı istediği grupların çeşitliliğini ortaya çıkarabilir. Eğer planlar pratiğe dökülürlerse dünyada kaç türün barındığı sorusu 20 yıl içinde yanıtlanabilir.
HÁLÁ EVRİM GEÇİRİYOR MUYUZ?İnsanlar diğer hayvanlar gibi değildir. Doğacak çocuklarımızın sayısını hesaplayacağımız doğum kontrol haplarımız, üreme dışında arzularımız, yaşamamızı sağlayan ve ölümü geciktiren ilaçlarımız ve kendi DNA’mızı değiştirecek potansiyelimiz var. Evrimin etkilerini aştığımızı düşünmek insanı memnun edebilir. Evet edebilir, ancak doğru olmaz. Evrim iki esas üzerine kurulmuştur: kalıtsal varyasyon ve seleksiyon. En basit deyişle, insanlar ortama bağlı olarak değişir. Bu değişimin kaynağı, genetik mutasyondur. Genetik mutasyon da bugün, aşağı yukarı tüm evrim sürecimiz boyunca olduğu hızda gerçekleşmektedir.
Peki ya seleksiyon? Batıda yaşayan bizler, doğal seleksiyondan bir şekilde sıyrılmış gözüküyoruz. Artık ‘en sağlıklı olan hayatta kalır ve ürer’ anlayışı yok. Modern tıp, insanların hastalıkları ve ölümcül yaraları atlatmasına yardımcı oluyor. Doğum kontrolleri ve teknolojisi, üremeyi bir tercihe bağlı kılıyor. Benzer olarak cinsel seleksiyonun gücü de artık eskisi gibi değil, çünkü kimi çekici bulacağımızı medya belirliyor ve çünkü, ‘güzel’ insanların mutlaka çok çocukları olmak zorunda değil.
Böcek ve bitki dışarıda
Öte yandan bu durumda daha çok evcil hayvanlar ve bitkilerle ilişkili olan yapay seleksiyon dışarıda kalıyor. Tabii ki kendi genomumuzun evrimini, atalarımızın yüksek mahsul veya küçük köpekler elde etmek için yaptığı gibi sistematik olarak değiştirmiyoruz, ama yine de arada bir paralellik var.
Birçok insan özelliği, yapay olarak seçildiği için var oldu. Gözlüğün icadı, miyopun ilerlemesine neden oldu; süt ürünlerinin işlenmesi, yetişkinlere laktozu sindirme yeteneği kazandırdı ve taş aletler, en ilkel atalarımızın, kaslarının gelişmesine fırsat bırakmadan fiziksel yeteneklerini ilerletmelerine izin verdi. Bunun gibi daha onlarca icat, genetik havuzumuzu etkiledi.
Ayrıca, insanlar çevreyi değiştiriyor, iklimi değiştiriyor, havayı kirletiyor ve yeni hastalıkların ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu değişiklikler kesinlikle insan evrimini de yönlendiriyor.
Genetik teknolojinin, geleceğimizi kontrol almamızı sağlayacağını düşünürken o, insan evrimini hiç beklenmedik doğrultulara çevirebilir. Genetik yapımız üzerinde belirli bir noktaya kadar oynayabileceğimizi sanmak çok fazla kibirden başka bir şey değildir. Genlerimizin nasıl etkileştikleri hakkında o kadar az şey biliyoruz ki, sperm ve yumurtaların yapılarını değiştirmek beklenmedik sonuçlar doğurabilir. Kesin olarak şunu söyleyebiliriz ki, genetik havuzumuz belki de hiç olmadığı kadar hızlı değişiyor. Evrimin bizi nereye çekeceğiyse gizemini koruyor.
NİÇİN UYUYORUZ?Ortalama bir insan, ömrünün üçte ikisini uyuyarak geçirir ve uykusuzluk, açlıktan daha çabuk öldürür. Uyku, biyoloji için temel gereksinimdir. Tüm hayvanlar uyur, hatta petri kabındaki kültür nöronları bile kendiliklerinden uyku haline geçerler. Yine de uyku ne işe yarar tam olarak bilmiyoruz.
Aslında, iyileşme ve yenilenmeden, hafızanın işlemesi gibi hassas konulara kadar ortaya atılmış birkaç teori var. Bunlardan hiçbiri doğrulanmadı ve uyku araştırmacılarının üzerinde uzlaştıkları yegáne konu da tatminkar bir yanıtın var olmaması.
Uykunun birbirinden çok farklı iki evre içermesi de sorunlardan birini oluşturuyor. Hızlı göz hareketleri evresinde (REM), gözler bir yandan öbürüne gider gelir, beyin çok hareketlidir ve rüyaların büyük bir bölümü bu evrede görülür. Diğer evreyse, bilincin daha derin olarak kaybolduğu non-REM uykusudur.
Uyku, beyin işi
Bu iki evre birbirlerinden o kadar farklı ki aynı amacı taşımaları olanaksız, ama yine de bir bağları var. Doğal bir uykuda, non-REM’in arkasından her zaman bir REM devresi gelir. Bu da bir şekilde bağlantılı olduklarına işaret eder.
Ne kadar karmaşık olursa olsun kesin olan tek şey, uykunun beynin işi olmasıdır. Bunu, hayvanların uyuması, bitkilerinse uyumaması gerçeğine dayandırabiliriz. Ayrıca kaslar, karaciğerler gibi organların hiçbiri de uyumaz. Bu belki de çoktan biliniyor görünebilir, ancak beynin serebellum denilen büyük bir bölgesinin uykuya katıldığı ancak bu yıl belirlenebildi.
Uykunun, tamamen bir ‘beyin işi’ olduğu bilgisiyle yola çıkan bilim adamları, en azından non-REM uykusunun, serbest radikallerin beyne verdiği zararların onarıldığı bir evre olduğu fikrinde birleşiyor.
İki kanıt
Diğer organlar, bu zararları, hasarlı hücreleri gözden çıkarıp yenileyerek bertaraf ederken beynin böyle bir seçeneği yoktur. Bu nedenle de beyin düğmesini kapatır ve gece çalışan yol işçileri gibi her şey durulduğunda işe koyulur.
Bu görüşü destekleyecek kanıtlar da bulunuyor. Bir kanıta göre, yüksek metabolizma hızına, buna bağlı olarak da serbest radikallerce daha hızlı zarara uğrama oranına sahip hayvanlar, yavaş metabolizmaya sahip olanlardan daha fazla uyurlar.
İkinci bir kanıta göreyse, uykusuzluk çeken farelerde beklenmedik seviyede yüksek oksidatif zarar görüldü. Bu yılın başlarında yapılan gen deneyleri de, beynin uyku halindeyken protein sentezini ve doku onarımını yürüten genleri harekete geçirdiğini doğruladı. Peki ya REM’in etkisi ne? Bazı araştırmacılar, bu evrenin beynin ilk gelişim safhalarında etkili olduğuna inanıyor. Tam olarak bilemiyoruz ve sanırım bulabilmek için de uykumuzdan daha çok feragat edeceğiz.
ZEKANIN EVRİMİ KAÇINILMAZ MI?Evrimin ulaştığı en yüksek noktanın zeka olduğunu düşünmek insanı rahatlatır. İnsanı evrenin merkezi olarak kabul eden züppeliği bir kenara bırakıp bir de şunu düşünün: zeka da adaptasyonlardan biridir. Zeka, belirli bir ekolojik ortamda yaşayabilmenin en iyi yolu olduğu için evrimle gelişti. Zeka, evrimin tahmin edilemeyene verdiği yanıttır. Bir organizma, tahmin edebileceği bir ortamda yaşıyorsa, içgüdülerine ve donanımlı tepkilerine dayanarak hayatta kalabilir. Ancak, değişen bir çevrede yaşayan hayvanlar, kolay uyum sağlamalı, yeni durumlar hakkında dikkatli karar vermeli ve buna göre hareket etmeli. İşte zekanın işe yaradığı nokta tam da burası.
Yaratıcı zekanın kalitesi
Yani, yaşam başladığı anda zekanın evrim geçirmesi de kaçınılmaz mıdır? Her şey göründüğü kadar basit değil. Doğal seleksiyonun bir özelliği seçmesi için, mutlaka yararlarının zararlardan daha fazla olması gerekir. Ve, zekayla gelen ciddi maliyetler de vardır. İlk olarak beyne bakarsak, tam bir ‘müsrifçi’ olduğunu görürüz. Vücut ağırlığımızın ancak yüzde 2’sini oluştururken tüm enerjimizin yüzde 20’sini tüketir. Ayrıca, yaşamak için çok detaylı tepkiler veremeyen yeni doğmuş bir hayvan, bazı durumlarda, vereceği en iyi tepkiyi düşünenden daha avantajlıdır.
Her şeye karşın zekanın yararlarının, birçok durumda zararlardan ağır bastığı şüphe götürmez. En basit hayvanlar bile, bir zeka düzeyine işaret edecek şekilde, uyum sağlamak için davranışlarında esneklik gösterirler. Öte yandan bizim yaratıcı zekamız, kalite bakımından farklıdır. Bu türden bir zeka kaçınılmaz mıdır?
En son sosyal varlık
Belki evet. Tahmin edilemeyen durumların çözümü olmasının yanında zeka, ürettiği karmaşık davranışlarla kendi tahmin edilemez durumunu yaratır. Özellikle bir hayvanın davranışının bir diğerinin yaşamasını sağladığı durumlarda etkin olan bu olay, zekanın, bonobolar ve Kaledonya kargaları gibi sosyal hayvanlarda fazla olmasını da açıklar.
İnsanlar, en son sosyal hayvandır. Dünyayı o denli değiştiriyoruz ki bize ait hızla değişen bir çevre yaratıyoruz. Ancak tüm konu, her olaydan olumlu sonuçlar almak değildir. Yani, beklenmedik şeylerle karşılaşma unsuru da bulunmalıdır.
Bu durumda, ‘evrim kasetini başa sardığımızda ortaya, karmaşık dilden alet kullanmaya sembolizmden etiğe kadar, tüm zekaya dayalı yeteneklerin eşsiz karışımını içeren bir yaratık mı çıkacaktır?’
Hepsinin tek bir türde ve 4 milyar yıldan daha az bir evrim sürecinde bir araya gelmesine karşı çıkan pek çok olasılık var. Bu, yeterli zaman verilirse bir daha asla olmayacak anlamına gelmez.
BİLİNÇ NEDİR?Bilincin nasıl bir duygu olduğunu anlatmak oldukça kolaydır. Bilinçli olmak demek, uyanık ve ayık olmaktır, kendini ve var olduğunu bilmektir ve kendin ve dünya arasındaki farkların farkına varmaktır. Herşey; düşüncelerden, görüntülerden ve seslerden oluşan sürekli bir öykü veya tarih akışına sahip olmaktır- yani bir bilinç akışına. Ama her şeyden önemlisi, kendin olmanın nasıl bir his olduğudur.
Bunun içinde bir sorun gizlidir. Bilinç, tamamen öznel olduğundan bilim için çok zor bir daldır. Bu nedenle de bilinç konusu, felsefe ve dinin alanına girmiştir.
Ama artık biyologlar ve sinir bilimciler de tartışmalara katılıyorlar. Bu uzmanlar, beyin görüntülemenin ve elektriksel kaydın ‘bilincin nöral bağlantıları’nı ortaya koymasını umuyor. Bu sayede, insanların bilinçleri yerinde ve yerinde olmadığında beyinlerinde neler döndüğünü öğrenebileceğiz.
İlerleme var
Araştırmacılar bu konuda bayağı ilerleme kaydetti. Ancak, beyin aktivitesinin hangi özelliğinin bizim bilinçli olmamızı sağladığı hálá net değil. Bilinçli olduğumuzda beynin şu bölümünün aktif olduğu kesin olarak söylenemez. Ayrıca, bilinçle birlikte hareket eden bir aktivite veya nörokimyasal bir olay yoktur.
Öte yandan, bilincin beyinden kaynaklanan bir olay olduğunu kabul etseniz, ki bunu yapan çok değil- ve bilinçli bir hareketle örtüşen bir beyin hareketliliğine rastlasanız bile, hálá ortada bir soru işareti bulunur. Bir nöron kütlesinin hareketi neden bir şeyler hissetmemize neden olur? Parmağımıza iğne batırmak neden canımızı acıtır? Neden kırmızı bir gül kırmızı gözükür?
Bazı uzmanlar, ‘bilincin en zor sorunu’ diye adlandırılan bu konuyu açıklamak için buna, ‘nöronların aktif şebekelerinin ortaya çıkan bir özelliği’ dediler. Yani, nöronların birbirleriyle etkileşiminden doğan, ancak nöronların kendilerinde bulunmayan bir şey.
Ancak bu açıklamaya dayalı boşluk, bazılarına göre asla doldurulamayacak, çünkü beyinlerimiz kendi bilinçlerini anlamada biraz kıtlar. Ve bazı araştırmacıların da dediği gibi bilinç belki de bir sanrıdan başka bir şey değil.
CİNSELLİK NE İŞE YARAR?Cinsellik, yalnızca popüler kültürde değil her zaman ilgi görür. biyologlar 100 yıldan beri cinselliğe hayrandırlar ve bu ilgiyi kaybetme tehlikesi de pek yok gibi. Neden cinsellik? Aslında bu sorunun yanıtı gizli falan değil. Çok hücrelilerin yüzde 99.9’u cinsel olarak ürer çünkü bu, genlerini iletmenin en iyi yoludur ve bir sonraki nesilde de birçok varyasyon olmasını garanti altına alır. Ancak bu yaklaşımın büyük bir açığı vardır: cinsel üremenin kısa dönemli ve hemen tüketimi.
Bir gölde, sınırlı miktarda besin için yarışan bir
balık topluluğunu düşünün. Balıklar ürerler ve aynı kaynak için yarışan yeni erkek ve dişiler ortaya çıkar. Şimdi de bir balığın, aseksüel olarak üremeyi keşfettiğini hayal edin. Tüm dölleri dişi olacak ve zamanla bunlar da dişi doğuracak.
Kaybettiren strateji
Yalnızca birkaç nesil sonra, bu tek bir balığın torunları, cinsel rakiplerini geride bırakarak soylarının tükenmesine neden olacak. Bu her gün süren türden bir rekabet içinde, cinsellik kesinlikle kaybettiren bir stratejidir.
Uzun dönemli durumdaysa bu doğru değil. Seks, genetik yapıyı biraz karıştırmazsa türler zararlı mutasyonları kapar ve sonunda da tükenirler. Akseksüel türlerin büyük çoğunluğu, yalnızca birkaç on bin yıl hayatta kalabilirler. Öte yandan bu, cinselliğin, her an her yerde bulunmasını açıklamaz.
Doğal seleksiyon, gelecek nesillerin nasıl olacağıyla ilgilenmez. Günü kurtarmak için seks, hemen şimdi yararlarını ortaya dökmelidir. İşte olayların zorlaştığı noktada burasıdır.
Cinsellik nasıl kazanıyor? Yapılan önermelerin pek çoğu, çeşitlilik yaratma yeteneğine vurgu yapıyor. Türlerin yaşadıkları çevreler farklı olabildiğinden, yalnızca buna adaptasyon sağlayabilen hayatta kalır. Bu fikrin en popüler versiyonlarından birisi, ‘ev sahibi ve parazit’ arasındaki hiç bitmeyen yarışla ilgilidir.
100 yıllık soru
Sorun çözülmüştür; ancak bugüne kadar hiç kimse tüm bunların, cinselliğin doğadaki ezici üstünlüğüne karşılık geldiğini açıklayamamıştır.
Belki de bu labirentten çıkmanın bir yolu var. Cinselliğin her yerde olmasının nedeni kısa vadeli avantajlar sağladığı için değil, evrimle geldikten sonra vazgeçmenin zor olmasından ötürüdür.
Bazı biyologlar, sperm ve yumurtaları ortaya çıkaran tipteki hücre bölünmesinin, yaşamın ilk evrelerinde evrildiğine ve üremeye daha sonra katıldığına inanıyor. Uzmanlara göre, cinsellik yaşamın süregelen sistemine o denli işlemiş ki ondan vazgeçmek neredeyse imkansız.
Umut vadeden ancak tamamlamayan bir yanıt gibi. Bazen de tek yaptığı, bir gizemi başka bir yere göndermek: cinsellik en başta nasıl evrildiği sorusu gibi. Bu soru da artık bizi bir 100 yıl daha meşgul eder.
YAŞLANMAYI ÖNLEYEBİLİR MİYİZ?Hiç kimse sonsuza kadar yaşayacağına inanmaz, ancak birçok insan yaşlılıkla gelen dertlerden büyük bir memnuniyetle kurtulmak ister. .
Bilindik görüşe göre, yaşlanma rasgele yaşanan bozulmaların toplanmasıdır. Bu bozulmaları başlatan en büyük şüpheli, besinden enerjiyi ortaya çıkaran kimyasal reaksiyonların zehirli yan ürünleri olan serbest radikallerdir.
Bazı araştırmacılar, bu fikrin doğruluğunu denemek için serbest radikallerle savaşmaya dayanan yaşlılığı önleyici stratejiler geliştiriyor. Vitaminler ve doğal antioksidanların işe yaraması, vitamin endüstrisinin patlamasına neden oldu.
Az yeme stratejisi
Bir diğer öngörüye göre, en basitinden az
yemek bile, bir ömür boyunca üretilen serbest radikallerin sayısını azaltır. Yarı aç fareler, iyi beslenenlerden yarı ömür daha fazla yaşıyor. Bunu kendi üzerlerinde deneyen bazı insanlar, gündelik
kalori alımlarını üçte bire kadar indiriyor. Yakın zamanlarda yapılan bir çalışma, bu stratejinin kalp sağlığını geliştirdiğini gösterse de uzun vadeli etkileri bilinmiyor.
Yaşlanmayla ilgili alternatif bir görüşse, bunun, ‘kişinin çocuğuyla arasındaki rekabeti azaltmasını sağlayacak programlanmış bir bozulma’ olduğunu savunuyor.
Bu anlayışı destekleyenler, daf-2 denilen bir geni veya türevlerini etkisiz hale getirmenin, solucanların, sineklerin ve hatta farelerin daha uzun yaşadıklarını ortaya koyan araştırmaya dikkat çekiyor. Daf-2 geni, birçok fonksiyonu kontrol eden hormon reseptörünü kodlar.
Bu durumda, genin, programlanmış bir yaşlanmanın asıl açıp kapama düğmesi olduğu söylenebilir. Ancak yine de hayvanlar üzerindeki sonuçlar, insanları da bağlayacak anlamına gelmez.
YAŞAM NEDİR?Ne kadar basit bir soru. Hayatı yaşadıkça biliriz, değil mi? O zaman, hadi net bir tanım yapmaya çalışın bakalım. Canlıların yaptıkları şeyleri sayabiliriz, ancak bu yeterli olmaz. Örneğin, canlılar besin alır ve atıklarını dışarı atar; ama arabalar da bunları yapar. Canlıların hücreleri bölünür ve evrim geçirir. Bazı bilgisayar programları da bunları yapar. Ama, katırlar ve menopoz sonrasındaki kadınlar yapmaz.
Biyologlar ve felsefeciler, on yıllardır yaşamın kriterleri üzerine evrensel bir duruş oluşturmaya çalıştı, ancak bunu başaramadı. Kaliforniya’daki Scripps Araştırma Enstitüsü’nden Gerald Joyce’un 10 yıl önce yaptığı tanımsa hepsi içinde en bilindik olanıdır. Joyce’a göre yaşam, Darwin’in doğal seleksiyonundan geçmiş, kendi kendini var edebilen kimyasal bir sistemdir.
Umut deney tüpünde
Bu tanım, Dünya üzerindeki yaşamın esasını yakalıyor, ancak bir kesim, adına yaşam dediğimiz her şeyi içine alacak kadar engin olmadığı eleştirisinde bulunuyor.
Araştırmaların bu denli zor olmasının nedeni, üzerinde çalışabileceğimiz tek bir örnek bulunması. Gezegendeki tüm hayat ortak bir atadan geliyor. Bu nedenle de hiç kimse bu hayatın temelleri olan zarlar, proteinler, karbona dayalı biyokimya ve benzerlerinin bir gereklilik mi yoksa yalnızca tesadüf mü olduğunu bilmiyor.
Elimizde, karşılaştırmak için ikinci bir yaşam türüne ihtiyacımız var. Aslında bunu birkaç yıl içinde de elde edebiliriz; hem de başka bir gezegenden değil, deney tüplerinden.
Ancak bu çabalar herhangi biri başarıya ulaşırsa, yaşamanın ne anlama geldiği hakkında birdenbire yeni bir bakış açısına sahip olabiliriz.
Dünya dışında hayat yok mu?Bu zor bir soru. Soruyu bir de şöyle soralım: olmasını ister miydiniz? Dünya’nın özel bir yer olduğunu düşünüyorsanız, o zaman yanıtın ‘hayır’ olması ve diğer gezegenlerde hayat olmaması için onlarca bilimsel aldatmaca bulunabilir. Ama sıra dışı bir galaksinin bir köşesinde mavi bir noktanın, bu denli büyük öneme sahip olması fikrini de kabul etmiyorsanız, sizin için de kanıtlar sağlanabilir.
Tabii ki önemli olan insanın zevki veya görüşü değil. Bu soruya bir yanıt bulmak için önce, yaşamın nasıl ve ne kadar kolay başladığı konusunu açıklığa kavuşturmak gerekir. Bu akılların alamayacağı bir olay mıydı yoksa fizik kanunlarının karşı konulmaz sonuçlarından biri mi? Şimdilik bilmiyoruz.
Belirsizlikler sevilmez
Bilim kesinlikle belirsizliklerden tiksinir. Bu nedenle de bilim adamları, kulaklarına hoş gelen fikirleri alıp bunlara bir dizi kanıtlar getirdi. Bundan 20 yıl önce en gözde fikir, yaşamı başlatmanın çok zor olduğu ve bundan ötürü de yaşamın Dünya’yla sınırlı olduğuydu. Bugünlerdeyse bunun yerini, ‘yaşam kaçınılmazdır ve evren de yüzlerce canlıyla doludur’ anlayışı aldı.
20 yıl içinde bilimsel açıdan bakıldığında aslında çok az şey değişti. Ama evrenin enginliğini, çevresinin çeşitliliğini ve yaşamın bir zamanlar orada ortaya çıktığını dikkat alırsak, yaşamın sadece Dünya’da olduğunu iddia etmek pek mümkün görünmüyor.
Dünya dışı varlıkları arayan Kaliforniya’daki SETI Enstitüsü ise 40 yıldır hiçbir sonuca ulaşamadı. Mars üzerinde yaşam bulsak bile bundan emin olamayız, çünkü Dünya ile Kızıl Gezegen sürekli ‘kaya alışverişinde’ bulunuyorlar.
Bu arada hangi tür yaşamdan söz ediyoruz biz? Dünya’dakine çok benzeyen karbon temelli yaşamı mı aramalıyız, bunu bilmiyoruz. Aslında herşey tek bir soruya indirgenebilir: insanların evrende eşsiz kalmasını mı istiyorsunuz?