Güncelleme Tarihi:
5 Nisan’da yayımlanan ve dış politika yazarı Verda Özer’in yazısı temel alınarak hazırlanan manşete iki gazeteden eleştiri geldi. Birincisi Agos’un Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş’tan, ikincisi Sol gazetesinden...
Eleştirileri değerlendirmeye Koptaş’ın Twitter’da yazdıklarından başlayayım.
Koptaş, Twitter’da şöyle yazdı; “Hürriyet’in manşetinde iki yalan birden; 1- İki kadın kaçmadı, Lazkiye diye kandırılarak Hatay’a getirildiler. 2- Onları Hürriyet bulmadı, Vakıflı’da olduklarını Agos zaten yazmıştı.”
Sanırım Koptaş’ın eleştirisi asıl olarak “Suriye’den kaçan 2 Ermeni kadını Hürriyet buldu” başlığı ve ilk sayfadaki spotlardan kaynaklanıyor. Başlıktaki bu ifadelerin doğru olmadığı konusunda Koptaş’a katılıyorum. Gerçekten de Titizyan kardeşler kaçmadı; Keseb’i basan cihatçı militanlar onları “Lazkiye’ye götürüyoruz” diye kandırarak Türkiye’ye getirdi. İki kız kardeşi bulan ve röportaj yapan da Agos’tan Lora Baytar’dı. İki kız kardeş, Hürriyet yazarına sadece “Bize burada iyi bakıyorlar” demiş, pek konuşmamışlardı.
Fakat ilk sayfadaki yanlış sunum, iç sayfada bir ölçüde düzeltiliyor; Titizyan kardeşlerin Türkiye’ye kaçırılmasının öyküsü, Agos’ta 4 Nisan’da çıkan söyleşi kaynak gösterilerek bir kutu halinde aktarılıyordu. Bu da söyleşiyi Agos’un yaptığını ve iki kız kardeşin Lazkiye yerine Türkiye’ye getirildiğini gizleme çabası olmadığını kanıtlıyor.
Gelelim “yalan” nitelemesine. Yalan ile yanlış arasında ciddi bir fark var; yalan kasıtlı bir davranış biçimidir; yanlış ise farkında olmadan yapılır. “Savaş misafiri” haberinin başlığında yanlış var, yalan yok bence...
Sol gazetesi ise 6 Nisan’da “Kandırma ‘hürriyet’i” manşetiyle çıktı. Spotta, “Kasabadan kaçan 2 bin Ermeni’den iki yaşlı kadın, ‘Lazkiye’ye götüreceğiz’ yalanıyla Türkiye’ye getirildi. Agos gerçeği yazdı. Hürriyet, ‘Türkiye kucak açtı’ diye çarpıttı” deniyordu. Sol, “AKP hükümetinin cihatçıların zulmünü örtmek için düzenlediği mizansene Hürriyet destek verdi” suçlamasında bulunuyordu:
“... Hürriyet, Kesablı kadınların Agos’a yaptığı açıklamaları çarpıtarak alıntılarken, gerçekleri tersine çevirmeye çalıştı. Yapılan haberde kadınların ‘Erdoğan kötü adamlara yolu açtı’, ‘kötü adamlar Türkiye’den geldi’, ‘Lazkiye’ye götüreceğiz dediler, ama Türkiye’ye getirdiler’ sözlerine yer verilmezken ‘Keseb’te mağdur olan herkese Türkiye kapılarını açıyor’ denildi.”
Titizyan kardeşlerin kandırılarak Türkiye’ye getirildikleri sözlerinin Hürriyet’te yer almadığı eleştirisi doğru değil. Ayrıca iki Ermeni kız kardeşin kamplarda değil, “Ermeni köyü olan Vakıflı’da misafir edildikleri yine de Lazkiye ya da Beyrut’a gitmek istedikleri” vurgulanıyordu haberde.
Ancak Sol, bir noktada haklı; iki kız kardeş, “Eğer Erdoğan yolları açmasaydı Kesab’a bu kadar çok kötü adam gelmezdi” demişlerdi. Başbakan Erdoğan’ı, dolayısıyla Türkiye’yi suçlayan bu cümlelere Hürriyet’teki alıntıda yer verilmemesi ciddi bir eksiklikti.
Aslında Verda Özer bölgedeki gözlemlerine dayalı yazısında “Ermeni diyasporasının bu saldırılarda Türkiye’nin parmağı olduğu iddialarına” yer veriyor; hatta Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın Türkiye’ye baskı yapılmasını istediği bilgisini aktarıyordu.
Fakat yine de Titizyan kardeşlerin Erdoğan’ı suçlayan sözlerine alıntı yapılan kutuda yer verilmemesi, Türkiye’nin Keseb’teki rolüyle ilgili iddiaların başlık ve spotlarda görülmemesi, bunun yerine ilk sayfada Dışişleri Bakanlığı’nın Ermeni kadınlara yardımının öne çıkarılması sorunlu bir duruma işaret ediyordu. Dünya medyasının, Türkiye’nin cihatçı militanlara sınırını açtığı ve yardım ettiği iddialarıyla çalkalandığını hatırlamak bile Türkiye’nin Keseb’teki rolünün daha çok sorgulanması, daha çok araştırılması gerektiğini gösteriyor.
Yanlışlarına rağmen Hürriyet, o manşetle iki Ermeni kadının başına gelenleri duyurmuş, Keseb’deki Ermenilerin yaşadıklarına dikkat çekmiş oldu. Zira Agos’un söyleşiyi yapması ve ardından Hürriyet’in o manşeti yayımlamasına kadar Türkiye medyası Keseb’de yaşananların bu denli farkında değildi...
YSK’dan ilkel cezalar
17 Aralık, iktidar ve cemaat medyası arasındaki kavganın da başlama vuruşuydu. Yerel seçim sürecinde gazetecilik ilkeleriyle bağdaşmayan, hatta kimi zaman habercilikten tamamen farklı kaygılarla hazırlandığı açıkça sırıtan senaryolar bile, haber kılıfında yayımlanarak kavga sürdürüldü. Bir tarafta ölçüsüz AKP propagandası, öbür yanda iktidara yönelik ağır suçlamalar vardı.
Yüksek Seçim Kurulu da bu kavganın tarafı olan medya kuruluşlarına daha önceki seçim dönemleriyle kıyaslanmayacak düzeyde rekor cezalar yağdırdı. En çok Samanyolu Haber, A Haber ve Beyaz TV cezalandırıldı; her birine 40’dan fazla program durdurma cezası verildi. Tabii YSK’nın giyotini, bu kavganın tarafı olmayan Habertürk, Fox, Kanal D, CNN Türk gibi kanalları da vurdu.
Gerekçesi ne olursa olsun, bu kanallara verilen cezaları onaylamak mümkün değil. Medya kuruluşlarının yanlışlarını gazetecilik meslek örgütleri, gazeteciler tartışır, gerekirse etik olarak mahkûm eder. Ama nihayetinde bir medya kuruluşunun yanlışı, okuru ya da izleyicisi ile kendi arasındaki bir sorundur.
YSK’nın yaptığı ilkel bir cezalandırma yöntemi. TV kanallarını cezalandıracağım derken sansür uygulayıp, izleyicilerin haber alma hakkını engelliyorlar. RTÜK’ün cezalarına nasıl karşı çıkıyorsak, gazeteci olarak YSK’nın yaptırımlarına isyan etmek de görevimiz.
Kara kutunun bataryası
“YA bugün bulunur ya da belki hiç” başlıklı haber, kaybolan Malezya uçağı ile ilgiliydi. Bu ilginç başlığın atılmasının nedeni, uçağın kara kutularının batarya ömrünün, haberin yayımlandığı 7 Nisan’da bitecek olmasıydı.
“8 Mart’tan bu yana ulaşılamayan uçağın kara kutularının ömrü 30 günle sınırlı. Dolayısıyla bugünden itibaren bulunsalar bile hiçbir veriye ulaşmak mümkün olmayacak.”
Serdar Ertekin adlı okur, haberdeki bu bilgiye itiraz etti. “Uzman değilim ama belgesel izlerim” diyerek kendisini tanıtan Ertekin, “Kara kutudaki enerji kutunun yerini belli etmek içindir ve tükendiğinde içinde kayıtlı olan bilgi yok olmaz” görüşünü savundu.
Ben de okurun bu eleştirisini havacılık uzmanı ve Kokpit programı yapımcısı Uğur Cebeci’ye sordum:
“Okuyucumuz haklı. Kara kutularda sinyal sistemi bir bataryadan beslenir. Süresi 28-38 gün arasında değişim gösterir. Sinyal sistemi ile verileri kaydeden sistem grubu arasında bir bağ yoktur.
Uçaklarda iki kara kutu vardır. Birisi kokpitteki son konuşmaları saklayan CVR adını taşır. Diğeri ise uçuş datalarını-parametrelerini saklar. Buna da FDR denir. Bu iki kayıt sistemi aslında bildiğimiz teyp gibidir. Ama çok dayanıklı özel bantlar kullanılır. Kara kutular içindeki bu sistemler yüksek ısıya dayanıklıdır, su altında bazen yıllarca bozulmadan kalabilir. Kara kutular kaza sırasında parçalansa da elde kalan bantlar dinlenir ve önemli ipuçları elde edilebilir. Bir de kara kutular siyah renkli değildir. Kötü haber taşıdıkları için bu ad verilmiştir. Her yerde kolay fark edilsinler diye oranj rengindedir. Yani portakal rengi gibi dış boyası vardır.”
Cebeci de okuru doğruladığına göre, uluslararası medyadan toplanan haberde ya yanlış çeviri söz konusu ya da yanlışlık haberin kaynağında...