Prof. Dr. Cengiz Yalçın / cengiz1934@gmail.com
OluÅŸturulma Tarihi: AÄŸustos 22, 2011 15:48
Yazılı kültür yerini elektronik kültüre bırakıyor. Dünya gerçekten yaşam süremizde gözleyebileceğimiz bir devrim geçiriyor.
Sevgili Fatih Çekirge iki gündür Hürriyet’teki köşesinde e-hürriyet’in tıklanma sayılarını Avrupa’daki benzerlerinin tıklama sayıları ve yazılı basın okunurluk oranları ile karşılaştırarak anlamlı sonuçlar çıkarıyor. Dünya gerçekten yaşam süremizde gözleyebileceğimiz bir devrim geçiriyor.
Yazılı kültür yerini elektronik kültüre bırakıyor.
Artık eskisi gibi cüzdanlarımızda para değil, kredi kartı taşıyoruz. Ödemelerimizi yazılı kültürün ürünü kâğıt para ile değil elektronik kültürün ürünü kartla yapıyoruz.
                                         Â
Sahne kültürü yerini ekran kültürüne bıraktı.
Her kanalda art arda diziler birbirini izliyor. DVD’lere çekilmiş filimler yazılı kültürün katedralleri olan kitapçılarda satılıyor. Yüzlerce kitap bir Ipad belleğine kayıt ediliyor. Çok yakın bir gelecekte e-kitaplar basılı kitapları raflardan indirecek.  Elli sene sonra onlar antik değer olarak satılacaklar. İnternet ortamında ürün pazarlayan ünlü Amazon şirketi, elektronik kalem (Elektronik ink, e-ink) ile Kindle adını verdiği aygıtın ekranına yansıttığı çok satanları pazarlıyor. Telif hakları bile yeni bir boyut kazandı. Tablet bilgisayarlarda, basılı Hürriyet veya New York Times okunuyor. Acaba iki gün sonra basılı gazeteler varlıklarını sürdürebilecekler mi; çok şüpheli. Bazı yazılı basın devlerinin iflas haberleri TV ekranlarına yansıyor. Bir üniversitenin tüm müfredatı elektronik ortama aktarılmış. Üniversiteye gitmeden evinde aynı bilgileri edinip mezunu olabileceksin, bu ne büyük bir kolaylık. Bu gelişime ayak uyduranlar yaşayacak uydurmayanlar yok olacak. Bilim ve teknoloji kendi sosyolojisini oluşturuyor.
Hepimiz yakından ilgilendiren sağlık sektöründeki gelişmelerde elektronik veya dijital teknolojideki gelişmelere paralel olarak bir değişim süreci geçirmektedir. Artık doktorlar tanılarını, sadece deneyimlerine göre değil, görüntüleme sistemlerinin, örneğin bilgisayarlı tomografi veya elektron mikroskopları gibi cihazların verdiği bilgilere dayanarak yapmaktadır. Bu sisitemlerde yanılma oranları çok düşüktür. Tedavi programları ve tedaviler, yine dijital teknolojilere dayanılarak üretilen, örneğin NMR veya SQUİD (Superconducting Quantum İnterference Device) veya lazer veya proton demetleri gibi cihazlar ile yapılmaktadır.
 Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Gelişmeler yenilikçi teknolojilere bağlı olarak ortaya çıkıyor. Şimdi bu gelişmeler karşısında ülkemizin durumu nedir sorusuna bir yanıt arayalım. Son 30-40 yılda bilim, sanayi ve AR-GE (Araştırma, Geliştirme) arasındaki örtüşme, gelişmiş ülkelere refah sağlarken, bu örtüşme ve üretim arasındaki ilişkiyi kavrayamayan ülkemiz, teknoloji transferine dayanan, katma değeri sınırlı çarpık bir sanayi oluşmasına seyirci kalmıştır. Türkiyenin açmazı buradadır. İhracatımız çok arttı, her şeyi yapıyoruz, demir çelik, çimento, televizyon makine aksamını Avrupa’ya satıyoruz, uçak bile yapıyoruz bu ve buna benzer değerlendirmeler, dünyadaki gelişmeleri takip etmemek anlamına gelir. Bu masallara sadece ileri göremeyen günü yaşayanlar inanır.
Bilgi üretimine dayanılarak geliştirilen NANO TEKNOLOJİ 21’inci yüzyılın siyasetini, ekonomisini, sosyolojisini belirleyecek yeni bir devrimin alt yapısını oluşturmaktadır. Ülkemiz siyaseti ve toplum bir bütün olarak, Osmanlı imparatorluğunda olduğu gibi (bakınız tüm partilerin son
seçim beyannamelerine), dünyada olup bitenlere kulağını tıkamıştır. Koskoca imparatorluk, bilimsel ve endüstriyel devrim mantığını kavrayamadığı çöküp gitmiştir. Cumhuriyet Türkiye’sinin bundan farkı yoktur. Son elli altmış senedir tüm hükümetler bilim ve gelişme arasındaki ilişkiyi maalesef derinliğine kavrayamamışlardır. Problem buradadır.
 Bilgi çağı olarak bilinen bu değişim süreci, toplumları eski ideolojilerinden kopararak bilenler ve bilmeyenler olarak ikiye ayırmıştır ve ayırmayı halen sürdürmektedir. Bilenler kazanacak bilmeyenler kayıp edecektir, bundan hiç şüphem yok. Şimdi bu makaleyi okuyanlara soruyorum, eğitim sistemimiz gençlerimize üç buçuk yıl ortalama eğitim veriyorsa ve bunu toplum umursamıyorsa, ülkemiz bilenler sınıfına mı girecek bilmeyenler sınıfına mı? Buna siz karar verin. Biz dünyanın ilk 20 ekonomisi içindeyiz diyerek böbürlenmek masal dinlemektir. Otuz sene öncede öyleydik. Değişen bir şey yok.
Yenilikler özellikle bilgi üretimi haberleşme ve nano-teknolojideki hızlı gelişim, sosyal yaşamdaki değişimin nesnel tabanını oluşturmaktadır. Bilgi teknolojileri, ileri otomasyon olarak sadece basit işgücü yerine değil, aynı zamanda belirli ölçekte beyin gücü yerine geçmektedir. Yapay zekâ alanındaki hızlı gelişmeler bu gereksinimin sonucudur. Nitelikli insan gücüne dayanan bilgi yoğun sanayiler, ileri yönetim ve üretim uygulamaları ile refahın belirleyicisi olmuştur. Kuşkusuz bilgi yoğun sanayilerin gelişmesi bu ortamı oluşturmakla kalmamış, toplumun yaşam standartlarını yükselten bir dinamik yaratmıştır.
AR-GE etkinliklerinin üretim süreçleri ile örtüşmesi, kimi pazar ekonomilerinin tarımsal üretim sürecinden ve onun oluşturduğu sosyo-ekonomik yapıdan, endüstriyel üretim süreci ve onun oluşturduğu soysa-ekonomik yapıya geçişin gerçekleşmesine neden olmuştur. Bu geçiş sanayi devrim sürecinde yaşanmıştır. Son 30-40 senedir dünyada, Bilgi-AR-GE ve Sanayi Üretim süreçleri arasındaki örtüşme alanı ve genişleme hızı, geçmişle kıyaslanmayacak yüksek değerlerde seyretmektedir. Bu nedenle gelişmiş Pazar ekonomilerinde sanayi toplum yapısı, bu gelişmelerin sonucu olarak bilgi toplumu yapısına dönüşmektedir. Zenginlik ve refahın şifresi büyük ölçüde bilgi kaynaklı üretim ekonomisindedir (Knowladge Base Economy). Ne yazık ki ülkemizde bilgi teknolojileri bilgisayar kullanmak gibi ilkel bir mantığın içersine sıkıştırılmıştır. Bu durumda bilgi kaynaklı üretim ekonomisini yaşama geçirme olasılığımız çok düşüktür.
Ülkemizin bu günkü bilimsel ve teknolojik alt yapısı ile bilgi ve yeni teknoloji üretme olanağı yoktur. Art arda kurulan üniversitelerin ya fen fakülteleri yoktur veya olanlarında ise, matematik fizik kimya biyoloji bölümleri yoktur. Köklü üniversitelerin fen ve mühendislik fakültelerindeki mevcut teknik donanım ve eğitimin kalitesi, rekabet etme durumunda oldukları gelişmiş ülke düzeyinin çok altındadır. Ülkemizde yüksek öğretim, birkaç üniversite hariç, içler acısıdır. Matematik, fizik kimya öğretmedikleri öğrencilerine mühendislik öğretiyorlarmış, tam bir şehir efsanesi. Kuantum mekaniği dersi almayan öğrencilerine nasıl nanoteknoloji öğretecekler. Komik. Falcılar bile kuantum fiziğine merak sararken üniversitelerin çoğunda ses yok. Hayret.
1980-2000 yılları bilgi toplumunun oluşup geliştiği 2000-2025 arası bu teknolojinin yayınlaşacağı dönem olacaktır. Bilgi teknolojileri, klasik üretim süreçlerine yenilerini ekleyecektir. Bilgi, üretimin temel girdisi haline gelmiştir. Sermaye, üretim yerine ticaret yapmaya kaydığında, finans krizleri çıkmaktadır. Şimdilerde liberal piyasa ekonomileri ve siyaset bilimcileri sistemin bu hastalığını mercek altına alınmıştır. Üretmeden zengin olmanın yolları tıkanacaktır. Bilgi, ekonomik değer üretim sürecinde sermayenin önüne geçecektir; altından daha kıymetli hale gelecektir. Şimdi okuyucularıma bir soru daha yönelterek yazıma son veriyorum
Ülkemizin bu günkü eğitim sistemi ve politik anlayışı ile bilgi kaynaklı üretim ekonomisi sürecine geçebileceğini düşünüyor musunuz? Yanıtlarınızı bekliyorum.