Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Sayın Nihat Ergün’e

Güncelleme Tarihi:

Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Sayın Nihat Ergün’e
Oluşturulma Tarihi: Şubat 24, 2012 11:00

Prof. Dr. Cengiz Yalçın, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Sayın Nihat Ergün’e seslendi.

Haberin Devamı

Sayın Nihat Ergün

Büyük elçiliklerimize bilim ateşi atayarak,  yurt dışında çalışan değerli bilim insanlarımızla ve ünlü üniversiteler ile ilişkiler kurarak bir kalkınma modeli planladığınızı, ekranına düşüncelerimi yansıttığım Hürriyet Gazetesi'nde haber olarak okudum.   Kalkınmada bilimin öncelikli rolünü benimsemiş olmanız, not düşülmesi gereken bir husus olduğunu belirtmek isterim.

Sayın bakanım

Gelişme olgusuna tarihsel bir perspektif içinde bakıldığında, 17. Yüzyılda ülkeler arasında derin bir farkının olmadığı görülür. Avrupa ve Osmanlı imparatorluğu sınırları içinde yaşayan halk, kabaca benzer yaşam standartlarına sahiptiler. Ancak 15-17’inci yüzyıllar arasında gelişen bilimsel ve 18. yüzyılda başlayan endüstriyel devrim bu coğrafyalarda yer alan ülkeler arasında yaşam standardını önemli ölçüde değiştirivermiştir. Bilimsel ve endüstriyel devrimin mantığını kavrayan ve yaşama geçiren ülkelerde milli gelir sürekli artıp halk zenginleşirken, kavrayamayan ülkelerde halk sürekli fakirleşmiştir.  Küçülen ve küreselleşen Dünya’mızda bilimi ekonomi ile ilişkisi olmayan entelektüel bir değer olarak algılamak ve gelişme ile ilgisini kavrayamamak, geçmişte yapmış olduğumuz yanılgılara bir yenisini ekler. İçinde yaşadığımız bilim çağının böyle bir yanılgıya, hoş görüsü beklenemez.  Bağımsızlık bilim ve teknoloji düzleminde kazanılır ve sürdürülür. Umarım ülke siyaseti iktidarı ve muhalefeti, Atatürk döneminde 1933 gerçekleştirilen üniversite reformu olduğu gibi, bu düzleme ayak basar.

Her Türk aydınının gönlünde bilim, teknoloji ve eğitim sistemi uluslararası standartlara kavuşmuş, dünya ile rekabet edebilen, ekonomisi sürdürebilirlik özeliği kazanmış güçlü bir Türkiye yatar. 21’inci yüzyılda ülkelerin kaderini bilimsel kaliteleri belirleyecektir.

Bilimin ve AR-GE etkinliklerinin üretim süreçleri ile bütünleşmesi (bu çok önemli cümledir üzerinde düşünülmesi gerekir) kimi pazar ekonomilerinde, tarımsal üretim sürecinden endüstriyel üretim sürecine geçişi sağlamıştır. Tarımsal üretim sosyolojisi, yani çiftçilik ve köylülük, endüstriyel üretim sosyolojisine işçilik ve şehirliliğe dönüşmüş kent kültürü egemen olmuştur. Bilimsel dinamikler kendi sosyal yapısını kendisini yaratmaktadır; bu sosyolojinin dikte ettiği bir olgudur. Aynı değişim günümüzde de yaşanmaktadır.  Son otuz yılda bilim-AR-GE-üretim süreçleri arasındaki örtüşmenin alanı, geçmişle kıyaslanamayacak bir hız ile genişlemektedir. Bunun en somut örneği dijital teknolojinin ürünü olan, cep telefonlarındaki hızlı gelişimdir. Burada söylemek istediğim, değişim çok büyük bir hız ile gerçekleşeceği, zamanın daralmakta olduğudur. Gelişmiş pazar ekonomilerinin sanayi toplum yapısı, bilgi toplumu alt yapısına dönüşmektedir, kimi ülkelerde dönüşüm tamamlanmıştır. Önemli olan benzer bir sosyolojik süreci ülkemizde de gerçekleştirmektir. Bu dönüşümün mimarı büyük ölçüde ‘Nanoteknoloji yani bilgi teknolojileri’ dir. 1980-2000 yılları bilgi toplumunun oluşup geliştiği 2020’li yıllar ise bu teknolojilerin yaygınlaşacağı dönem olacaktır. Umarım Türkiye bu gelişmenin içinde yer alır.

 Bilgi çağının mimarı, yani toplumun kültürel yapısındaki dönüşümleri sağlayan özgün bilgi üreten üniversiteler ve araştırma merkezleridir. Şimdi kendimize şu soruyu yöneltelim ve dürüstçe yanıt verelim, bilim ve teknoloji sistemimiz toplumda bu değişimi sağlayacak kaliteye sahip midir? Ülkemiz üniversitelerimizin uyguladıkları programlar ve ürettikleri özgün bilgi, uluslar arası pazarda değer ifade edebiliyor mu?   Bu soruya evet demek mümkün değildir.  Değişimi sağlayan nanoteknoloji, dijital teknoloji ve bilgi teknolojileri iç içe geçmiş bir bütündür; hem ekonomik değer üretiyor hem de bu ekonomik değeri siyasi güce dönüştürüyor. Şimdi soralım bizde böyle bir güç var mı?

 Kendi HERONUNU, kendi PRETODORUNU, kendi iletişim sistemini, kendi yongasını, kendi uydusunu kendisi yapamayan Türkiye’ye bir gerçek olarak karşımızdadır. Mayınları temizleyip Mehmetçiklerin şehit olasını önleyemiyoruz. Kendi elektronik istihbaratımızı kendimiz yapamadığımız için Uludere’de 34 vatandaşımız öldü. Kimse sesini çıkaramıyor. Önceki genelkurmay başkanlarından birisi Kandil ‘i kast ederek biri bizi gözetliyor haline geldi diye ABD kaynaklı optik istihbaratı övdü. Bunların nedenleri üzerinde düşünmek zorundayız. Kurda sormuşlar boynun neden kalın ‘kendi işimi kendim görürüm de ondan’ diye yanıt vermiş. Lafa bakarsan etraf kurt dolu ancak boyunları kalın değil. Fatih Sultan Mehmet, Kostantinopolusu zapt edip İstanbul yaptığında, Amerika kıtası keşfedilmemişti. Ne oldu da 1946 yılında kurulan İsrail’in HERONUNA muhtaç olduk.   Siyasi gücün kaynağı eğitilmiş kuşaklardır, insan sermayesidir. Kalkınma stratejileri başarılar ile övünerek değil başarısızlıkların nedenlerini düşünülerek oluşturur.

 Önümüzdeki yüz sene içinde ülkelerin gücü ve siyasi etkinliği, nanoteknoloji, bilgi teknolojileri ve dijital teknoloji kulvarlarında ne kadar hızlı koşmalarına bağlı olacaktır. Nano bir fiziksel büyüklüğün milyarda biri demektir örneğim nano saniye saniyenin, nano metre metrenin, milyarda biri anlamını taşır. Maddenin bu boyutlardaki, yani atomik ve moleküler boyutlardaki dinamiklerini, kuantum mekaniği açıklar.  Adı üstünde nanoteknoloji kuantum mühendisliğidir. Bir şey yapmak istiyorsak önce gençlerimize kuantum fiziğini öğretmemiz gerekir; bilgi çağının kapısını ancak öyle açabiliriz. Nasıl klasik mekanik, elektrik, termodinamik ve optik bilinmeden mühendis olunmaz ise kuantum fizik bilmeden katma değeri yüksek nonoteknolojik üretim aşamasına geçilemez. Buna bilgi kaynaklı üretim ekonomisi denir (Kowladge Base Economy). Yarı iletken fiziği ve kimyası bilmeyen bir teknoloji transistor bile üretemez, ithal eder. Ülkemizde yapılan budur.

Şimdi bizim durumuz nedir kısaca onu anlatmak isterim

Devlet ve vakıf üniversitelerinin fen ve mühendislik fakültelerinin programlarını inceleyiniz. ODTÜ, Bilkent; Sabancı, Boğaziçi üniversiteleri dışında kuantum mekaniğinin okutulduğunu bir üniversite göremeyeceksiniz. Belki bir iki tane daha olabilir, ben bilmiyorum. Dışarıdan gelen nano teknoloji uzmanı kuantum mekaniği bilmeyen gençler ile nasıl bilimsel iletişim kuracaktır ve nasıl katma değeri yüksek üretim yollarını gösterecektir. Ülkemizin eğitim sistemini baştan aşağı gözden geçirmeden ve en kısa zamanda nedensellik ilkesine dayanan bir sistem oluşturmadan bilgi çağı sosyolojik alt yapısına sahip olamayız. Bu yapılmadığı takdirde, genelkurmay başkanlarımız, bakanlarımız, başbakanlarımız ve ülkemiz dahi zor durumda kalır.

Sayın bakanım

İçinizden bana kızabilirsiniz. Bir deneme yapın ülkemizin en seçkin mühendislik fakültelerinden mezun, örneğin 100 tane elektrik mühendisini gelişi güzel seçin ve onlara basit kuantum mekaniği problemleri sorun veya bir bilene sordurun. Yanıt sizi şaşırtacaktır. Mühendislik fakültelerine ülkemizin en seçkin öğrencileri giriyor. Eğer sistem onlara 21’inci yüzyılın bilgisini vermiyorsa, o gençlerin suçu ne? Bu gençler küreselleşen dünyada bu eğitimleri almış meslektaşları ile nasıl rekabet edecek, bunların sorumlusu kim? Şimdi aklınızdan bu bilgiç ukala profesöre de ne oluyor; kuantum mekaniği bilinecekte ne olacak demeyin, beni dinleyin.

Bir vakfın üniversite açabilmesi için fen fakültesinin kurulması şart koşuluyor. Gazetelerdeki ilanlarında, anlı şanlı vakıf üniversitelerin fen ve mühendislik fakültelerinin bölümleri sıralanıyor. Rektörler TV ekranlarına çıkıp üniversitelerini överek pazarlıyorlar. Bir diş macunu reklam yaparken dahi gerçek dışı beyanda bulunamazsınız. Ancak üniversiteler buna tabi değil. Öğle üniversiteler var ki, fen ve mühendislik fakülteleri var fakat fizik hatta kimilerinde matematik bölümleri yok. Buralardan nasıl mühendis çıkılır. Bize gelin mühendis olacaksınız deniyor. Matematik, fizik öğrenmeden mühendis olunur mu?  Bir teknik adam olarak siz değerlendirin.

YÖK’ün bu problem üzerinde durması ve öğrencisine kalitesiz eğitim veren üniversitelerin dikkatini çekmesi gerekir. Bu yapılıyor mu hayır. Ayrıca üniversite öncesi eğitim kalitemiz tam bir felaket. Öğrencilerin enerjisi öğrenmeye değil test çözmeye programlanmış, lise son sınıfta öğrenciler okula bile gitmiyorlar, fizik, matematik, kimya ve biyolojiyi öğretmiyoruz.  Uluslar arası bağımsız kuruluşlarca yapılan değerlendirmeler eğitimimizin acıklı durumu gözler önüne seriyor. Lise mezunları arasında dört işlem ile problem çözemeyenler dahi var. 12 senelik orta eğitimi bölümlere ayırarak ülkemizin eğitim problemi çözülemez. Dünya bilenler ve bilmeyenler olarak ayrışacak, bilenler efendi bilmeyenler bilenlerin emrine girecektir.

Akılı tahta çok önemli, ondan da önemlisi o akıllı tahtayı tasarlayabilen ve üreten kafadır. Bu kafaya sahip miyiz veya yakın bir gelecekte sahip olabilecek miyiz siz karar verin.

Saygılarım ile

Prof. Dr. Cengiz Yalçın

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!