KATHARINE HEPBURN!.. Cümle álemi bir destura çağırırım! Hollywood'un en haysiyetli, en sağlam, en orijinal, en esprili ablası, bu dünyadaki ömrünü noktaladı geçtiğimiz hafta. Hayatının büyük ve kendi deyişiyle en mutlu dönemini paylaştığı Spencer Tracy ile O, literatürlere muhtelif sebeplerle ve bileklerinin, yüreklerinin hakkıyla geçmişlerdi. Geçtiğimiz yıllarda Tom Hanks bu rekoru egale edene dek, Spencer Tracy, üst üste iki yıl Oscar kazanan tek isimdi. Son adaylığı, ölümünden sonraya tekabül ederdi. Hepburn ise kazandığı dört Oscar ve onlarca adaylıkla ‘‘ayrı bir tür’’dü. Tracy, herhalde yukarılarda bir yerlerde, her zaman dalgacı bir hoyratlıkla yaklaştığı ‘‘esaslı kız’’ı kendisine katıldığı için epey hoşnuttur şimdilerde; ki, bu da yegáne avuntumuz olsun. John Cassavetes-Gena Rowlands ile birlikte, hatta onlardan da öte, en sevdiğimiz çifttiler: ‘‘Adam's Rib, Guess Who's Coming To Dinner...’’ Ve bunlara benzer yedi filmde daha birlikte rol aldılar. Gazeteler, Tracy ile Hepburn'ün tanışmalarına ilişkin o meşhur anekdota yer verirken, hafif tahrip ettiler, naçizane tashihimiz olsun: Hepburn, zaten uzun olan boyuyla, merdivende, Tracy'nin birkaç basamak üstünde dikilip; ‘‘Korkarım benim için biraz kısa boylusunuz Bay Tracy,’’ der. Tracy, müstehzi bir tebessümle yüzüne bakar sadece. Mevzu üzerine yorum, kendilerini tanıştıran yönetmen George Cukor'dan gelir: ‘‘Merak etme Katharine, o yakında seni kendi boyuna indirir!’’ Sonrası işte, tarih: Aşk, savaş ve barış... Şimdilerde Gökkube'de vizyonda...Sporcunuzu nasıl alırsınız? Bugün, Wimbledon'da erkeklerin final maçı var. Bu yazı Cuma günü kaleme alındığı için, sonuca dair herhangi bir şey söylemek mümkün değil ama kusura kalmayın, konumuz da zaten Şampiyon'un akıbeti değil.Bizim derdimiz, daha ziyade, Wimbledon'da beş yılda dört (98-99-01-02) yarı final oynayıp, bütün bir milleti arkasına aldığı, İngiliz halkı tarafından zaferi Godot misali beklendiği hálde şimdiye dek finale bile ulaşmaya muvaffak olamamış Tim Henman ile...Henman, yılın bu demleri geldi mi, İngiltere'nin öncül geyik mevzuuna dönüşüyor ki, bu sezonluk sendromun adı bile konmuş vaziyette: Henmania (Henman-mani)...Geçen haftaya dek, dünya sıralamasında 10. sırada olan Henman, bu yıl, söz konusu turnuvadaki meş'um kifayetsizliğinde kendini aşıp, Fransız Sebastien Grosjean'a yenilince, yarı finale bile kalamadı. Ve ne hikmetse, buram buram tüten bağrı yanık bir umutla, onun kupayı kucaklamasını bekleyen İngiliz halkı, güya hayalkırıklığı yaşamasına rağmen, esasında duruma hiiç şaşırmadı; hatta için için rahatladı.2 Temmuz tarihli Guardian gazetesinde, siyasetçisinden entelektüeline, birçok ismin konuyla ilgili görüşüne yer veriliyordu. Misal, İşçi Partisi'nden Oona King, durumla hiç acımadan dalgasını geçiyordu: ‘‘Bence Tim maçı alacak ve bence İngiltere gelecek yıl futbolda
Dünya Kupası'nı kazanacak ve az önce uçan bir domuz gördüm...’’Yine de mevzuyu şahane bir soruyla, uyuz misali kaşıyan, en azından benim zihnimi gıdıklayan, çağdaş fantastik edebiyatın nev-i şahsına münhasır yazarı Jeannette Winterson oldu:‘‘Tim Henman'ın tenis oynayışında yanlış bir numara yok. Fakat biz İngilizler, kaybeden edebiyatına yazılmayı severiz. Düşünsenize, her yıl bu dönemde tribünleri doldurup, televizyonlara kitlenip, nafile bir umutla Henman'a tezahürat etmek, başlıbaşına bir
spor dalı háline gelmiş durumda. Ben kendi adıma, Henman'ın kazanması hálinde kalp sektesi geçirmesinden korkuyorum. Hem hele bir kazanırsa ne yaparız hiç düşündünüz mü? Mutlak hayalkırıklığı... Adamın özel hayatını didikleyip, kazandığı parayla ilgili kötücül dedikodular üretmekten öte hiçbir şansımız kalmayacak.’’Niyeyse bu yorum, kayda değer bir başarı elde etti mi ya da sürüden farklı olduğunun altını ince uçlu bir kalemle çizmeye kalktı mı, psikolojik linç akabinde iştihayla mideye indirilmeye çalışılan sporcularımız hakkında derin tefekkürlere dalmama neden oldu.Hakikaten, siz sporcunun hangi çeşidini severdiniz? Zeki, çevik ve ahláklı olanını mı? Peki bu insanları bir iş başarmaya kalkar kalkmaz sopalamaya başlamamız niyedir? Rağmen, yani size, bize, hepimize rağmen edinilmiş başarıları (Aşüfte Süreyya Ayhan, karizma fukarası Şenol Güneş, şaban Hakan Şükür, şımarık Emre Belözoğlu, iflah olmaz Sergen Yalçın, zenci pornocu Pascal Nouma, Almancı küstah velet İlhan Mansız, vs, vs...) küçümsemek için birbirimizle yarışmamız niyedir? Spor olsun diye mi?Ya da bir garson edasıyla soralım: ‘‘Sporcunuzu nasıl alırdınız? Az, orta ya da çok pişmiş?
Magazin ya da skandal soslu ya da sıkıcı ve sade? İyice terbiye edilmiş?’’Peki doyduğumuzu, mide fesadı geçirmeden anlayabilecek miyiz? Niye ki? Daha önce şöhret müessesesini çökertmeyi başarmış BBG'ciler için sormuştum aynı soruyu. Şöhret, insanın işini ya da en azından herhangi bir şeyi iyi yapmasıyla, ama neticede bir şey YAPMASIYLA elde edilen bir şey değil midir? Ameliyattır, şarkı söylemektir, bina inşa etmektir... Fakat neticede kişinin işini başkalarından daha iyi yapması hálinde şanının yürümesidir. Değil midir? Peki bu nedir? Nil Demirkazık, bu hayatta ne yapar ve bundan ne elde eder? Nasıl marazi biçimde yaralı bir egodur ki bu, habire kapılarından kovulduğu bir parti adına, iğne deliğinden geçmeye muvaffak olmuş, üstelik rokfor peynirinin küfünün tadına doyamamış gastronom fare misali gerim gerim gerinerek, kendine anlı şanlı payeler çıkarır? Aktüel'in son sayısına kapak olan Demirkazık uzun uzun, ne bürokratların, ne siyasilerin isteyip de giremediği kapalı kapılar ardındaki ortamlarda bulunabildiğine dair şişiniyor. Tayyip Erdoğan'ın kalbine de aynı şekilde girebileceğinden pek emin ya, Başbakan'a döşendiği, dörtbir köşesi yanık, pek bi' şiirli nameyi de kamuya açıyor: ‘‘Her zaman kaçan sen, kovalayan ben / Yuvamdan, yurdumdan bihaber oldum / kalbimi insafsız yaralayan sen / Bu sevda yüzünden derbeder oldum! (...)’’ Demirkazık'a BBG elemelerine katılmasını öneririz. Bakınız oraya girmek de zor. Hanımefendi onu da başarır ve bu kez yakışır mı yakışır...Takılmış plak...Arkadaşlar, Romalılar, yoldaşlar! Her zaman akaryakıttan, şundan bundan yakınılacak değil ya; memleketteki beste darboğazına dikkat çekmek isterim. Yok, yanlış anlaşılma olmasın, Dudu'yu beğenmememiz gibi bir durum söz konusu değil. Ben daha ziyade, başka mecralarda da belirtmiş, bu aralar sağda solda habire, ağlak bir tonla yakınmakta olduğum üzre, ikrah getirmiş olduğumuz şu ‘‘remix’’ adetinden yana dertliyim. Nedir yahu? Ajda Pekkan beş yıl aradan sonra yeni materyalle dönüyor diye kıyamet kopartılıyor. Elimizde ne var? Üç ayrı remix ile tek parçalık bir single... Tarkan, fenomenal bir sunumla, yeni albümünü tanıtıyor. Elimizde ne var? 10 parçalık albümün, beşi, ikisi Dudu, ikisi Gülümse Kaderine, biri Bu Şarkılar Da Olmasa'ya ait olmak üzre, remix... Ömrümüz bir plak misali takıldı sanki, dön baba dönelim, hababam debabam, aynı nakarat... Cover'lara filan hiç değinmeyeceğim bile... Yapımcılar ve aranjörler fazla mesai yapıyor diye şarkı yazarlarının atalete düşmesi kaideden midir? Memleketteki bestekár ve güftekárlar uyuyor mu?Oy Madımak! Metin Altıok nezdinde bütün değerli kayıplar için ÖNDEYİŞBedenim üşür, yüreğim sızlar.Ah kavaklar, kavaklar...Beni hoyrat bir makaslaEski bir fotoğraftan oydular.Orada kaldı yanağımın yarısı,Kendini boşlukla tamamlar.Omzumda bir kesik el,Ki durmadan kanar.Ah kavaklar, kavaklar...Acı düştü peşime, ardımdan ıslık çalar.
button