Paylaş
Bunca işin ve sorumluluğun yükü omuzlarımdayken, 1 aydır Altay ile ilgili “taraftarından yazılar” yazmak yeni ve büyük bir sorumluluk olsa da, bana heyecan veren ve zihnimi dinlendiren keyifli bir uğraş. Üstelik, yazının yayımlanmasının ardından gelen görüş, eleştiri ve destek/teşekkür mesajlarının verdiği hazzın tarifi de imkansız. Bu nedenle yazıları aksatmamaya baştan beri özen gösteriyorum. Buna rağmen, geçtiğimiz pazar akşamı, deplasmandaki Hacettepe maçı ardından bir türlü yazmayı başaramadım. Bu isteksizliğimin sebebi kısmen maçın tamamını izleme şansı bulamamam, kısmen alınan beraberlik ile tekrar alevlendiren tepkiler ve yükseliveren tansiyon, ama çoğunlukla da duygu ve düşüncelerimdeki karışıklık ve kaostu.
Beni yakından tanıyanlar, üniversitede 6 senelik tıp eğitimimi Hacettepe’de yaptığımı, Hamamönü’nde yaşadığım yılları ve Hacettepe’ye o yıllardan gelen sevgimi, saygımı bilirler. Ama iç dünyamda yaşadığım kaosun sebebi bu değildi kesinlikle, çünkü terazinin diğer kefesinde kendimi bildim bileli üyesi olduğum, bundan dolayı da gurur duyduğum Altay vardı, Büyük Altay. 20 ile 60. dakikaları arasında izleyebildiğim Hacettepe-Altay maçında, sürekli savunma düzeniyle oynayan, ardarda 4-5 pas yapıp organize bir hücum üretemeyen, kalesinde pek fazla pozisyon vermese de oyuna bir türlü hakim olamayan Altay görmüştüm sahada. Maçın golsüz bittiği haberi Altay için zor deplasmandan kıymetli bir puan anlamına gelse de, camiada havanın tekrar bulutlanacağından emindim. Nitekim korkumun yersiz olmadığını görmem için son düdüğü takip eden bir kaç dakika yeterli oldu.
Evet, zor bir deplasmana liderin 2 puan gerisinde çıkmıştık, kadro geçen hafta da yazdığım gibi kısıtlıydı ve üretkenliği giderek azalıyordu, ama eldeki imkanlarla mücadele ve umutlar devam ediyordu. Bu maçtan önce sorsalar, 1 puanı memnuniyetle karşılayacağımı söylerdim, ama takım içinde bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyordum. Nitekim maçın hemen ardından tepki bulutları tribünün bir kısmından hızla yükseldi, taşıdığı bütün elektriği ve yağmuru olanca şiddetiyle Teknik Direktör Cüneyt Biçer üzerine boşalttı. Bu sağanağa bakılırsa takım oynamıyordu, 11'in kurgusu ve oyun planları yanlıştı, bu lig hocaya ağır gelmişti ve saire. Bu eleştirilerin bir kısmına katılmak mümkün, özellikle bazı maçlardaki oyuncu seçimlerine ve değişikliklerine. Ama bu takım ve bu teknik direktör değil miydi ilk 15 haftada izlediğimiz? Hadi Zonguldak ve Nazilli maçlarını unuttuk diyelim, peki Sakarya’ya pabucunu ters giydiren, Bandırma gibi güçlü bir rakibi sahadan silen, geriye düştüğü maçlarda (örneğin Fethiye, Kırklareli) bile oyunu son ana kadar bırakmayan bu kadro değil miydi? Murat Uluç dışında skorer forveti olmayan takım 1,87 gol ortalamasıyla grubun 2. en skoreriydi ve biz hala “üretkenliğin azalması”ndan yakınıyorduk. Bazı “isimlerin” ilk 11'e girememesinden yakınıyordu kimileri, peki o isimlerin antrenman performanslarını Cüneyt Hoca’dan daha iyi kim bilebilirdi?
Bir önceki yazımda, yakalanan 2 farka rağmen berabere bitirilen Bugsaş maçının ardından “zor zamanlar” yaşadığımızı söylemiştim. Biraz alınan puanlarla birlikte beklentilerin yükselmesi ve umutların artması, biraz da “bu sene olmazsa seneye” demenin mümkün olmadığı gerçeğinin zihinlerimizi kurcalaması sebebiyle biriken elektrikli bulutların sağanağa dönüşmesi kaçınılmaz olmuştu işte. Camiada herkes tarafından tasvip edilmese de, pazar öğleden sonra başlayan sağanak, pazartesi günü Cüneyt Hoca’nın görevine yönetim tarafından son verilmesiyle sonuçlandı. (Cüneyt Hoca’ya samimi bir teşekkür etmek ve bundan sonraki kariyerinde başarılar dilemek, bence bütün Altaylıların borcu.) Bir gün sonra da İsmet Taşdemir’in görevi devraldığı açıklandı.
Bir hastalığın etkin şekilde tedavisi için doğru tanıyı koymak, zamanında ve en uygun tedaviyi uygulamak ve yaşanabilecek komplikasyonlara karşı önlemleri almak gerekir. Altay’ın bu sezon muzdarip olduğu sıkıntıların tanısının doğru konduğu konusunda kafamdaki soru işaretlerini hala giderebilmiş değilim şahsen. Ne yazık ki başta konan tanı yanlışsa, uygulanan tedavinin yararlı olma olasılığı tamamen şansa bağlı kalıyor. Altay’ın kadrodaki yetersizliğinden kaynaklanan sıkıntılarını çözmeden sonuca yönelik beklentileri yüksek tutmak, hem görev alan teknik direktörün omuzlarındaki yükü ağırlaştırıyor, hem de tribünlerdeki elektrik yükünü arttırıyor. Daha önce sorunun teknik yönetimden çok, bu zor ve uzun maratona kısıtlı bir kadroyla çıkmamız olduğuna inandığımı yazmıştım.
Yine de umutsuz olmamak gerek, transfer konusunda yaşanan maddi engellere rağmen. Kadro sıkıntısını çözebilecek iki yol ihtimal dahilinde. Birincisi, sezon öncesi büyük umutlarla transfer edilen oyunculardan beklentiyi karşılayamayanların (örneğin Muharrem Ozan Cengiz, Ozan Sol, Doğan Karakuş, Serkan Sözmen) form düzeylerini yükselterek takıma özellikle orta saha ve hücumda katkılarını arttırmaları beklenebilir. İsmet Hoca’nın geçen sezon Muharrem Ozan ile Ankaragücü’nde geçirdiği başarılı sezonu (28 maçta 21 kez ilk 11 ve 11 gol) şampiyonlukla taçlandırması, bu konuda umudumuzu arttıran en önemli faktör. Bu durum, Ferhat Çulcuoğlu için de aynen geçerli. İkinci yol da, son 2 sezonki performansının aksine sezon başından beri bir türlü kadroya girmeyi başaramayan Halil Yılmaz’ın bu değişiklikten faydalanıp yeniden toparlanması ve daha çok çalışarak kadroya, hatta ilk 11’e girerek katkı vermesi. Halil, 2012’den beri beğenerek izlediğim bir orta saha. Takım doktoru olarak çimlere çıktığım 2015-16 sezonun ikinci maçında (Altay-Maltepespor) da şahsen tanışma ve daha yakın gözlemleme şansım olmuştu kendisini. Sahadaki pozisyonu için mükemmel bir fiziği ve büyük bir yeteneği olduğunu, ancak kendini korkularından kurtarıp zihnini öğrenmeye, kendisini geliştirmeye açamadığını düşünüyorum. İsmet Hoca ile bunu da başarırsa, sezonun ikinci yarısında hem Halil, hem kendisi, hem de Altay için büyük bir artı yazdırabilir.
Sonuç olarak, bulutlar sağanağı indirmiş olsa da, bence henüz dağılmış değil Altay’ın üzerinden. Geçen sezon başında yaşadığımız kaosu da unutmak mümkün değil, ki o kaos iyi başlanan bir sezonun ilk yarısında büyük bir bocalamaya yol açmış, sonunda liderliği kaçırmaya ve play-off cehennemine yakalanmamıza sebep olmuştu. Dileyelim ve umalım ki yapılan müdahale işe yarasın, fayda getirsin, İsmet Hoca ve ekibi bir yandan takımın grafiğini yükseltirken, diğer yandan tribünlerin elektrik yükünü topraklayabilsin. Aksini düşünmeyi bile aklıma getirmek istemiyorum.
“Ekselans”ın Toprağı Bol Olsun…
Ülkemizde bir çok kulübün siyasetten, belediyelerden, bulundukları şehrin bürokrasisinden veya bazı sermaye gruplarından beslendikleri malum. Altay ise bir ülkünün, bir idealin kulübü olarak kuruldu yaklaşık 104 yıl önce ve bu ülküye sahip çıkan, bu ideali yücelten neferlerinin omuzlarında yükseldi tarihi boyunca. Erdoğan Tözge, bu 104 yılın ikinci yarısına damgasını vuracak düzeyde hizmetler vermiş bir neferiydi Altay camiasının. Türkiye Kupası’nı İstanbul hegemonyasının elinden ilk kez çekip alan başkandı. “Büyükler ölmez. Atatürk öldü mü? Altay da ölmez. Disiplinli çalışırsan, işbirliği içinde gidersen, aklıseliminle… Kulübünü alır bir yere götürürsün.” diyordu bir kaç sene önce, Altay’ın dibe vurduğu zamanlarda. Toprağı bol olsun Ekselans’ın. Geride kalan bizlere de bu öğütlere uyarak çalışmak, Altay’ı hep daha yukarıya taşımak ve tam ortasında sonsuzluğa yol aldığı bu sezonun sonunda kupayı ona götürebilmek nasip olsun…
Paylaş