Paylaş
Futbolda başarı ölçütünün ne olduğu malum. Bir takımın, en çok da teknik direktörün başarısı, kazanmak ile ölçülür. Dünya futbol endüstrisinde böyle bu iş, biliyorum. Bir yerde “endüstri” lafı ediliyorsa kazanmanın neden şart olduğunu da biliyorum elbet. Boşuna nefret etmiyoruz endüstriyel futboldan. Fakat bizde, hem endüstrinin parçasıymış gibi yapıp hem de gereği yapılmadığından işler hepten arapsaçına dönüyor.
Bu karmaşanın içinde; hocanın eldeki imkânlar neler, içerde nasıl bi film dönüyor, teknik direktör çok büyük bi takımın başında olsa bile nelerle uğraşıyor kimsenin umurunda olmuyor. Kaptanın boğuştuğu dev dalgalarla değil, gemiyi limana yanaştırıp yanaştıramadığı ile ilgileniliyor. Dolayısıyla, Mustafa Denizli’nin son Galatasaray seferi, kolaylıkla başarısızlık olarak anılacak. Anılıyor.
Çünkü fırtına varmış yokmuş bakmıyo kimse. Çünkü gemiyi limana çıkaramamak başarısızlık. Çünkü o fırtınaya rağmen dümene geçmiş olmak başarı değil sanki. Mustafa Hoca, dün, Gaziantep maçındaki ikinci golden sonra çok bitkin ve üzgün görünüyordu. Basın toplantısında da öyle. Oysa ben Mustafa Denizli’yi hep mutlu hatırlamak istiyorum. Bizi çok mutlu ettiği o günkü gibi.
Başarı ve mutluluk arasında unutulmaz bir bağ kurduğu 9 Kasım 1988 gününde olduğu gibi. Daha evvel de yazmıştım, Galatasaray-Neuchatel Xamax maçının olduğu o gün, benim ezbere konuşmamayı öğrendiğim tarih oldu. Bi şeyi sonuna kadar kovalamadan ondan vazgeçmemeyi öğrendiğim tarih. En büyük başarının mutluluk olduğunu öğrendiğim tarih. Bunları, o gün, Galatasaray’dan ve Mustafa Denizli’den öğrendim.
“Uğuuuuuur! Gooooool!”
O maçtan, herkes gibi benim de zerre umudum yoktu. Galatasaray’ın 3-0 gibi bi skorun altından kalkabileceğine ihtimal vermiyordum. O yüzden, o gün, o öğleden sonra radyodan yayınlanan maça yetişmek için hiç acelem yoktu. Aklım sıra.
Okuldan çıkıp sallana sallana eve yürürken, yoldan geçen iki üç arabanın korna çaldığını duydum. Maça filan yormadım. Aklıma bile gelmedi. Sonra arabalardan birinden adamın yarı beline kadar sarkarak “Uğuuuuuur! Gooooool!” diye bağırdığını duyunca anladım. Amaaaan tek golle olacak iş değildi, hava şahaneydi, böyle havada gidip meybuz yemeyen aptaldı. Mahallenin çarsındaki süs havuzunun kenarında oturmuş donmuş boyalı meyve suyumu yerken “İlk yarı 1-0” filan gibi laflar duydum. Oralı olmadım. 1-0’dan ne olacaktı. Tanju Çolak ikinci golü attığında kırtasiyeden kırmızı kalem alıyordum. Çarşıda “Uğuuuuur! Üçççç!” diye bağırdıklarında artık deli gibi eve koşmaya başlamıştım.
Dördüncü ve beşinci golleri, evde radyonun başında Levent Özçelik’ten dinledim. O bağırdı ben bağırdım. O ağladı ben ağladım. Annem zıpladı. Babamı aradık. Daireden. Öyle denirdi. “Daire”. “Yazıhane” vardır bi de. O da güzeldir.
Gece rüyamızda Mustafa Denizli’yi gördük
O gün, hayatımdaki en acayip günlerden biriydi. Bütün mahalle mutluluktan sokağa fırladık. Sonra tekrar evlere koştuk. Maçı veriyordu televizyon. Akşama kadar bi içeri bi dışarı girdik girdik çıktık. Daireden dönen babalarla bi fasıl daha kutlama yaptık, onlara golleri uygulamalı anlattık. Ben Uğur Tütüneker oldum. Eve girdik golleri bi daha bi daha seyrettik. Gece rüyamızda Mustafa Denizli’yi gördük.
Ben, o acayip gün, meselemin sadece tuttuğum takımın başarısı olmadığını da anladım. Futbolun bizzat kendisini, duygusunu, beni mutlu etme halini, her türlü taraftarlık duygusundan azade sevebildiğimi gördüm. Ben o günden sonra bir daha hiçbir maçı “Şöyle olur böyle olur” diye seyretmedim. Erken vazgeçmedim. Sonuna kadar gitmeden dönmedim. Ama başarının kendisinden çok mutlulukla ilişkisine vuruldum. Bunları o gün Galatasaray’dan ve Mustafa Denizli’den öğrendim.
O yüzden Mustafa Denizli’yi mutlu hatırlamak istiyorum. Başarı-başarısızlık tartışmalarıyla değil. Çünkü en büyük başarı mutluluk. Kaldı ki başarı dediğimiz şey, zaten kocca kocca harflerle yazıyor hocanın özgeçmişinde. Söylemeye gerek bile yok.
Paylaş