Güncelleme Tarihi:
Geçtiğimiz günler Yeşilköy Dünya Ticaret Merkezi'nde açılan Moda Fuarı'na gittim...
İçersi anababa günüydü... İşin ilginç yanı, kalabalığın üçte birini Fuar'ı gezmeye gelenler, üçte ikisini ise ortalıkta dolanıp duran mankenler oluşturuyordu...
İnanın ben ülkemizin bu manken durumuyla iftihar ediyorum...
Memlekette üretimin yeterli olmadığını söyleyenler, tüm ülkeleri sollayıp duman ettiğimiz şu manken üretimimize bakıp utansınlar...
Ülkemin verimli topraklarından adeta manken fışkırıyor... Memlekette fert başına düşen manken sayısı, fert başına milli gelirden düşen payı üçe beşe katlıyor...
İnsan akşam evde pantolonunun ceplerini boşaltırken, cebinden neredeyse manken çıkıyor...
Şimdi manken kuruluşları, bazı manken arkadaşlar bu sözlerime bozulacaklar biliyorum ama; neylersiniz ki vaziyetin durumu da bu!.. Beş hanıma ne iş yapıyorsun diye sorsam, dördü ‘‘mankenim'' diyor.
Bence tez zamanda, nüfus planlaması yapar gibi bir manken planlamasına gidilse ülke yararları açısından iyi olacak...
Aslında şu ölümlü dünyada övünmek gibi olmasın benim de mankenliğim var... Size daha sonra anlatacağım... Ama ne bileyim, hani bu mankenlik işleri ilerde başımıza bir iş açmadan, yol yakınken bir düzene sokulsun istiyorum!..
Neyse, dönelim gene Moda Fuarı'na...
Fuarda öyle pek adını duyduk, bildik firmalar yoktu...
Standlarda tabi bir sürü giyecek de teşhir ediliyordu ama, asıl teşhir edilenler, o fuarı hıncahınç dolduran mankenlerdi...
Zaten fuar salonunda dakkabaşı ‘‘Mankenlerimiz... Az sonraa bu standda, 'transparanlarını' sunacaklardıır!..'' diye anonslar yapılıyor, bizim modayı yakından takipeden (!) millet de, ses hangi yandan geliyorsa, hurraa oraya hücum ediyordu...
Zaten bizde bu mankenlik işi de bir garip... Manken dediğin giyinir, üstündekini teşhir eder... Bizde üstündekini başındakini en çok fora edip anadan üryan kalan, mankenin iyisi, makbulü oluyor...
Memlekette hiç yapılmıyorsa senede birkaç yüz tane çamaşır defilesi yapılıyor...
Gazetelerde çıkan resimlere, televizyonlardaki görüntülere bakın; bu defilelerin izleyicilerinin neredeyse tamamı da erkekler...
Dışardan bakan biri bu memlekette bütün erkeklerin kadın çamaşırı giydiğini zanneder...
Bizde bu çıplaklık işini, mayolarını kapış kapış tüm dünyaya satan ama, kazandığı tüm parayı o ‘‘Top Model''lere kaptırıp sürekli içeri giren Zeki Triko'nun sahibi Zeki icadetti...
Gazetelerde, televizyonlarda, Zeki'nin o ünlü mankenlerini sürekli çıplak gören bizim kızlar, Top Model olabilmek için üstte başta ne var, ne yok soyunup dökünmeye başladılar...
* * *
Moda ‘‘İnsanın giydiğini kendine yakıştırmasıdır...'' derler!.. Doğrudur...
Örneğin, para yok... Pederin sana verdiği, kolları otuz santim uzun gelen, etekleri palto boyu gibi duran eski ceketini giymişsin... Aynaya bakıp, kendine yakıştırıyor musun, yakıştırmıyor musun, mesele o!.. Yakıştırıyorsan işte moda da bu!..
Bilmem modayı anlatabildim mi ?..
Bir de modayı takipetmek diye bir kavram var...
Modayı kesinlikle takip etmeyeceksin!..
Çünkü moda, ‘‘Rica ederim peşimi bırakın, muhitimize geldik!..'' dediğinde mahçup olur, kös kös geri dönersin...
Zira onun muhitinde takım elbise 180 milyon, tek pantolon 60 milyondur...
Ayrıca neden takibediyorsun ki modayı?..
Bırak o seni takip etsin, peşinden gelsin... Yerlerde sürünüp, ‘‘Beni takip et!'' diye yalvarsın arkandan!..
Bu arada, ‘‘Gel sen ona uyma!..'' diyeceğim ama, tut ki modaya uymaya kalktın...
Bir ceket beğenirsin bu defa moda, yani ceket sana uymaz, büyük gelir... Mağaza görevlisi de kalan o tek ceketi sana kakalamak, elinden çıkarmak için türlü şaklabanlık yapar... Orasını burasını çekiştirip, ‘‘Size gerçi biraz büyük gibi duruyor ama, daha iyi 'zengin gösterir'...'' der...
Diyelim ki o ceketi aldın... Bu defa da ‘‘Herif zengin olmuş...'' diye, ne kadar alacaklı varsa peşine düşer...
Gerçek zenginlere bakın, ‘‘zengin göstermesin!'' diye, hep üstlerine bir beden ufak, daracık elbiseler giyer öyle gezerler!..
Şimdi gelelim, sizlere yazının başında da söz ettiğim ‘‘mankenliğime!..''
Yıllar önceydi... Ama şöyle epey bir yıllar önceydi...
Vakko, ülkede ilk kez danslı, müzikli, tiyatrolu, showlu, herbir şeyli büyük bir defile yapmayı planlamıştı... Daha sonra bu defile gerçekten çok büyük ses getirdi...
Cem Hakko'nun derlediği Vakko'nun öyküsünü anlatan kitapta Vitali Hakko bu defileden ve başarısından uzun uzun söz eder zaten...
Bu defilenin yönetim ve sahne işini nasıl, nereden olmuşsa ağabeyim Oğuz Aral sarmıştı başına...
Hani ‘‘Ne iş olsa yaparım abi...'' diye bir laf vardır... İşte onun gibi, karikatürcülükten bağlama çalmaya, tiyatro yönetmenliğinden pandömimciliğe, çizgi filmciliğe her işi yapan Oğuz Aral, kariyerinde defile sahnelemeyi eksik görmüş olacak, bu defa da bu işe sardırmıştı...
Bana da bu defilenin dekorlarını çizme görevi düşmüştü...
Defilede, bugün hepsi çok sevdiğim arkadaşlarım olan, Başak Gürsoy, Yelda, Fatoş, Nilgün, Semra vs. öyle fıstık mankenler vardı ki... Değil dekor çizmek, bana bu defilede ne bileyim patates soyma, yerleri silme gibi işler de verseler, gene balıklama atlardım...
* * *
Daha sonra tüm yurdu dolaşan gösteriler İstanbul'da Hilton Oteli'nde yapılıyordu...
Ve sunucu kimdi biliyor musunuz?..
Halit Kıvanç... Tabii o zamanlar, saçları daha koyu beyazdı...
Gösteriler birbirini izledi... Gerçekten müthiş beğenildi...
Ve defilenin son günü geldi çattı... Herkes çok keyifliydi... Son gün olduğundan ufak ufak sululuklar bile yapılıyordu gösteri sırasında...
Ben ekibe pek sokulmuyordum... Ama, çizdiğim dekorların mürüvetini görmek, daha doğrusu kızları görmek için, arada bir provalara falan gidiyordum...
O gün son gün olduğundan, dekorları (!) daha bir yakından görmek için kulise girmiştim... Sahnenin önünü ve arkasını oradan izliyordum...
Kızlı erkekli mankenlerin biri girip, biri çıkıyor, salon alkıştan yıkılıyordu...
Bir ara mankenlerin üzerinde dolaştıkları podyum denilen yer boş kaldı...
Halit Kıvanç elinde mikrofon sahneye gelecek mankeni bekliyordu... İşte ne olduysa da o zaman oldu zaten...
Ben oralarda dolanırken, biri beni arkamdan sahneye bir itti... Bir baktım, o podyum denen yerin ortasındayım... Ağzına kadar dolu salon bana bakıyor... Üstüne üstlük bir de çılgınca alkışlıyorlar...
Halit Kıvanç ise ağzı bir karış açık, o tutulması olanaksız olan dili tutulmuş, şaşkın şaşkın bana bakıyor...
Biran olduğum yerde kazık gibi çakılı kaldım... Ben öyle şaşkın, kazık gibi durunca alkışlar da kesilir gibi oldu...
Sonra baktım yapacak bir şey yok... Önce bir iki adım attım... Sonra da hafif koşar gibi de olsa başladım podyumda yürümeye...
Derken durumu anlayan Halit Kıvanç da kendini toparladı... Eliyle beni gösterip mikrofona, ‘‘Ve şimdi de huzurlarınızda... Yazlık nefis bir kostümle manken Hüsamettin!..'' dedi.
Allah'tan üzerimde temizce bir elbise var... Gerçi iki üç yıllık ama, tek elbisem olduğundan gözüm gibi bakıyorum...
Yaz kış giydiğimden, yazlık mı, kışlık mı onu da bilmiyorum... Turu tamamladım. Sonra da kan ter içinde kulise döndüm...
‘‘Çok iyiydin...'' dedi, ağabeyim Oğuz Aral...
Ve gerçeği o zaman anladım... Yazar çizerlik yapıp kendisine rakip olmayayım diye beni aktör olmam için ta Ankara'lara gönderen, o da yetmiyormuş gibi artist yarışmalarına sokan Oğuz Aral, bu defa manken olmamı planlamış, beni arkadan podyumlara itmişti...
İş bu kadarla kalsa iyi...
Defile bittiğinde, Vakko'nun satış müdürü heyecanla kulise girdi, bana:
‘‘Senin elbise çok beğenildi... Müthiş talep var...'' dedi.
‘‘Yani bu ne demek?..''
‘‘Elbiseyi derhal çıkar... Sipariş almak için hemen kalıbını almamız, renk, desen tespiti filan yapmamız lazım...''
‘‘Peki, ben buradan nasıl gideceğim?..''
‘‘İçerde, defilede gösterdiğimiz bir sürü elbise var... Git en beğendiğini al, sırtına giy git... Yeter ki şu elbiseyi çıkar!..''
Yıllardır giyip, gözüm gibi baktığım elbesemi çıkarıp verdim... Sonra da gidip defile elbiseleri arasından bana verdikleri elbiseyi giydim... Çıkıp gittim...
Yalnız bedenime uyan bir elbise bulamadıklarından, bana, benim gibi iki kişiyi içine alacak ‘‘o zengin gösteren'' elbiselerden birini vermişlerdi...
O elbiseyle birkaç yıl, zengin bir adam olarak dolanıp durdum!..