Güncelleme Tarihi:
Futbola Ankara Altındağspor’da başladınız ve alt kademelerde oynadıktan sonra 2. Lig takımlarından Gaziantepspor’a transfer oldunuz. Gaziantepspor’daki başarınızın ardından 2. Lig’den A Millî Takım’a yükseldiniz. O günleri biraz anlatır mısınız?
Gaziantepspor’u 1. Lig’e biz çıkardık, şampiyon olduk. 17 yaşında gittim Gaziantepspor’a ve oynamaya başladım. İki sezon oynadım orada. 1981-1982 sezonunun başında da Fenerbahçe’ye geldim. 2. Lig’deyken A Millî Takım’a seçildim. Bu Türkiye’deki ilklerdendir. Pek bilmiyorum bunu başaran var mıdır? O zaman Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor, Fenerbahçe ağırlıklı bir takım vardı. 2. Lig’den Millî Takım’a seçilmek parmakla gösterilecek bir olaydı. İlk gittiğimde Fatih Hoca, Mustafa Denizli Hoca, Şenol Hoca as oyunculardı. 1979 yılında rahmetli Sabri Kiraz Hocamız beni aldı Millî Takım’a. Türkiye’de en fazla Millî Takım’a giden oyunculardan biriyim. Yıl olarak 12. Ama sayısal olarak en az millî olan kalecilerden birisiyim. O dönem çok maç yoktu. Yabancı ülkelerden özel maç teklifi bile gelmiyordu bize. Avrupa Şampiyonası olsun, Dünya Kupası olsun kolayca elenebilen bir takım hüviyetindeydik.
Millî Takım’a seçildikten sonra büyük takımların transfer listesine girdiniz ve neticesinde 1981-1982 sezonunda Fenerbahçe’ye transfer oldunuz. Transfer hikâyenizi anlatır mısınız?
Anadolu kulüplerinden Millî Takım’a seçilen oyuncuları yönetimleri ya da başkanlar ödüllendirirlerdi. Para verirlerdi. Tabiî bir ayrıcalık görüyorsun kendinde. O şehrin temsilcisi olarak Millî Takım’a seçilmek gurur verici. Ay-yıldızlı armayı taşımak herkese nasip olmuyor. Bugün İngiltere’de Wembley’de oynayamayan bir sürü oyuncu var. Çünkü Millî Takım oyuncuları oynuyor Wembley’de. Bunun gibi bir şeydi. Herkesin bir rüyası, hayaliydi… O dönem dört büyüklerin haricinde Bursaspor ve Zonguldakspor da beni istiyordu. Ekonomik durumları çok iyiydi. Hepsi beni istiyordu. Tercihimi Fenerbahçe’den yana kullandım. Transfer hikâyem de enteresandır. Fenerbahçe beni istiyor, diğer kulüpler de istiyor. Gazeteler de yazıyor. Bizim Fenerbahçe ile maçımız vardı İstanbul’da. O maçta Fenerbahçe bize 4-0 yenilseydi küme düşüyordu. 1-0 galiptik. O zaman Gaziantepspor’da penaltıları ben atıyordum. 1-0 galipken penaltı oldu. Hocama, “Ben atmayayım. Adım Fenerbahçe ile geçiyor. Dedikodu olmasın” dedim. “Hayır, sen atacaksın” dedi. Atamadım ben penaltıyı. Kaleci Adem kurtardı. Fenerbahçe’nin o zamanki hocası Friedel Raush’du. Adem ile hocası saha içinde tartışma yaşadı. O dönemki Başkan Ali Şen beni ofisine çağırdı transferim için. “Niye atmadın penaltıyı?” dedi bana… Ben de, “Atmak istedim ama atamadım sayın başkanım” dedim. O zaman geldi sarıldı, öptü beni. Ben gerçeği söylemiştim. Öyle gerçekleşti transferim. O zaman şimdiki gibi Bosman kanunları yok. Bonservislerimiz kulüplere bağlıydı. İstedikleri gibi rakam talep edebiliyorlardı. O şekilde gerçekleşti transferim.
7 yıllık Fenerbahçe kariyerinizde iki lig, bir Türkiye Kupası şampiyonluğu yaşadınız. O 7 yılı nasıl anlatırsınız?
Fenerbahçe’ye gittiğinizde Anadolu kulüplerindeki gibi rahat bir ortam göremiyorsunuz. Çok odaklanmanız lâzım. Fenerbahçe camiası ikinciliği bile kabul etmiyor, sadece şampiyonluk istiyor. Biz de her iki senede bir şampiyon olduk. Bir dönem 5 kupayı birden aldık. Branko Stankovic döneminde 5 kupa aldık. Spor Yazarları, Donanma Kupası, Türkiye Kupası, Türkiye Şampiyonluğu, Cumhurbaşkanlığı Kupası… Tabiî çok güzel duygulardı. İleride gurur duyabileceğiniz başarılar bunlar. O zaman sizinle yaşayan arkadaşlarınız, aileniz, komşular; basında çıkan gurur verici yazılar yüreğinizi kabartıyor. İtibar görüyorsunuz. Bir ayrıcalık görüyorsunuz. Her ne kadar o ayrıcalıklı kişiliğiniz yoksa bile; o ayrıcalığı görmek istememenize rağmen böyle davranış şekilleriyle karşılaşıyorsunuz. Hoş şeyler bunlar. Dünyanın her yerinde böyledir. Sporcular, sanatçılar bu tip hareketlere lâyık kişiler.
Fenerbahçe ile 1983 yılında yaşadığınız Türkiye Kupası şampiyonluğunun ardından sarı-lacivertli takım 29 yıl bu başarıyı tekrarlayamadı. 29 yıl boyunca siz konuşuldunuz. Sizinle o dönem zarfında röportaj yapmıştım ve bana, “Yeter artık Fenerbahçe bu kupayı alsa da biz de bu röportaj verme eziyetinden kurtulsak” demiştiniz. Bu süre zarfınca yaşadığınız ilginç anılar var mı?
O zaman da üç kulvarda yarışıyorduk. Şampiyon olduğumuz sene Bordeaux’yu elemiştik. UEFA Kupası’nda yarışa devam ediyorduk. Türkiye Ligi var, bir de Türkiye Kupası var. Bunlardan kopmuyorduk. İyi de bir takımımız vardı. İyi arkadaşlığımız vardı. Arkadaşlık çok önemlidir. 5-6 kişi birden gezerdik. Belki hepsiyle samimi olmuyorduk ama hep birlikteydik. 29 sene kupanın alınmamasına tesadüf diyebilirim. Çünkü belki lige ağırlık verdi takım… Belki Avrupa’ya ağırlık verdi. Gruplara katılmayı garantilemek için yedek kadro çıktı. Bu yüzden 29 sene geçti.
Fenerbahçe’den sonra Malatyaspor’da da çok önemli başarılar kazandınız ve şehrin futbol tarihine damga vurdunuz. Takım tarihinde ilk kez ligi üçüncü bitirdi. O günleri nasıl hatırlıyorsunuz?
O dönem Malatyaspor’un yönetimi çok güçlüydü. Türkiye’nin önemli oyuncularını transfer ettiler. Ünal Karaman vardı, Metin Yıldız vardı Galatasaray’dan… Feyzullah, Oktay, Levent, Eren iyi futbolculardı. İlk sezonda ligi beşinci sırada bitirdik. İkinci sezonda üçüncü olduk ve Balkan Kupası’na katıldık. Ertesi sezon Malatyaspor’dan ayrıldıp Sarıyer’e geldim. Malatya’da iki yıl kaldım. Çok mutlu günlerim geçti. Hala efsane kadro diye anılıyor o kadro… Ama ertesi sezon Brezilya’dan üç oyuncu geldi. Kaleci Carlos ve Eder Brezilya Millî Takımı’nın banko oyuncularıydı. Ama küme düştüler. Sadece şöhretli futbolcu aldılar. İyi futbolcu demeyeyim; şöhret aldılar; küme düştüler. Sarıyer’e geldim. Sarıyer’de de aynı şekilde iyi bir kadromuz vardı. Rahmetli Selçuk Yula, Beşiktaşlı Fikret Demirel, Cem Pamiroğlu, ben, Erdal Keser, Mustafa Yücedağ, Sercan Görgülü, Cengiz Güzeltepe, Osman Yıldırım… Kadromuz müthişti. Erdi ile daha sonra Fenerbahçe’de buluşmuştuk. Sarıyer’de bir beşinci, bir üçüncü bitirdik ligi. Yine aynı başarıyı tekrarlamış oldum. Bir sezonda 12 penaltının, 8’ini kurtardım. Arşivlerde vardır bu… Ben Türkiye’de en çok penaltı atan, en çok kurtaran kaleciyim… Şu anda Bursaspor’un kalecisi 5 penaltı üst üste kurtardı ama rekorum daha geçilemedi…
Rakamları hatırlıyor musunuz hocam?
Bir sezonda diyorum düşünün… 12 penaltının 8’ini kurtardım. 8-10 tane penaltıdan golüm vardır. Penaltı atmak, kurtarmaktan daha zordur. Çünkü neden? Atamayınca “Kaçırdı” deniyor. Ama kaleci kurtarınca, “Kurtardı” oluyor. Atmak bence daha zor.
Bu kadar çok penaltı kurtarmanızın sebebi atmayı bilmeniz olabilir mi?
Tabiî, evet… Küçükken oyuncu olarak başlamıştım futbola. Oradan ayak becerisine, topa vurma becerisine sahiptim. Bir de penaltı kurtarmanın sadece bir değil, 10-15 etkeni olduğunu sayabilirim size. Daha önce hangi köşeye atmış? Sağ ayakla mı atmış, sol ayakla mı atmış? Kaleciler onları yanıltmak için sağa gider gibi yapar sola gider; sola gider gibi yapar sola gider yine… Bazıları bakarak atar. Bazıları bakmadan vurur. Bazıları ayağının içini gösterir, son anda bileğini kıvırır. Bunların hepsi analiz ediliyor; edilmeli de bir kaleci tarafından… Atanın da bu şekilde kaleciyi analiz etmesi lâzım. Tamamen atanın ve kalecinin hissiyatları ön plana çıkmalıdır.
Kariyerinizde önemli başarılar olmasına rağmen herkes sizi 1986 Dünya Kupası elemelerinde İngiltere ile oynanan ve 8-0 biten maçla hatırlıyor.
Bu bende bir yara… Çok üzgünüm bu konuda… TV kanallarında, gazetelerde, röportajlarda benimle ilgili, “Ne kadar kendisiyle barışık” ifadelerini kullanıyorlar. Sağ olsunlar. Zaten öyle birisiyim. 23 yıllık futbol kariyerimde 5 şampiyonluğum var. Cumhurbaşkanlığı Kupaları var, Türkiye Kupaları var, en az gol yiyen kaleci unvanım var. En çok penaltı atmış, en çok penaltı kurtarmış, ilk Dünya Karması’na çağrılmış oyuncuyum… Askerdim gidemedim. İsa gitmişti… 2. Lig’den Millî Takım’a seçilmişim. Bunlar benim kariyerim. Bunların hepsi evimde kupalarım ve albümlerimde sabit. Ama duvarda. İnsanların zihniyetinde kalan tek şey İngiltere maçı… Ben o İngiltere maçında çok kişiyi kurtardım. Başta federasyonu… Başta antrenörü… Başta futbolcu arkadaşlarımı… Hepsini ben kurtardım. Fatura olduğu gibi bana çıkartıldı. Her şey bana yıkıldı. Tabii sağ olsun gazeteci arkadaşlar da bana hemen “kova” damgasını vurdular. Esasında kova bana değil, kalecilere ait genel bir tâbirdir. Beklere de “Koridor oldu” derler. Benim lâkabım kaleci… Herkes telefonuna “Kaleci Yaşar” diye yazar. Şimdi Ahmet, Mehmet deniyor kalecilere… Volkan, Muslera olarak geçiyor. Ama ben Kaleci Yaşar’dım… Ama bu kova damgasını yiyeli 32 sene geçti. 1984 yılıydı. Şimdi adam kendisi 30 yaşında, 7-8 yaşındaki oğluna diyor ki; “Bu amcanı tanıdın mı?… Fenerbahçe’de oynadı, Millî Takım’da oynadı ama 8 gol yedi” Böyle bir tanıştırma şekli… Bu telefonda da böyle. Telefonun diğer ucunda insanlar benimle konuşurken, “Kova Yaşar” diyor… Bunlar üzücü şeyler… Bunlar bende yara… 23 sene top oynamışım. Hayatım topla geçti. 23 sene oyunculuk… Antrenörlüğü de koyarsanız 50 yıldır bu işin içindeyim. Bu işten emekli oldum. Hâlâ sürdürüyorum bu işi… Seviyorum… Hayatımız futbol… Futbolun içinde bir hayat oldu. Ben bundan itibar gördüm. Ben bundan evlendim. Ben bundan paralar kazandım, çocuklarımı okuttum. Bir meslek; güzel bir meslek… Günde 2.5 saatini ayıracaksın. Ama şimdi mesailer 8-10 saat… Eskiden meslek değildi. Kız vermezlerdi bize… Şimdi meslek. Herkes ya topçu, ya popçu olmak istiyor. Sağlıklı bir yaşam içindesin. Para kazanıyorsun. Kendine ayıracağın çok zaman var…
Biraz eski günlere dönelim. Bir futbol takımının o günkü çalışma şartları, tesisleri, idman malzemeleri, sahaları ve statları nasıldı?
1969-1970 sezonunda amatör olarak Ankara’da bana lisans çıktı. Dışkapı’da, 19 Mayıs Stadı’nın altında küçük odalar vardı. Kulüp takımları orada soyunur ve sahaya çıkardı. Elimde annemin verdiği filenin içindeki eşofmanlarla yürüye yürüye giderdim. En az 5 kilometre yürürdüm. İdman biterdi; küçük olduğumuz için soyunma odasını biz yıkardık. Saçımız ıslak eve giderdik. Üç sene böyle geçti Ankara’da… Gaziantep’e geldiğimde üçüncü kaleciyim. 17-18 yaşındayım. Takımın en küçüğüydüm. İdmanda canı sıkılan, yorulana kadar bana şut atardı. İdman sahası toprak. Vücudumuzun her tarafı yara-bere içinde oluyordu. Yorulana kadar çalıştırırlardı bizi. “Çay söyle bana… Ceketimi getir… Kramponumu al…” Bu tip istekleri de vardı. Ayakçılık yapardık. Para yok. Annem rahmetli Ankara’da oturuyor. Ona bakmam lâzım. Okulu lisede bırakmışım. “Başaracağım” dedim.
Maddi olarak sadece futbola mı bağlıydınız?
Evden 1 lira harçlık alırken Gaziantep’e gittiğimde 15 bin lira para koydum cebime. Nasıl seviniyorum. Hemen ağabeyimle teyp aldık bin liraya… Bir kulaklık onda, biri bende 12 saat teyp dinleyerek Ankara’ya geldik. Şartlar bu… Malzeme sıkıntısı var kulüplerde. O zaman lojmanımız Gaziantep’in dışındaydı. Kulüpte yemek çıkmazdı. Otobüslerle giderdik deplasmanlara. Otobüsün arasında yatarak giderdik maçlara… Çok zor şartlardı. Benim bir resmim var. Çamurdan bir tek gözlerim gözüküyor. Böyle sahalarda çalıştık.
Statlar nasıldı?
Adana’ya Spor Yazarları Kupası’na gittiğimiz zaman ışıklandırmalı sahada oynuyoruz diye sevinirdik. 3-4 takım TSYD Kupası’nda oynuyorduk. O ışığın altında oynamak bizi acayip motive ediyordu. Acayip havaya giriyorduk. İyi oynamak için elimizden geleni yapıyorduk. Büyük sahalara gittiğimizde en iyi oyunumuzu oynardık. Çünkü futbolcular bunlara lâyık. İyi sahalarda oynamalılar. …
Bu şartları yaşayan bir futbol adamı olarak bugünkü şartları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Futbolcunun bir defa meslek sevgisinin olması lâzım. 18 yaşında Millî Takım’a gelen arkadaşlar var. Bir 18 daha oynasan 34-35… Kalecinin 38… Akıllı olacak. Şu anki şartlar sülalesini kurtarır. İyi bir yatırımla kurtarır. İyi bir yaşam koçu seçmeli… Bu abisi olur, babası olur, güvendiği bir büyüğü olur… Parasını da iyi değerlendirirse ömür boyu rahat eder. Bizim dönemimizde inanın eğitim eksikliği de çoktu. Ben futbolu bıraktım; kaleci antrenörüm hiç olmadı. Şimdi bu kadar güzel ortam; her şehrimizde artık statlar muazzam. Şehirlerdeki sosyal yaşam güzel. Ha İstanbul, ha Hakkari… Bir antrenör ve futbolcu olarak yaşam aynı olmalı. Ev, idman sahası… O kadar… Başka ne yapacak? İstanbul’da oturan en fazla biraz denizi görür. Şimdi artık oyuncuları 09.00’da çağırıyoruz; akşam yemeğine kadar orada tutuyoruz. Tesisler olsun, malzeme olsun her şey müthiş gelişme içinde. Hasan Doğan Millî Takımlar Kamp ve Eğitim Tesisleri muazzam. Buranın eski halini biliyorum. Şimdi 6 tane saha var. Teknik direktörlük kursuna burada katılıyorum. Yani futbolcu sadece işine odaklanacak. Ailesiyle düzgün bir yaşantısı olacak ve 35 yaşına kadar böyle yaşayacak. Buna katlanmayacak, zevkle yapacak. Çünkü günde 2 saat ayırıyor. Sadece 2 saat. Çift idman olsa ki haftada iki gündür; 4 saat… 20 saat kendisine kalıyor. Günü 3’e bölmeli 8’er saatten… İşi, uykusu, istirahati, sosyal hayatı…
15-16 yaşındaki oyuncuların önüne bugün inanılmaz paralar konuyor; her yerde rağbet görüyorlar. Bocalamaları da aslında normal. Sizin bu anlattıklarınızı 18 yaşındaki genç ne kadar algılayabilir? Bu ortamlar sizce oyuncuları nasıl etkiliyor?
Şimdi her şeyin bir zorluğu var. Ne diyorlar? Bütün futbolcular o dönem fakir aile çocuklarıydı. Şimdi değişti. Zengin aile çocukları da futbol oynuyor. Ama o zaman çocukların başka kurtuluşu yoktu. Mahallede top oynuyordu. Abisi, büyüğü elinden tutup takıma yazdırıyordu. Anneler-babalar futbola karşıydı. Biz de kaçak oynardık. Ayakkabımız yırtılırdı, babamız kızardı. Annemiz çamaşırdan sebep kızardı. Sosyal aktivite yoktu. Şimdi telefonlar çıktı en başta… Oyunlar çıktı… Tamamen teknolojiye dayandı her şey… Nasihat vermek ve söylemek çok önemli. 17-18 yaşındaki çocuk algılamıyor. O zamanki parayla şimdiki para arasında çok büyük fark var. Bu çevreyle de ilgili. Eğer benim çevremde akıllı, beni yönlendiren arkadaşlar edinmezsem olmaz. Bakar, onun yatırımı var; oraya meyillenir. Ama arkadaşları kötüyse parasını tutamaz… Herkesin bir yaşam koçu olmalı. Şimdi tabiî menajerlerle yaşam koçunu ayrı tutalım. Yaşam koçu babası, abisi, öğretmeni olur. Bizler çocuklarımıza kötü bir şey öğretemeyiz ki… Baba sigara içiyordur; “Sigara içme oğlum” der. Para kaybetmiştir, “Paranı tut oğlum” der.
Futbolcuların o dönemlerde yöneticileriyle nasıl bir ilişkisi vardı; bu dönem nasıl?
Kendimi örnek vereyim. Bir kişi haricinde hayatımda kimsenin ofisine gitmedim. Sadece rahmetli Hüsnü Çil’in yazıhanesine gittim. Grundig’in Genel Müdürü’ydü. O da yalnız gitmedim, 2-3 arkadaş gittik. O huyum yoktur. İdarecilerin ofislerine gideyim, sohbet edeyim. Yapan arkadaşlar vardır. Olabilir. Benim hiçbir gazeteciyle hiçbir şekilde bir alışverişim olmadı. Kimseyle ne kavgam oldu ne başka bir şey. 23 senelik futbol hayatımda 2 sarı, 1 kırmızı kartım var. Kırmızı kartta da yanlış atıldım. Sarı olması gerekirken kırmızı oldu. Federasyon bu yanlışı düzeltti sonra. Yani top oynadım, kazanınca sevindim; kaybedince üzüldüm. Futbolu bıraktım. Fenerbahçeli Yaşar olarak hâlâ itibar görüyorum. Hoşuma da gidiyor. Kulübüm hakkında kötü konuşan birisini konuşturmadım. Kendim de konuşmadım. Şöhretten çok sevilmek önemli. Beni Galatasaraylısı, Beşiktaşlısı ve Trabzonsporlusu hep sevdi. Her zaman hissettirdiler bunu. Benim için sevilmek önemli. Hangi şehre gittiysem bunu gördüm. Bu benim çok hoşuma gitti.
O gün çok kazanan oyuncuların büyük çoğunluğu bugün iyi şartlarda yaşayamıyor maalesef. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
Ben Fenerbahçe’ye geldiğimde Türkiye rekoru ile geldim. Ama o zaman Bosman kanunları yoktu. Rakam olarak Gaziantepspor benden 27 milyon lira bonservis bedeli kazandı; bir de İstanbul’da yapılan özel maçın hasılatını aldı. Ben de bir ev aldım Kurbağalıdere’de… Bir de araba aldım. Biraz akrabalarıma dağıttım; para bitti. Biz o zaman araba konuşurduk. Şimdikiler çiftlik konuşuyor. 100 dönüm, 200 dönüm… Yat konuşuyorlar, kat konuşuyorlar. 3 milyon eurodan aşağı imza atan kaleci yok neredeyse… Aynı şey değil. Ben de o dönem Fenerbahçe ve Millî Takım kalecisiydim. Şimdi oynayanlar da çok yetenekli. Arz-talep meselesi. Onlar istiyor, öbürleri de veriyor. 1990’dan sonra bu rakamlar arttı. Hatta İstanbulspor’u ve Adanaspor’u alan Cem Uzan başlattı diyebilirim bu rakamları. Baya büyük bir sektör oldu dünya çapında… Kıyaslama açısından sorduğunuzda rakamlar çok farklı. O dönem bize de imrenen vardı. Beni gazeteler yazdı. 27 milyon liraya ne alınır dediler. Ama ben almadım ki… Kulüpler aldı. Ben bir ev aldım, bir araba aldım, para bitti diyorum. Şimdi öyle değil. 3 milyon euroya neler alınır? İstediğin kadar harca…
Peki, o günlerdeki Türk spor medyası nasıldı; bugünkü şartlar nasıl? O zamanlar daha serbest bir ortam vardı ancak bugün çok sınırlandırıldılar. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok fark var. Enteresan… Ben hiçbir zaman soğuk bir insan olmadım. Ama şöyle düşündüm. Ben iyiysem iyi yazacak, kötüysem kötü yazacak dedim. Kimsenin ofisine gitmedim. Bu yüzden bana kızanlar da oldu. Ama o zaman gazetecilikte antrenmana çocukları gönderiyorlardı. Fotoğraf çekiyordu o çocuk. Editör de altını dolduruyordu. Bakış açısı farklıydı. Acımasızca eleştiriler vardı. Şimdi öyle değil. Neden? Şimdiki gazeteciler de kendilerini geliştirdi. Onlar da Hollanda’daki, Almanya’daki gazeteciler neler yazıyorlar diye bakıyor. Asparagas haber fazla yok. Ama ben tahmin ediyorum ki gazetecilik okullarında “Futbol nasıl yazılır?” diye bir ders yok. Herkes kafasına göre yazıyor.
Millî Takım’a gelelim… Sizin zamanınızda da çok kaliteli oyuncular vardı ancak o dönemki Millî Takımımız hatırı sayılır başarılarla hatırlanmıyor. Bugün çok farklı bir durum var. 1990’ların ikinci yarısından itibaren çıkışta olan Millî Takımımız EURO 2016 finallerine katıldıktan sonra şimdi Dünya Kupası’na gitmek için uğraşıyor. Bugünkü Millî Takımımızı nasıl değerlendirirsiniz?
Benim zamanımda Millî Takım’la maça giderken, “2-0’a razıyız” diyen arkadaşları görüyordum. Uçaktasın, takım arkadaşın, “3 olur; 4 olmasın” diyor. Üzülüyordum. Böyle bir zihniyette maça çıkan futbolcunun başarısı ne olur? Tamamen tesadüfe kalır. Şerefli mağlubiyetler olur. Ama sonradan cesur antrenörler çıktı ülkemizde… Başta Fatih Hocamız… Kazanmanın, yenmenin ne olduğunu anlattı. Futbolculara ağabeylik yaptı. Bunlara Şenol Hoca, Mustafa Hoca da dâhil. Onların çok katkısı var. Fatih Hoca kampa Amerikalıları getirdi. Turnuvalar oynattı. Özgüven verdi. Gençlere önem verdi. Bugün yöneticiler de kendilerini yeniledi federasyonda… Bugün bütün takımlara bakın, şehirlere bakın, yönetimlere, tesislere bakın… Muazzam statlar, muazzam tesisler. Artı yayıncı kuruluş rakamları çok yükseldi. İlerlemek için imalat lâzım. Üretkenlik olması lâzım. Bu üretkenliği Fatih Hoca iş başındayken çok ilerlettik.
Kaleciliği bıraktıktan sonra futboldan hiç kopmadınız ve birçok takımda kaleci antrenörlüğü yaptınız. “Ben kaleciliği bıraktım, kaleci antrenörüm hiç olmadı” dediniz demin… Kaleci antrenörlüğü yeni yeni oturan bir meslek. Kaleci antrenörlerinin futbolun ve ekibin içindeki yeri nedir? Sorunları var mı?
Ben 1994 mezunuyum. İlk kaleci antrenörlerinden biriyim. Kaleciler yalnız adamlar. Diğer oyuncular kaçırabilir, yanlış pas atabilir. Kaleci skor adamıdır. Yediği zaman tabela değişiyor. Onun için her zaman iyi bir psikoloğa ihtiyacı var. İyi psikolog kimdir? Başta çocuğudur… Aile yaşantısıdır. Karısıdır, babasıdır, annesidir, kardeşidir… Sonra hocasıdır. Yani kaleci antrenörü; “Hadi aslanım… Olabilir. Yiyebilirsin sen bu golü. Sen çok kurtardın bizi. Devam et. Biz sana güveniyoruz” demelidir. Programlı antrenmanları da yaptırırlarsa kaleci yenecek golü yer; yenmeyecek olanı yemez. Kendine özgüveni oluşmuştur. Arkadaşları da “Yaşar bunu yemez, çaprazdan yemez” diye düşünür. Her zaman başarılı olurlar. Bizim zamanımızda yoktu ama bizden sonra da olmayacak diye bir şey yok. Ben de bunların öncülerinden biriyim. İşimi de seviyorum. Bildiğin işi yapacaksın. Bu ticarette de böyle. Bardak satarken deri işine girersen iflâs edersin.
Türkiye’de ve dünyada beğendiğiniz kaleciler hangileridir? Hangi özelliklerini beğenirsiniz?
İdolüm olan kaleciler var. Brezilya Millî Takımı’nın kalecisi Felix… Çok az seyrettim. Sepp Maier, Dino Zoff… Hatta Lev Yaşin’le tokalaşma şansına da eriştim. Ama seyretmedim… Son zamanlarda Juventus’un kalecisi Buffon’u beğeniyorum. Türkiye’de şu anda millî kaleciler çok formda. Volkan Babacan, Volkan Demirel, Onur Kıvrak çok formda. Beşiktaşlı Tolga Zengin çok iyi kaleci… Yabancı olarak Muslera… Geçen sezon Serkan Kırıntılı çok formdaydı. Konumuz kalecilik. Yabancı kalecilik var evet ama hepsi de iyi kaleci değil. Birkaç ismi kenara koyarsak iyi değil. İtalya’da bir ara yabancı kaleci yasağı vardı. Bu yasak Türkiye’de de uygulanabilir.
Kalecilik kariyerinizde sizi en çok hangi futbolcu zorladı?
Şansı tutan oyuncular vardı. Galatasaray’da Tarık Hodziç vardı mesela… Gol kralı olmuştu. Sonrasında Sarıyer’e gitmişti. Sarıyer’e karşı oynadığımız bir maçta, “Hocam beni oynat, Yaşar’a şansım tutuyor” demiş… Hocası da oynatmış. Seremonide yan yana giderken “Kardeş bugün sana iki tane” dedi… Ben de, “Eskidendi o” dedim. Attı o gün iki tane… Vardı şansı tutan oyuncular. Benim de şansımın tuttuğu oyuncular vardı. Onlar da bana atamazlardı.
Bugün hangi futbolcunun ya da futbolcuların karşısında kaleci olmak istemezdiniz?
Ben kimlerle oynadım… Hiç korkmadım. Sokrates’lere karşı oynadım. Bir tek Platini yoktu; Bordeaux maçında oynadım. Tigana’lar vardı. Korkum yoktu. Güzel gol atmışsa, “Helâl olsun” demişimdir. Çünkü ben bir maçı 270 dakika yaşarım. Maçtan önce rakibimi göz önüne getirirdim. 90 dakika maç oynardım. Maç sonu da, “Ne yaptım” diye düşünürdüm. Korkum yoktu ama beğendiğim çok oyuncu vardı.
Bizim unuttuğumuz, sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Çok mutlu oldum. Sağ olun. Hem eskiye gittik hem yeniyi konuştuk. Şu çatı altında fotoğrafımı gördüm, çok gururlandım. İsterim ki kızımla oğlum da gelse, benim fotoğrafımı görse. Buraya herkesin fotoğrafı asılmaz. Çok teşekkür ederim.