Vampir öyküleri ne kadar gerçek?

Güncelleme Tarihi:

Vampir öyküleri ne kadar gerçek
Oluşturulma Tarihi: Mart 08, 2002 17:58

Bir Alman araştırmacı vampir efsanelerinin kökenini araştırdı. Sonuç: Bu ‘ölümsüz’ vampirler köylerde ölen komşulardı, ayrıca kan emici bile değillerdi.

Romanya, Macaristan, Arnavutluk, Bulgaristan ve Makedonya gibi güneydoğu Avrupa ülkelerinde anlatılan öykülerde vampirlerin önemli bir rolü var. Tabutlarını her zaman giyimli olarak terk eden vampirlerin, yanaklarında ve burunlarındaki çürümelerle oluşan hafif çukurluklar dışında aslında pek de ilgi çekici tarafları yoktu.

Hatta köpek dişlerinin uzaması gibi en belirgin vampir özelliği bile güneydoğu Avrupa vampirlerinde hiçbir zaman görülmemişti.

Bonn Üniversitesi tarihçilerinden Peter Kreuter’in araştırmasına göre dünya kamuoyunun, Bram Stoker’in 1897 yılında kaleme aldığı ‘Lord Dracula’ romanından tanıdığı vampir tiplemesinin, halk söylencelerindeki ‘Ölümsüzler’ ile pek ortak yanı yok gibi.

İlk vampirler ne kan emici ne de baştan çıkarıcı yaratıklardı. Hatta gün ışığında bile kaybolmuyorlardı. ‘Halk arasında anlatılanlar arasında egzotik kam emicilere yer yoktu’ diyor Bonn Üniversitesi tarihçilerinden Kreuter.

Sıradan insanların vampirleri köylerdeki ölülerdi Ğ yani komşular. Kreuter etnologlarca yayımlanan ve bugüne dek pek dikkate alınmayan sayısız raporu inceledi.

Şüpheli doğanlar

En eski vampirler 1382, en yenisiyse 1968 yılında ortaya çıkmış. Bir köyde yaşanan uğursuzluklardan -bunlar bilinmeyen hastalıklar ya da ekini savurup götüren fırtınalar olabiliyor- her zaman bir ölümsüz sorumluydu. Ölünün dirilmesi muhakkak bir uğursuzluğu da beraberinde getirirdi. Onlara yaklaşan biri eğer esrarengiz bir biçimde hayatını yitirirse, komşuları ve akrabaları için sonsuz bir bela haline gelirdi.

Lanetliler bir kez mezarlarından çıkmaya dursun, bundan sonra kurbağa, tavuk, at ya da fareye dönüşür ve gündelik yaşamlarında bu şekilde dolaşıp dururlardı. Hatta bazıları alet ya da kap kacak biçimine bürünür ve zarar verebilmek için her zaman onlarla birlikte olurlardı.

Sarmısak, kutsal su

Sarmısak, kutsal su ya da haç yardımıyla tehlikeleri atlatamayan köylüler, suçluyu yakalayabilmek için daha farklı yollara başvururlardı. Mesela mezarlık çevresine kül serpiştirerek vampirin ayak izlerini takip etmeye çalışır ya da halk arasında cinleri görebilen ve ölümsüzlerin bulundukları yerlere huzur getiren hayvanlar olarak bilinen kara horozları salarlardı.


Ancak tüm çabaların boşa gittiği de olurdu. ‘İşte böyle zamanlarda köylüler kötüye karşı savunabilmek için biraz daha yakınlaşırlardı’ diyor Kreuter.

Yaşamlarında garip olaylarla karşılaşan yakınlarının ölümü köylülere yeni bir kuşku ve korku kapısını aralıyordu. Kuru ot yığınından düşen, sarhoşken kapıyı kıran, bedeninde bir lekeyle dünyaya gelen, çok genç ya da çok yaşlı ölen herkes uğursuzluğu içinde taşıyan ve gelecek kuşaklara aktaran şüphelilerdi.

Mezarda rahat yok

İşte bu kuşkulu ölüler yakınlarına mezar başında büyük zahmetler verirdi. Yalnızca mezarlarında savunmasız olduklarından topuk ve dizlerindeki damarlar kesilir, üzerlerine taşlar atılır ya da doğrudan doğruya tabuta çivilenirlerdi.

Romenler birkaç on yıl öncesine kadar ölülerinin arkalarına bir diş sarmısak iliştirir ve ayaklarını iple bağlayarak gömerlerdi. Dalmaçya’da ise bazı kontrol grupları birkaç yılda bir mezarlığa giderek şüpheli ölülerin gerçekten çürüyüp çürümediklerine bakarlardı. Eğer eti hala diri görünüyorsa kalbine bir kazık çakılır ve diğer dünyada huzur bulması istenirdi.

Öbür dünyanın kanıtı

Kreuter, güneydoğu Avrupa’da vampir öykülerinin bu denli yayılmasının nedenini Ortodoks kilisesinin ölüler hakkında ne mantıklı ne de mantıksız bir açıklama yapamayışına bağlıyor. Ölümsüzler bir yerde ölümden sonraki durum hakkında bilgi veriyordu halka. ‘Her vampir öbür dünyanın varlığına işaret eden bir kanıttı’ diyor Kreuter. İnanışa göre ölümsüz olarak köye dönmeyenler herhangi bir yerde huzura kavuşmuş oluyorlardı.

Bilim adamları vampir inançlarını bazı egzotik hastalıklarla da ilişkilendirmişlerdi. Delirme anında ortaya çıkan beklenmedik saldırılar metabolizma bozukluğuyla meydana gelen porfirya hastalığının özel bir türü olabilirdi. Işığa karşı duyarlı olan porfirya hastalarında çok az miktarda hemoglobin ürediğinden yüzleri soluklaşır ve dişetleri kanar.

200 olay

Der Spiegel dergisinde (7/2002) yayımlanan haberde, yüzyıllar boyu buna benzer sadece 200 olayın yaşandığı hatırlatıyor Kreuter ve porfirya teorisine karşı çıkıyor. Hatta bazı psikologların yorumlarını da mantıklı bulmuyor.

Psikologlar vampir inançlarını seks fantezilerine düşkün erkeklerin, kadınları kanlarının son damlasına kadar sahiplenmek istekleri fakat kendi bedenlerine zarar vermek istemeleriyle açıklıyorlar.

Oysa Kreuter incelemeleri sırasında insanların, kadınları ziyaret eden vampirlerin doyurucu bir seks gücüne sahip olduklarına inandıklarını bulmuş.


Kont Drakula


Vampir öyküleri, edebiyata da esin kaynağı oldu. Transilvanyalı (bugün Moldavya) Kont Drakula'nın öyküsünün anlatıldığı Dracula romanı (1897), İrlandalı yazar Bram Stoker tarafından kaleme alındı.

Romanda Drakula ve çevresindeki kadınlar kan emicidir. Bir grup İngiliz erkek de Drakula'yı öldürmeye ve çevresine topladığı kadınları "kurtarmaya" çalışır. Ancak İngiliz erkekler birbiri ardına başarısızlığa uğrar. Amerika'dan gelen bir başka "kurtarıcı" ise Drakula tarafından öldürülür.

Roman, Victoria dönemi İngiltere'sini ve sorunlarını yansıtıyor. Dünya çapında gerileyen, ülke içinde ise yükselen kadın hareketini denetim altına alamayan İngiliz egemen sınıfları, toplumu katı ahlak kuralları ve ağır cezalarla yönetmeye çalışıyorlardı. Hatta, oyunlarıyla ve düşünceleriyle İngiliz toplumuna ağır eleştiriler yönelten Oscar Wilde da eşcinsel olduğu için hapse atılmıştı.

Romandaki avukat, lord ve doktor gibi erkekler, toplumun ekonomik koşullarını ve uyulması gereken davranış kalıplarını belirleyen güçleri simgeler. Erkekler, kadınların özgür cinselliği karşısında korkak ve utangaçtır. Dahası Drakula, doktoru kızların cinsel tecavüzünden kurtarırken, "Çekilin, bu adam benim!" diyerek kızları kovar. Bu durumda, avukat karşılaştığı eşcinsel ilişki olasılığı karşısında bir kez daha dehşete düşer.

Güçsüz erkekler karşısında, Lucy gibi üç erkekle birden evlenmek isteyen kadın kahramanlar ortaya çıkar romanda. Bunlar toplumun kadınlara yüklediği "yuvanın meleği" işlevini reddederler. Kadınlar, o dönemde, egemen güçler tarafından gerçekten tehlikeli görülen, oy hakkı isteyen kadın hakları temsilcileri gibidirler.

Drakula'daki kan emme öyküsü, kilisede İsa'nın kanı niyetine içilen komünyon şarabına benzer bir işlevi de yerine getirir. İsa'nın kanı, ruhu ölümsüz kılarken, Drakula'nın vampir yaparak ölümsüz kıldığı insanlar, toplumsal yasakların geçerli olmadığı bir ortamda cinsel dürtülerini özgürce yaşarlar.

Romanın sonunda akılcı, bilimsel ve güçlü Anglo-Sakson dünyası Drakula'yı yenemez. Hollanda'dan gelen Dr. Van Helsing, Drakula'yı boş inançlar, yarı söylensel, yarı dinsel yöntemler ve sarımsaklarla alteder.

Ya da kaos, yine kaosla yenilir. Ve romandaki deli Ranfield, "Kan yaşamdır!" diye bağırırken, vampirliğin de, deliliğin de göreceli kavramlar olduğu düşündürülür.

Sema Bulutsuz
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!