1- Astım niçin kontrol altına alınamıyor?
2- Obezitenin hakkından gelecek miyiz?
3- Kolesterol ne kadar tehlikeli
4- Alzheimer hastalığına ne yol açıyor?
5- Yaşlanma durdurulabilir mi?
6- Kopan sinir bağlantıları oluşturabilecek mi?
7- Enfeksiyon hastalıklarından kurtulabilecek miyiz?
8- Kanserin tedavisi bulunulabilecek mi?
1- ASTIM NİÇİN KONTROL ALTINA ALINAMIYOR?
Son 20 yıldır gelişmiş ülkelerde astım ile egzama, saman nezlesi, yiyecek alerjisi gibi astımla ilgili diğer hastalıklar neredeyse üç katına çıkmış durumda. Buna karşın bu hastalıkların önü alınamıyor. Massachusetts, Salem’de bulunan North Shore Tıp Merkezi Astım-Bağışıklık Bölümü’nden Paul Hannaway astım tedavisine giden yolda öncelikle şu sorunun sorulmasının doğru olacağını düşünüyor: ‘Son 20 yılda ne değişti?’
Bu soruyla ilgili Avusturya, Kanada, Almanya ve Finlandiya’da yürütülen araştırmalarda bilim adamları kırsal alanlarda yaşayan çocuklarda, astımın görülme sıklığının kentsel alanlardakilerden daha düşük olduğu ortaya çıkmış.
Diğer çalışmalar ise yuva ve kreşlere devam eden çocukların, evlerde büyüyen çocuklara oranla astım ve alerjik hastalıklara daha az yakalandığını gösteriyor. Ayrıca ailenin son çocuğunun ilk doğanlara göre daha az alerjik olduğu biliniyor.
Bu tabloya bakınca erken yaşta mikroplarla tanışmanın astıma yakalanma olasılığını azalttığı söylenebilir. Tıp bilimde bu, hijyen varsayımı olarak biliniyor.
Moleküler mekanizma
Astım için biyolojik açma-kapatma düğmesi T-yardımcı hücrelerinde gizli. Bu hücreler, dışarıdan gelen saldırılara karşı mücadelede, diğer tip T hücrelerine yardım eden uzmanlaşmış akyuvarlardır. Th1 ve Th2 olmak olmak üzere başlıca iki tip T-yardımcı hücresi tipi var. Tüm sağlıklı bebekler, alerji karşıtı Th2 sistemi ile doğarlarlar. Th2, hamilelik sırasında annenin fetüsü yabancı bir madde olarak algılayıp reddetmesini önler.
Ancak hijyen varsayımına göre dünyaya gelir gelmez doğal dünyanın mikroplarıyla tanışmak, çocuğun bağışıklık sistemini alerjik olmayan Th1 hücrelerine göre yeniden şekillendirir. Oysa steril ortamlarda yetişen çocuklarda Th2 hücreleri egemenliğini sürdürür ve çocukta astım başlar.
Her şeyi açıklamıyor
Ne var ki bu varsayımda da boşluklar var. ‘Bu görüş yetişkinlik çağında aniden ortaya çıkan astımı açıklamıyor’ diye konuşan Hannaway şöyle diyor:
‘50 yaşındasınız ve birdenbire astım hastası oluveriyorsunuz.. Ayrıca Afrika’nın bazı kırsal alanlarında astım vakalarının niçin arttığını da açıklamıyor. Bence hijyen varsayımı tek başına her şeyi açıklamaya yetmez. Yine de bunun doğruluk payını yabana atmamak lazım. O nedenle çocukların dışarı çıkıp toprakla haşir neşir olmasında fayda var’.
2- OBEZİTENİN HAKKINDAN GELECEK MİYİZ?
ABD eski Sağlık Bakanı David Satcher ‘Obezite çok yakında, ölüm nedeni olarak sigarayı yaya bırakacak’ diyor. İstatistikler de Satcher’ı destekliyor. Yılda yaklaşık 300.000 ölüm vücuttaki aşırı yağlanmadan kaynaklanıyor (Sigaradan ölenlerin sayısı yılda 400.000’i buluyor).
Kesin olan şu ki, dünyanın zengin ve tembel topluluklarında rejim ve egzersiz fayda sağlamıyor.
Sürekli tıkınan ve oturan insanlar için bilim adamlarının yeni çözümler üretmesi gerekiyor.
‘Gelecekte obezitenin tedavisi ilaçlarla olacak’ diye konuşan Amerikan Obezite Birliği Başkanı Richard Atkinson, ‘
Diyet ve egzersiz son 50 yılda bir işe yaramadı. Obezite, özellikleri nedeniyle kronik hastalık sınıfına giriyor. Kaldı ki bugün ilaç ile tedavi edilmeyen kronik bir hastalık yok’ diyor.
Kısa vadeli çözüm
Gastrik by-pass ameliyatlarının kısa vadeli çözümler sunduğuna dikkat çeken Atkinson bu halihazırdaki durumu şöyle açıklıyor:
‘Bu ameliyatların yararlı olmasının nedeni daha küçük bir mide yaratması değil. Araştırmalar bunun dışında daha karmaşık etkilerin de söz konusu olduğunu gösteriyor. Bana kalırsa ameliyat vücudun biyokimyasını değiştiriyor. Ancak bunu nasıl yaptığını henüz bilmiyoruz. Üstelik bu tür ameliyatlar pahalı ve riskli. Bu nedenle aynı etkiyi yapan bir ilaç geliştirirsek ameliyatlara gerek kalmaz.’
3 anti obez ilaç
Halihazırda üç çeşit anti-obezite ilacı bulunuyor. Biri adrenerjik ajanlar. Bunlar iştahı azaltıp, tokluk hissi yaratıyor. Bir diğeri adrenerjik-serotonerjik sistemin bir karışımı. Bunlar serotoninin geri alınımını engelliyor.
Böylece mutsuzluğu ve bunalımı
yemek yiyerek giderme arzusu ortadan kalkıyor.
Bir üçüncüsü de laipaz bağlayıcılar. Bunlar da vücudun yağ emme yeteneğini kısıtlıyor.
Bunların hepsinin yararı var, ancak yetersiz. Tek bir ilaç vücudun ağırlığını ancak yüzde 10 oranında düşürebiliyor. Oysa bu yetersiz.
Genetik terapi
Uzmanlara göre köklü çözüm genetik terapide yatıyor olabilir. Ancak bu da o kadar kolay olacağa benzemiyor. Atkinson bu konuda görüşlerini şöyle açıklıyor:
‘250’den fazla gen ve gen markörü işin içinde. Bu kadar fazla sayıda gene müdahale etmek kolay olmayacak. Ne var ki elimizi çabuk tutmamız gerekiyor çünkü obezite patlama noktasında. Ulusal Sağlık Enstitüsü’nün bildirdiğine göre bu kadar tehlikeli bir gidişat ancak salgın bir hastalıkta görülebilir’.
‘Son 5 yıldır virüslerin hayvanlarda obeziteye neden olduğunu görüyoruz. Meslektaşlarımın keşfettiği bir insan adenovirüsünün, tavuklara , sıçana ve maymunlara enjekte edildiği zaman hayvanların şişmanladığını gördük. Ve bu virüsün antikorunu taşıyan insanların daha şişman olduğunu fark ettik. Bana kalırsa insanları virüsler şişmanlatıyor. Ancak bu konu daha ileri tetkikler gerektiriyor.’
3- KOLESTEROL NE KADAR TEHLİKELİ?
Kolesterolün insan sağlığı açısından ne denli tehlikeli olduğu konusundaki ilk işaretler 1959 yılında alınmaya başladı. Bu tarihten sonra kandaki yüksek kolesterol düzeyinin kalp ve damar hastalıklarına yol açtığı görüşü neredeyse bir dogma haline geldi.
Ancak bu dogmaya karşı çıkanlar da yok değil. Örneğin İsveçli doktor Uffe Ravnskov bu konuda şöyle konuşuyor:
‘Pek çok otopsi çalışmasında kandaki kolesterol yoğunlaşması ile damar sertliği arasında bir bağlantı göremedik. Aynı zamanda lipid varsayımını da kabul etmiyorum.’
Suç hazır gıdalarda mı
Bu varsayıma göre yiyeceklerin içerdiği kolesterol ve yağ damarları tıkayarak kalbe zarar verir. Ravnskov gibi başka bilim adamları da bu iddiayı kabul etmiyor.
Geçen mayıs ayında Washington’da düzenlenen ‘21.Yüzyıl’da Kalp Hastalıkları’ isimli toplantıda bir bildiri sunan Brown Üniversitesi’nden Kilmer McCully’ye göre, 1969’dan bu yana artan kalp hastalıklarının en önemli tetikleyicisi işlenmiş hazır gıdalar. Bunlar homosistein amino asitlerini kontrol altında tutan folik asit, B12 ve B6 vitaminleri açısından fakirdir..
Son yapılan çalışmalara göre kandaki aşırı miktardaki homosistein kalp hastalıkları riskini artırıyor. İlk başta kabul görmeyen bu görüş yavaş yavaş ciddiye alınmaya başladı.
Başka bir çalışmada ise rafine edilmiş karbonhidratların yol açtığı obrzitenin, kalp hastalığı riski açısından yüksek kolesterolden daha etkili olduğu görülüyor..
Buna karşın lipid varsayımı hálá niçin geçerliliğini koruyor? Ravnskov’a göre bu sorunun yanıtı statin denilen kolesterol düşürücü ilaçlara bağlanmış finansman kaynaklarının boyutu.
Ravnskov statinlerin kalp krizi riskini azalttığını kabul ediyor; kabul etmek istemediği ilaçların bu etkiyi yalnızca kolesterol seviyesini düşürerek başarmadığı.
Ravnskov’a göre başka mekanizmalar da söz konusu. Ayrıca statinlerin ciddi yan etkilerinin olması bu ilaçların yaygın bir şekilde kullanılması önünde ciddi bir engel.
Lipid varsayımına karşı çıkan Ravnstov ve benzer görüşteki diğer bilim adamları, vitamin ve işlenmemiş gıdalarla beslenmenin, homositein düzeyini düşüreceğine ve kalp-damar hastalıklarını önleyeceğine inanıyor.
4- ALZHEİMER HASTALIĞINA NE YOL AÇIYOR?
Başka hastalıklar organları veya vücudu tutar; Alzheimer ise insanın kendisini yiyip bitirir. Bu açıdan ele alındığında Alzhaimer’ın ölümden daha kötü olduğu düşünülebilir. Ne yazık ki bu hastalık da giderek tırmanıyor. Beyni yavaş yavaş eriten bu hastalık şu anda yalnızca ABD’de 4 milyon insanı etkiliyor ve 2050 yılında bu sayının 14 milyona çıkacağı tahmin ediliyor. Önce bellek ve zihinsel faaliyetler uçup gidiyor; zaman içinde beyin fonksiyonlarının yitimi ile birlikte ölüm geliyor.
Özel enzim kuramı
Çok sayıda bilim adamı bu hastalığa yol açan etmenin, amiloid beta peptid denilen proteini bölen ve parçalayan özel bir enzimin çok fazla salgılanması olduğuna inanıyor. Bu peptid sağlıklı nöronlar üzerinde kümelenerek amiloid plakaları oluşturuyor ve nöronların zayıflamasına, giderek ölmesine neden oluyor. Bütün bunlara yol açan enzimin salgılanmasındaki aşırılığın genetik olduğu düşünülüyor. Alzheimer’ın bazı ailelerde daha sık görülmesinin nedeni bu. İlaç şirketleri bu enzimin salgılanmasını önleyecek ilacı geliştirmenin peşinde . Ancak bunun da en etkili yöntem olup olmadığı şu anda tartışmalı.
Rinat Neuroscience denilen biyoteknoloji şirketinin başkan yardımcısı Franz Hefti, ‘Herkes bu amiloid varsayımına kenetlenmiş durumda. Oysa bu yalnızca bir varsayım. Amiloid plakaları hastalığın nedeni olmayıp bir yan ürünü olabilir.’ diyor.
Buna karşıt bir kuram geliştiren Hefti, gerçek nedenin spesifik proteinlerle bağlantılı sinirsel ‘düğümlerin’ büyümesi olduğunu ileri sürerek şöyle konuşuyor: ‘Bunlardan hangisinin neden, hangisinin sonuç olduğunu bilmiyoruz. İlaç sanayi yanıtı bulmak için milyarca dolar tutarında yatırımlar yapıyor. Ancak ortalama insan ömrünün uzadığı yüzyılımızda bu konuda harcanacak her kuruş, kendini fazlasıyla geri ödeyecek’
5- YAŞLANMA DURDURULABİLİR Mİ?
Yaşlılık, herkesin yakalandığı bir hastalık. Doğum anında başlar. Kurtulma şansı sıfırdır. Yaşam şeklindeki değişiklikler süreyi değiştirir, ancak genlerin üst sınırı belirlediği düşünülüyor.
90 yaşına kadar sigara içmesine karşın dünyanın en uzun yaşayan insanı ünvanına sahip Fransız Jeanne Louise Calment’in 122 yaşında 1997’de ölmesi, ancak iyi genlere sahip olmasıyla açıklanabilir.
Peki bu üst sınır zorlanabilir mi? ‘İnsan ömrünü biyomekanik yaşlanma çerçevesi içinde uzatmaya çalışmak yerine, bu çerçeveyi kıramaz mıyız?’ diye soran Journal of Anti-Aging Medicine dergisinin editörü Michael Fossel şöyle konuşuyor:
Hedef telomerler
‘Şu anda yaşlanmayı durdurabilir miyiz? Hayır! Ölümün durdurulabileceğini düşünmemiz için iyi bir nedenimiz var mı? Evet!’
Fossel’e göre yaşlanma karşıtı ilk terapi telomerleri hedef almalı. Telomerler kromozomların ucunda kendini tekrarlayan DNA dizilimleridir.
Bir hücrenin her bölünüşünde bazı telomerler yok olur. Telomerler gereğinden fazla kısaldığı zaman hücre daha fazla işlev göremez ve ölür. Telomeraz denilen enzim her bölünmeden sonra kromozomu uzatır ve kuramsal olarak hücreyi ölümsüz kılar.
Ancak yalnızca fetüs dokuları, yetişkin mikrop hücreleri ve tümör hücreleri telomeraz kullanır. Fossel normal hücrelerin de bu enzimden yararlandığı zaman ölümsüz olacağına inanıyor.
Doğa neden engelledi
Ancak bu arada şu soruyu sormayı da ihmal etmiyor: ‘Doğa niçin bu enzimin yaygın bir şekilde kullanılmasını engellemiş olabilir? Bunun yanıtı büyük bir olasılıkla sınırsız büyümenin önüne geçmek olabilir.’
Yaşlanmayı engelleyecek diğer bir yol da hücrenin mitokondriyasındaki 13 spesifik geni kopyalayıp çekirdeğin içine nakletmek. Bu genler burada serbest radikallerin yol açtığı hasarlardan korunabilir. Fossel bunun gerçekleştirilmesi çok zor bir işlem olduğunu söylüyor.
6- İNSANLAR KOPAN SİNİR BAĞLANTILARINI YENİDEN OLUŞTURABİLECEK Mİ?
Denizyıldızının bir kolunu veya bir semenderin kuyruğunu kopartın. Şaşkınlıkla göreceksiniz ki hayvan kopan parçasının yerine yenisini çıkartacak. Zebra balığı, aralarında derisi, kemiği, eklemleri, sinirleri, damarları, kasları, gözleri, omuriliği ve kalbi de olmak üzere hemen hemen kopan her parçasını yeniden oluşturabilir. Oysa insanın rejeneratif (organlarını yenileme) gücü çok sınırlıdır. Bu pek çok açıdan tatsız bir özelliktir.
Bu olumsuzluk yalnızca kopan bir kolu yeniden oluşturamama beceriksizliği ile ilgili değildir.
Pek çok kalp-damar hastalıklarının ve nörolojik hastalıklarının altında bu beceriksizlik yatar.
Evet diyenler
Harvard Üniversitesi’nden hücre biyoloğu Mark T.Keating, kanser ve enfeksiyon hastalıklarının dışında, yetişkinleri etkileyen pek çok hastalığın, rejenerasyonun uyarılması ile tedavi edilebileceğine inanıyor:
‘Aslında insanlar bir ölçüye kadar rejenerasyonu başarabiliyor. Deri, kan ve karaciğer kendi kendine yeniden oluşabiliyor. Bunun nedeni, atalarımızın kendi kendileri yaralayıp kesmeleri, veya ne olduğunu bilmedikleri yiyecekleri yemeleri durumunda iyileşmelerini sağlamak olabilir. Bu özellik o dönemlerde hayatta kalmayı sağlayan çok önemli bir avantajdı.’
Siz yatar mıydınız
Bugünün felçli hastaları kesik sinir bağlantılarının yatarak yeniden oluşacağını bilselerdi, seve seve haftalarca yatakta kalabilirlerdi.
Keating’e göre rejenerasyonu uyarmanın sırrı, sinirlerin farklılaşmayı eski haline getirebilme yeteneğinde yatıyor. Bu süreç içinde tek bir hücre, kas, kan, kemik ve beyin gibi özel dokulara dönüşebilmeli. Zebra balığı gibi organizmalarda hücreler yaralanan bölgenin yakınında değişim geçirmeye başlar.
Burada, gerçek bir kök hücresine dönüşmedikleri halde, kök hücreleri gibi çalışırlar. Bu hücreler bir depo gibidir. Organizmanın ihtiyacı olan hücreleri üretirler.
20 yıl sonra
Zebra balığında yaralanan bölgenin yakınlarındaki değişimi neyin başlattığı bilinmiyor. İnsanlarda hasarlı bölgeye kök hücre nakliyle bunun yapılabileceğine inanan Keating bu konuda şöyle konuşuyor: ‘Ayrıca moleküler terapiler de söz konusu. Bugün Epogen adı verilen bir ilaç kendi kök hücreleriniz yardımıyla alyuvar yapmanızı sağlıyor. Rejenerasyonu sağlayacak etkin bir ilacın 15 ile 20 yıl içinde geliştirileceğine iananıyorum.’
7- ENFEKSİYON HASTALIKLARINDAN KURTULABİLECEK MİYİZ?
Zararlı mikroplar insanlarda hastalıklara yol açıp, ölümlere neden oluyor. Zamanımızda bunlara en tipik örnek AİDS ve SARS mikroplarıdır.
Columbia Üniversitesi’nden biyolog Stephen S.Morse, son 50 yılda enfeksiyon hastalıklarına karşı geliştirilen aşıların insanlara yanıltıcı bir zafer duygusu verdiğini, bu nedenle insanların garip bir rahatlık duygusuna kapılıp mikropları ciddiye almadıklarını söylüyor.
Aslında bu zafer duygusunda haklılık payı da var. Aşılar kızamık, çocuk felci, difteri ve bir zamanlar korkulan düzinelerce hastalığı önlerken, çiçek hastalığını tamamen ortadan kaldırdı.. Bugün bile aşılar çok büyük yararlar sağlıyor.
Farklı strateji
‘Şu anda toplumları aşılamanın, mikropların evrimleşerek aşıları tümüyle yararsız hale getirdiği yönünde bir kanıt yok’ diye konuşan Morse, ‘Ancak antibiyotikler farklı. Mikroplar giderek antibiyotiklere karşı direnç kazanıyor’ diyor.
Enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde gelecekte farklı bir strateji uygulanacak. Morse’a göre mirkopları öldürmek yerine mekanizmalarını çökertmek daha etkili bir yöntem.
Bu konuda dikkati çeken bir başarı Newark Halk Sağlığı Enstitüsü’nden Gilla Kaplan’a ait. Kaplan, 1962’de doğum kusurlarına yol açtığı gerekçesiyle yasaklanan Thalidomide’in HIV, tüberküloz, kanser ve otoimmün hastalıklarda çok büyük yarar sağladığını ortaya çıkarttı.
8- KANSERİN TEDAVİSİ BULUNACAK MI?
2000 yılında dünyada 10 milyon insanda habis tümörler gelişti ve 6.2 milyon kanserli hasta yaşamını yitirdi. Dünya Kanser Raporuna göre 2020 yılında 15 milyon insanın kansere yakalanacağı tahmin ediliyor. Bunlardan kaçı ölecek? Cilt ve meme gibi bazı kanser türlerinin tedavisinde çok başarılı sonuçlar alınıyor. Ayrıca teknikler geliştikçe bu başarıların dozu da artacak Amerikan Kanser Birliği’nin eski başkanı Tom Curran, şu anda devam etmekte olan iki önemli araştırmanın kansere karşı mücadelede çok önemli gelişmelere yol açacağını belirtiyor.
Tek bir hastalık değil
‘Öncelikle kanserin tek bir hastalık değil, çok çeşitli hastalıklar grubu olduğunu kabul etmeliyiz’ diye konuşan Curran şöyle diyor:
‘Bilim adamları kanserin genetik temelini araştırırken hastalığın sinyal gönderme mekanizmasını deşifre edecekler. Sinyalleme burada kanser hücrelerinin diğer hücrelere gönderdiği mesajlardır’.
‘Gelecekte kanserli bir hastaya ‘Senin karaciğerin kanserli’ demek yerine ‘Senin kanserinde 53 sinyalleme yolunda hasar var. Dolayısıyla şu ilaçlar bu kanalı tedavi edecek’ diyeceğiz. Dolayısıyla spesifik bir kanala yönlendirilen tedavi çok başarılı sonuçlar verecek’.
İkinci gelişme
İkinci önemli gelişme de hedefe kiltlenmiş terapiler. Curran bu konuda da şöyle konuşuyor: ‘Onlarca yıldır kanser ilaçlarının temel maddesi zehirdi. Zehirlerin kanser hücrelerini normal hücrelerden daha hızlı bir şekilde öldüreceğini düşünüyorduk. Oysa son yıllarda sinyalleme kanallarına saldıran zehirli olmayan bazı ilaçlar geliştirdik Bunların içinde dikkati çeken ilaçlardan biri Gleevec olarak bilinen sti571. Bu ilaç mucizevi bir şekilde kronik myelogenous lösemili 54 hastadan 53’ünde remisyona yol açtı. Bu sonuç çok şaşrtıcıydı. Ancak bunun kolay bir başarı olduğunu söyleyemeyiz, Çünkü bu konuda 30 yıldır çalışıyoruz.’