İnanç duygusu binlerce hatta belki de on binlerce yıldan bu yana insanlığı etkileyip, yönlendirmiş ve dünya üzerinde farklı dinsel inanışları doğurdu. İnsanoğlunun Tanrı’ya neden inandığı sorusunun en kestirme yanıtı "bilinmezlere" yanıt bulmak olabilir. Bilimsel gerçeklerin henüz keşfedilmediği "karanlık" dönemlerde böyle bir yanıt yeterliydi belki, ama insanlık tinsel inanışların doğuşundan bu yana uzun bir yol katetti.
Öyle ya bilimsel gelişmeler sayesinde artık birçok "bilinmez", "bilinir" oldu, insanoğlunun kafasındaki soru işaretleri azaldı, hatta günden güne de azalmaya devam ediyor.
Peki insan, doğa, dünya ve uzayla ilgili sorulara bir bir yanıt bulurken, inananların sayısı azaldı mı?
Ya da dinlerin toplumlar üzerindeki etkisi zayıfladı mı?
Sadece İslam’daki güçleniş, Latin Amerika ve Afrika hatta güney Avrupa’da da yayılan muhafazakar Protestanlık hareketleri bile insanlığın dinden uzaklaşmadığını gösteriyor aslında.
Geçtiğimiz haftalarda, Papa seçiminde Vatikan ve çevresinde milyonlarca kişinin bir araya gelmesi ve olayın tüm dünyada gördüğü ilgi de çarpıcıdır. Ünlü dergiler bu konuya sayfalarını ayırıyor. Time’den tutun Newsweek’e ve Spiegel’e kadar çok sayıda ciddi
haber dergisi Tanrıya neden inanılıyor, sorusunu yönelterek, son yıllarda nesnel temelde araştırma yazıları yayımladı.
Bu soru, Die Zeit (20/05) dergisinin bilim sayfalarında da yöneltildi. Ve bilim zemininde yanıt arandı..
Dine yöneliş
Dünyada dinin etkileri artarken, bilim dünyasında "Neden Tanrı’ya inanıyoruz" sorusunun önem kazanması pek şaşırtıcı olmasa gerek. Din olgusu, doğa bilimleriyle açıklanmaya çalışılıyor.
Amerikalı genetikçi Dean H.Hamer geçen yılın sonlarında, "The God Gene". How Faith is Hardwired into our Genes" kitabını yayımlayınca, bilim dünyasının ilgisi bu noktada toplandı.
Hamer, insanların dindar olup olmayacağını belirleyen bir genin varlığından söz ediyordu.
Genetikçi, 1998 yılında yaklaşık olarak 1000 kişiyle, sigara ve uyuşturucu bağımlılığıyla ilgili bir araştırmaya başlamıştı.
Psikolojik test
Hamer, bu araştırma çerçevesinde bir psikoloji testiyle katılımcıların deneyüstü bilgilerini test etmiş. Mesela "Etrafımdaki insanlara kendimi o kadar bağlı hissediyorum ki, aramızda hiçbir zaman bir ayrılık yaşanmayacak gibi geliyor" türünden ifadelerle.
Araştırmacı evet/hayır sorularıyla da katılımcılar için tinsel bir ölçüt çıkardıktan sonra, bu sonuçları deneklerin kalıtımlarından elde edilen verilerle karşılaştırmıştı.
Ve beyindeki uyarı maddelerin üretiminden sorumlu dokuz gen üzerinde yoğunlaşınca aradığını bulmuştu. VMAT2 geninin bir varyantı, bu geni taşıyanların tinsellik testinde elde ettiği puanlarla birebir uyuşuyor gibiydi.
"Genin ortasındaki belli başlı bir kimyasal bazdaki bir değişim, insanın deneyüstücülük yetisiyle doğrudan bağlantılı" diyordu Hamer.
Peki Hamer’in bu sevinçli ifadesi gerçekten de bir Tanrı geninin varlığını mı açıklıyordu?
Elbette ki değil. Gerçi VMAT2 geninin, belli başlı bir uyarı madde grubundan kaç molekülün beyinde dolaşacağında belirleyici olduğu gerçek.
Dopamin, seratonin veya noradrenalin gibi uyarı maddelerinin çoğalışı ve azalışı, bilinç durumunda önemli değişikliklere yol açmakta.
Bu durum Ectasy ve LSD, hatta dinsel seremonilerde kullanılan etki maddelerinin sanrıya kapılma etkisiyle açıklanabilmekte.
Çevre etkenleri de var
Fakat Hamer, büyük yankı yaratan tezine rağmen, insana özgü karmaşık özelliklerin (bunlara deneyüstücülük yeteneği de dahil) yüzlerce hatta binlerce gen tarafından belirlendiğine inanmakta.
Tabii bu arada genlerin ve proteinlerin karmaşık dansına müdahale eden çevresel etkenleri de unutmamak gerekir.
Tek bir Tanrı geni, Hamer’in daha önceleri saptamış olduğunu sandığı "Eşcinsellik geni" gibi imkansız.
O halde tek bir gen değişimiyle Tanrıya bağlanma umudu (ya da korkusu) söz konusu değil.
Bununla birlikte bu zayıf tez, tinsel sorunların en azından kısmen kalıtım özelliklerimizle belirlendiğini göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Bu tez psikolog Thomas Bouchard’ın 1980’li yılarda gerçekleştirmiş olduğu ikiz araştırmalarıyla desteklenmekte.
İnanmanın evrimsel yararı
Doğumdan itibaren ayrılan ve farklı ailelerin yanında büyüyen yetişkinlerin, dini sorunları ve tinsel deneyimleri şaşırtıcı derecede benzerdi. Ve bu benzerlik tek yumurta ikizlerinde daha yüksekti.
Bouchard, bu verilerden dindarlığa eğilimimizin, genlerimize işlendiği anlamını çıkardıysa da, dinsel etkinliklere katılımda kısmen de olsa önemli farklılıklar söz konusuydu.
Bu nedenle araştırmacı inanç duygusunun kültürel olarak etkilendiği sonucuna vardı.
Benzer sonuçlara ulaşan evrim biyologları ve antropologlar da, insanlığın evrim tarihinde, dinsel yapılar oluşturmaya eğimli olduğuna değiniyorlar.
Bilim adamlarının görüşüne göre, büyük güçlere inanmanın evrimsel açıdan olumlu yanları var, yoksa tinsellik bugüne kadar çoktan ölmüş olmalıydı.
Bilgi çağında bile dinsel akımlar dünya genelinde önemini korumakta. Anlaşıldığı üzere deneyüstü bir gerçekliğin varlığına inanmak, hayatta kalma savaşında etkili bir faktör.
Bilim ve din
Böyle göreceli bir bakış açısı dindar insanlara fazlaca kuşkulu gelse de, antropoloji birçok olumlu argümanlar sunmakta.
Tüm insanların bir gün ölecek olması gerçeğine karşı, inanç, deneyüstü gerçekliğiyle bireysel teselli vaat ederken, diğer yandan da etik standartlarla başa çıkabilmeye izin vererek, toplumları güçlendirmekte.
Ve sonuçta dinsel açıklamalarla büyük güç tanımlanabilmekte ki bu da hayatta kalmayı garantilemekte, deniyor Die Zeit (20/2005) gazetesindeki yazıda.
Yine aynı yazıda, Amerika’daki John Templeton Vakfı’nın, dini inançlarla ilgili sorulara yanıt aranması, bilim ve dinin barıştırılması için kurulduğuna değinilmekte.
Vakıf bu tür araştırmaları yılda 40 milyon dolarla desteklemekte. "Dinde ilerleme için verilecek 1,3 milyon dolarlık Templeton ödülü" Nobel ödülünden bile daha yüksek.
Tek yanlı çalışma
Vakıf, özellikle de dinsel yaşam biçiminin olumlu taraflarını kanıtlamaya çalışan projeleri desteklerken, dindarlığın "karanlık" yönlerini de ele alan bilim adamlarının başvuruları pek dikkate alınmamakta.
İşte bu teşvik sayesinde tinselliğin sağlık üzerindeki olumlu etkilerini kanıtlayan bir yığın bilimsel makale çıkmış ortaya. Bu tür makaleler yazan bilim adamlarının dediklerine göre, düzenli olarak ibadet edenlerde kalp/dolaşım hastalıkları daha az görülmekte, kan basınçları daha düşük ve inançsızlara göre yedi yıl daha fazla yaşıyorlar.
Hatta bunların dışında adak/dilek dualarının etkisi bile kanıtlanabilmekte.
Bu tür sonuçlar, araştırmaların ünlü enstitülerde yapılması ve saygın bilim dergilerinde yayımlanması sayesinde inandırıcılık kazanıyor.
Sadece minik gruplar
Oysa gerçekte bu tür araştırmaların içinde şeytan tüyü gizli: Bazen kesin sonuçlar çıkarmak için yeterli olmayan on veya on beş kişilik çok küçük gruplarla yapılan bu araştırmalarda, sözde etkiler kişisel kriterlere, dolayısıyla da yararlananların değerlendirmelerinden ibaret.
"Bu araştırma sonuçlarının kanıtlayıcılığı, hedef tahtasının, nişancının oku sapladıktan sonra duvara çizmesi kadar" diye eleştiriyor bu sonuçları, Columbia Üniversitesi psikiyatrı Richard Sloan.
Öte yandan da araştırmalar tamamen bilimsel temellere göre gerçekleştirilse bile, bu durumda Walter Pahnke’nin Psilocybin araştırmasında olduğu gibi bazı küçük etkiler bile sonuçları bozabilmekte..
Tıp uzmanı ve teolog Walter Pahnke, 1960’lı yıllarda Harvard Üniversitesi’nde Psilocybin ilacının, ibadet sırasında tinsel deneyimleri tetiklediği sonucuna varmıştı.
Bir teoloji seminerinin öğrencileri olan denekleri, ilacın etkisindeyken bir kilise ayine katılmışlardı. İki saat boyu dua edip ilahiler söyleyen öğrenciler, ayin sırasında deneyüstü deneyimleri yaşadıklarını, içlerinin sevinç ve sevgiyle dolduğunu, kutsallığı hissettiklerini ve huzur bulduklarını vb anlatmışlar.
İşin aslı
Bu tinsel deneyimler kontrol grubuyla istatistiksel olarak kanıtlanabildiği gibi, daha sonraki incelemeler on kişiden sekizinde bilinç değişimi yaşandığını gösterince Pahnke, mistik deneyimlerin laboratuvarda üretilip incelenebileceğine inanmıştı.
Peki bu ne kadar doğruydu? Gerçeğin ortaya çıkması pek uzun sürmedi. Deneylerini en iyi şekilde planlayan Pahnke, 30mg Psilocybin ilacını rasgele dağıttığı gibi kontrol grubuna da belli belirsiz uyarılar yapan ilaçlar vererek tüm deneklere eşit koşullar yarattığını düşünmüştü...
Fakat daha sonra ortaya çıktığı gibi seminer öğrencileri ayin sırasında kendi aralarında konuşarak, kimin "dopingli" olduğunu, kimin gerçek bir coşkuyla vaazı dinlediğini fark etmişti.
Böylece araştırma sonucunun geçerliliği de yok olmuştu...
Çünkü bu durumda inanç duygusunun güçlenmesinde, Psilocybin ilacının tek başına mı yoksa öğrencilerin inançla ilgili beklentilerinin de etkili olduğuna ayırt etmek mümkün değildi.
Beklentilerin etkisi
Hastalardaki beklentilerin, hastalığın seyri üzerinde önemli ölçüde etkili olduğu Placebo (yalancı ilaç) deneylerinden de bilinir. Kırmızı büyük haplar, küçük beyaz haplardan daha etkili oluyor. Ve en büyük etki, (ilaç sadece şeker drajesi olsa da) doktorun da aynı ilaca güvenmesi halinde ortaya çıkmakta.
Peki ruhu etkileyen bir ilaç denendiğinde, mantıklı düşüncenin etkisi ne oluyor?
İnanç duygusunu araştıran araştırmaların birçoğu objektif etkilerden çok katılımcıların inançları hakkında bilgiler vermekte. Hıristiyanlığı benimseyen doktorlar, duaların dolaylı etkisinden söz ediyorlar.
Iowa’daki "Maharishi Üniversitesi" bilim adamları ise transdantal meditasyonun tetikleyici etkisini ortaya koyarken, Dalai Lama düşüncesine yakın olan sinirbilimci Richard Davidson da, Budistlerin son derece huzurlu ve uyumlu olduklarını kanıtlıyor.
Önyargısız çalışmalar yok gibi.
Enfarktüs geçiren Budistler, Hıristiyanlara kıyasla daha çabuk mu iyileşiyorlar?
Hindularda depresyon, Yahudilere göre daha az mı görülüyor?
Bu tür soruların yanıtlanmasında, inanç etkisinin önemli ölçüde dünyevi olaylarla ilişkili olduğu ortaya çıkmakta. Mesela ibadet için sabah çok erken kalkanlar, akşamları içkili eğlence yerlerinden daha önce döner veya hiç gitmezler bile. Dini gruplara katılanlar, kendisini daha sosyal hisseder hiçbir zaman yalnızlık hissetmez. Ve büyük güçlere güvenen, her başarısızlıktan kendisini sorumlu tutmadığı için daha huzurludur vb...
Dünya ile ilgili
Aslında inançla büyük sorunlar aşılmıyor değil. Ama burada, yüce bir varlığa inanmanın mı, yoksa sosyal faktörlerin ve psişik eğilimlerin mi etkili olduğu tamamen inananın yorumuna kalmıştır.
Bu konuya açıklık getirmek isteyen Alman bilim adamları, bir onkoloji rehabilitasyon kliniğinde, meme kanseriyle başa çıkmada dini inancın ne kadar yardımcı olduğunu araştırmışlar.
Buna göre din, hastalara sadece belli koşullarda olumlu etki yapıyor. Tanrıya tüm kalbiyle inanlar ve "Allah’ın dediği olur" diyerek Tanrı hakkında pozitif bir düşünceye sahip olanlar, hastalıklarından bile olumlu bir anlam çıkarabiliyorlar.
Sadece plasebo etkisi
Fakat cezalandıran bir Tanrının varlığına inanlar hastanede çok daha fazla korku ve depresyon durumları yaşıyorlar. "Din, yalnızca kendilerine yardımcı olacağına inanlara fayda sağlıyor" diyen, araştırmayı yöneten din psikoloğu Sebastian Murkel’a göre, Tanrıya inanan hasta insanların kendilerini daha iyi hissetmeleri Placebo (yalancı ilaç) etkisinden başka bir şey değil.
Murkel, araştırmalarını şu şekilde toparlayıp değerlendiriyor:
"Beyin araştırmaları gerçi bize hepimizin kendi gerçekliğini bilinçli bir şekilde yapılandırması gerektiğini öğretiyor, ama bunu nasıl yapacağımızı ve "nereden geldik, nereye gidiyoruz veya tüm bunların yararı ne?" gibi yaşamın temel sorularını ne şekilde yanıtlayacağımızı açıklamıyor. Bu boşlukları doldurmak için yine dine gerek vardır."
Peki ama bu tür soruları bilimsel gerçeklerle yanıtlamaya çalışanlar için bu ne kadar rahatlatıcı olabilir ki? Ya da bilim her şeyin yanıtını bulamıyor diye "yetersiz" değerlendirmesi yapmak ne kadar doğru?
Sonuçta bilim, bundan elli veya yüz yıl önce bilinmeyenleri açıklığa kavuşturmadı mı?