Hayvanlar ve insanlar arasındaki ilişkiler üzerine bir süredir yaptığımız yayında, sırada Gary L. Francione’ın, insanların hayvanlara karşı ikiyüzlü davranışlarıyla hesaplaşan yazısı var. Yazar, özellikle, son yıllarda ortaya çıkan "bizlerle benzer kafa yapılarından dolayı, bazı havyanlarla ilişkilerimizin eskisinden farklı boyutta olması gerektiğini savunuyor. Ancak çok önemli gerçekleri dışlayan ikiyüzlü araştırmacılarla ve belki de hepimizle hesaplaşıyor:
Büyük maymunlar, yunuslar, papağanlar ve hatta "besin" hayvanları, törel açıdan kendilerine daha fazla özen gösterilmesini ve yasal olarak korumaya alınmalarını gerektiren, belirli bilişsel özelliklere mi sahipler?
Evet, son zamanlarda yapılan araştırmalar giderek bu yönde bir eğilim sergiliyor. Bu eğilimin özünde, insanların kendi dışındaki canlılarla ilişkilerini yeniden gözden geçirmeleri, onların zeki, bilinçli ve duygusal yaratıklar olup olmadıklarının kavranması gerektiği görüşü yatıyor.
Bu görüşü savunanlar, insan dışındaki canlıların bizlere benzer kafa yapıları ölçüsünde benzer ilgi alanlarına sahip olduklarına, bu ilgi alanlarından ötürü de daha fazla korumaya alınmaları gerektiğine inanıyor.
"Benzer kafa yapısı" temeline dayanan bu yaklaşım, son zamanlarda hayvanlar üzerinde çeşitli deneyler yapmak suretiyle onların ne ölçüde bizlere benzediklerini ortaya çıkarmaya hevesli, bir yığın bilişsel etoloji uzmanının boy göstermesine neden oldu.
Günaydın!
Darwin’den 150 yıl sonra, bu araştırmacıların, insanların kendileri dışındaki canlıların bir zamanlar yalnızca insanlara özgü olduğu sanılan birtakım özelliklere sahip olabileceklerini bugün bile şaşkınlıkla karşılamaları, hayret verici bir durum.
İnsanların kendileri dışındaki canlılarda olmayan zeki özelliklere sahip oldukları görüşü, evrim kuramıyla bağdaşmayan bir görüş.
Darwin insanoğlundaki özelliklerin yalnızca ona özgü olmadığına inanıyor, insan beyni ile hayvan beyni arasındaki farklılığın niteliksel değil, niceliksel bir farklılık olduğuna dikkat çekiyordu.
İnsan dışındaki canlıların da düşünüp mantıklarını kullanabildiklerini, insanlardaki duygusal özelliklerin büyük bir çoğunluğuna sahip olabileceklerini düşünüyordu.
Kendimizi haklı çıkardık
Tarih boyunca kendi dışımızdaki canlıları sömürürken insanlarla hayvanlar arasında niceliksel bir farklılık olduğu gerekçesiyle kendimizi haklı çıkardık.
İnsan dışındaki canlılar belki duygu yüklüydüler, ama onların zeki, mantıklı, duygusal ya da sıkılgan davranmaları söz konusu değildi.
Benzer kafa yapıları yaklaşımı, deneyimlerimiz sonucunda öğrendiğimiz kadarıyla, geçmişte yanılmış olabileceğimizi ve insan dışındaki canlıların en azından bir bölümünün bu özelliklere sahip olabileceğini savunabilir, ancak bu yaklaşımın altında yatan ve ahlaki bir önem taşıması için onlarda duyarlık dışında bir özelliğin -acı duyma yetisinin- olması gerektiği yönündeki görüşü sorgulamaktan yoksundur.
Keyfi tavırlar
İnsan dışındaki canlıları sömürüşümüzü onların "insana özgü" nitelikler taşımadıkları gerekçesiyle haklı çıkarmaya çalışmak, birtakım niteliklerin özel oldukları ve farklı bir yaklaşımı hak ettikleri gibi törel bir soruyu da beraberinde getirir.
Söz gelimi, insanoğlu aynada kendisini tanıyabilen ya da simgesel dil aracılığıyla iletişim kurabilen tek canlı türü olmakla birlikte, uçma ve suyun altında yardımsız soluk alma gibi yetilere sahip değildir
Aynada kendini tanıyabilme ya da dil aracılığıyla iletişim kurma gibi özellikleri, uçma ya da suyun altında soluk alabilme gibi özelliklerden üstün kılan nedir?
Bu sorunun yanıtı, doğal olarak, o özelliklerin bizlerin gözünde öyle oldukları ve öyle olduklarına inanmanın bizlerin çıkarına olmasıdır.
Sömürmenin gerekçeleri
Kimi özelliklerin yalnızca insanlara özgü olduğu gibi bir sanıya kapılmanın ve bunu öteki canlıları sömürmemiz için haklı bir gerekçe olarak sunmanın, kendi çıkarlarımızı kollamanın dışında bir gerekçesi olamaz.
Dahası, insanlar dışındaki tüm hayvanlar duyarlığın ötesinde belli bir özellikten yoksun olsalar ya da bu özelliğe daha düşük bir düzeyde sahip olsalar bile, böylesi bir farklılık insanların o canlıları sömürmelerini asla haklı kılamaz.
İnsanlarla öteki hayvanlar arasındaki farklılıklar başka bağlamlarda anlamlı olabilir. Aklı başında hiç kimse insan dışındaki canlıların araba kullanmaları, oy vermeleri ya da okula gitmeleri gerektiği gibi bir tartışmaya girmez.
Ancak bu tür farklılıkların o canlıları yememiz, ya da onları deneylerimizde kullanmamızla ilgisi yoktur. Farklılık kavramı ancak söz konusu insan olunca geçerlik kazanır. Yalnızca insana özgü olduğuna inandığımız özellik her ne olursa olsun, bu özellik kimi insanlarda daha yoğunken kimilerinde de hiç olmayabilir.
Utangaçlık duygusu
Söz gelimi, utangaçlık duygusunu ele alalım. Duyarlı her canlı belli düzeyde bir özbilince sahip olmalıdır. Duyarlı olmak, acı ya da ıstırap içinde olan varlığın o olduğunu, bir başkası olmadığını bilmektir. Utangaçlığı, "düşünme konusunda düşünebilmek" diye keyfi olarak tümden insana özgü bir biçimde tanımlasak da, zihinsel açıdan ciddi bozuklukları olan birçok insan böylesi bir bilinçten yoksundur.
Yine böylesi bir "eksiklik" kimi yönlerden anlamlı olabilir, ama bu söz konusu insanların acı verici biyomedikal deneylerde kullanılmalarını haklı kılacak bir gerekçe sayılmaz.
İnsanlarla hayvanlar arasındaki tek fark eninde sonunda türdür ve bir canlının türü, tıpkı ırk, cinsiyet ve cinsel eğilim gibi, onun kötüye kullanılması için bir gerekçe olamaz.
Benzer kafa yapıları yaklaşımı, bu yüzden yanıltıcıdır ve bu yaklaşım olsa olsa büyük maymunlar ya da yunuslar gibi kimi insan dışındaki canlıların tercihli bir konuma yerleştirildikleri, türün esas alındığı yepyeni bir hiyerarşinin yaratılmasına neden olur.
Gelgelelim, insan/hayvan ilişkisi üzerine ciddi bir biçimde eğilmek istiyorsak, tek bir özellik üzerine odaklanmamız gerekir: duyarlık.
Tek özellik: Duyarlık
Garip olan şu ki, acı çeken hayvanları ciddiye aldığımızı öne süreriz. Toplumsal ahlak kuralları açısından insan dışındaki canlılara "gereksiz yere" acı çektirmenin, ya da onların yaşamlarına kıymanın yanlış olduğu görüşünde hemen herkes hemfikirdir.
Böylesi bir yasaklamanın anlamlı olabilmesi için, insanların salt kendi zevkleri ya da çıkarları uğruna hayvanlara acı vermelerinin önüne geçilmesi gerekir.
Sorun, insanların hayvanlara gereksiz yere acı çektirmeye karşı olsalar bile, hayvanların çoğu kez insanların hiç de "gerekli" denemeyecek birtakım zevkleri ve çıkarları yüzünden acı çekiyor olmaları.
Et yemek zorunlu değil
Karnımızı doyurmak için her yıl milyarlarca hayvanın yaşamına kıyıyoruz. Et ya da hayvansal besinlerle beslenmek asla bir zorunluluk değil.
Gerçekten de, bu tür bir beslenmenin sağlığa zararlı olduğunu savunan sağlık uzmanlarının sayısı giderek artıyor.
Dahası, çevrebilimciler çiftçiliğin yol açtığı korkunç olumsuzluklara ve bu nedenle gezegenimizin ödemek zorunda kaldığı yüksek bedellere dikkat çekiyorlar.
Çiftlikte yetiştirilen insan dışındaki bu canlılara yaşattığımız onca acı, eziyet ve kıyımın altında yatan neden, her halükarda etlerinin tadına daha çok varmamızdan ibarettir.
Ayrıca insan dışındaki canlıların
spor, avcılık, eğlence ve ürün denemesi gibi alanlarda kullanılmaları da kesinlikle gerekmiyor.
Üstelik, hayvanlar üzerinde denenen ürün ya da ilaçların insanlar üzerinde farklı etkiler yaratabileceği yönünde epey kanıt da var.
Asıl sorun nerede
Kısacası, insan dışındaki canlılar söz konusu olduğunda, insanlar ahlaki şizofreni olarak nitelendirebileceğimiz bir tavır sergiliyorlar.
Kendi dışımızdaki canlılara nasıl davranmamız gerektiği konusunda söylediklerimizle yaptıklarımız birbirini hiç tutmuyor. Ancak onlarla aramızdaki ilişkinin yolunda gitmediğinin de kesinlikle bilincindeyiz ve bir süredir buna bir çözüm getirmeye uğraşıyoruz.
İnsanlar kendileri dışındaki canlılara gereksiz yere acı çektirmenin yanlış olduğu ilkesini benimsemiş olsalardı, o zaman kendi çıkarları için evcil hayvan yetiştirmekten ve onları matematikten anlayıp anlamadığı ya da aynadaki yansımasını tanıyıp tanımadığı gibi ölçütlerle değerlendirmekten tümden vazgeçerlerdi.
Öyle olsaydı, 200 yılı aşkın bir süre önce, "Asıl sorun hayvanların mantıklarını kullanıp kullanamadıkları ya da konuşup konuşamadıkları değil, onların acı çekip çekmedikleridir," diyen Jeremy Bentham’ın sözlerini de çok daha ciddiye alırdık.