Güncelleme Tarihi:
Feyzi Faruk Menguç güzel bir fıkra anlattı, ama, kendisinin de itiraf ettiği gibi “ayıpca” hem de epey. Çingene fıkrası anlatmaktan çekinmem de, Güner Ümit durumuna düşmek istemem. Yoksa fıkra öyle böyle değil...
*
Burcu Kılınç da bize Ümit Yaşar Oğuzcan’dan Kadın ve Meyva diye bir şiir göndermiş. Ümit Yaşar’ın bu şiirini hiç duymamıştım, ama böyle taşlamaları vardır, riske girip yayımlıyorum.
KADIN VE MEYVA
Dünyada en tatlı şey
Kadın bir, meyva iki
İkisi birbirine
Öylesine benzer ki
Kadın var can eriği
Kah tatlı, kah buruk
Kadın var üzüm gibi
Yenir olsa da koruk!
Kadın var vişne gibi
Reçel yap tabak tabak
Kadın var karpuz gibi
Yandın çıkarsa kabak
Kadın var kestanedir
Kış mevsimine sakla
Kadın var kavun gibi,
Aman alırken kokla!
Kadın var incir gibi
Kuru yenir, yaş yenir.
Kadın var muz gibi,
Soya soya yenilir.
Kısaca her kadının
Benzeri bir meyvadır.
Ama nikah masasında
Evet! diyen erkeğin
Yediği hep ayvadır...
*
Burcu Kılınç’un gönderdiği bir diğer şiir. Kimin nesi, ay dont no...
Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki,
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de
Bazıları seyrederken hayatı en önden
Kendime bir sahne buldum oynadım
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde
Hem kızdım hem güldüm halime
Sonra dedim ki "söz ver kendine"
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin
Uçmayı seviyorsan düşmeyi de bileceksin
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım
Öyle çok değerliymiş ki zaman
Hep acele etmem bundandı
Anladım...
*
Kitap hediyeli bilmecemizin sonucu açıklandıktan sonra gelen bir e-posta:
“Serdar Abi, Merhaba ben Bülent Gürel. (Kazandığını açıkladığım okur güya...) Açık söylemek gerekirse, bu bilmece benim için çocuk oyuncağıydı. Baktım doğru cevabı veren veren yok, heyecan artsın diye biraz bekleyeyim de sonra göndereyim dedim cevabı. Nasıl iyi yapmış mıyım? Şu kitabı hemen göndersen diyorum, hani sahte Bülent'ler falan çıkar güme gitmeyelim icabında. Adresim aşağıda yazılı. Sevgiler, Saygılar”
... diyen mesajı tabii ki yemedim, ama Sevgili Aylin’in (Belleli) üslubunu tanıdım. Bu ince espri, bir kitabı hakkeder eder, etmez mi?
*
İdil Engindeniz’in de içine Dışişleri Bakanlığı’nın web sitesi dert olmuş, diyor ki:
Birbiriyle pek de ilgisi olmayan ama mutlaka daha çok insanın duymasını istediğim iki konu var. Birincisi Dışişleri Bakanlığı'nın internet sayfası. Normalde, www.adalet.gov.tr ya da www.meb.gov.tr (Milli Eğitim Bakanlığı'nın baş harfleri, çok normal birşey yani) vs diye giriyorsunuz istediğiniz bir bakanlığın sitesine. Dışişleri içinse www.mfa.gov.tr !!! Nedir mfa, Ministry of Foreign Affairs. Hadi, Fransızlar gibi gov'u gouv yapacak bir degişiklikten geçtim (ki bence Devlet saygınlığı açısından sembolik olarak bu da yapılmalı) Türkçe isim verme zahmetine bile katlanılmamış. Milliyetçi değilim (Böyle bir savunma yapmam gerekiyor ya) ama bu özensizliğe, bu yabancı mantığa dayanamıyorum. Ve site İngilizce açılıyor! Farklı adresler altında aynı içeriğin dağıtılabildiği bir teknolojiye sahipken, neden yabancılar için mutlaka gerekli olan mfa'li adresin yanında bir de www.disisleri.gov.tr olmasın?
İkinci konu yabancıların kütüphanelere girişiyle ilgili. Girişte bir sorun yok ama diyelim ki bir gazetenin geçmiş sayılarına bakmak ve fotokopisini almak istiyor. Yasak! Devlet belgelerinden filan bahsetmiyorum, bildiğiniz günlük gazete. Benim evimde arşivim olsa istediği gibi kullanabilecek ama kütüphanede yasak???? Nasıl bir mantıktır çözebilmiş değilim. Şu anda, görevli memurun yardımseverliğine / keyfine bağlı olarak zaman zaman kullanılabiliyor ama resmen yasak. Alınmış kararları yeniden gözden geçirmek güne uydurmak diye birşey yok ama değil mi bu ülkede?...
Uzun bir mail oldu, farkındayım ama özellikle Dışişleri'yle ilgili konuyu gerçekten çok vahim buluyorum, artık dayanamadım.
*
Elgin Burak bana aşağıdaki espriyi geçmiş, ama önce merhem sürmeyi de ihmal etmemiş: “Biliyorum siz koyu bir Fenerbahçeli’siniz ama eminim hoşunuza gidecektir...”
Efendim, Fenerbahçe’nin kırabileceği rekorlar ve yapalibeceği “ilkler” şöyle imiş:
1-Sezon başlamadan şampiyon turu atmak
2-Türkiye Kupası’nda herhangi bir 3.lig takımına elenmek
3-Aynı sezonu üç ya da daha çok teknik direktörle bitirmek
4-FB yönetiminin taraftara verdiği “Dünya Kupası’nı ilk alan kulüp olacağız” sözü
5-Seçimleri yönlendirebileceğini zanneden FB taraftarlarının erken seçim ilan etmesi
6-Futbolcular dayak yemesin diye tesislerin yurt dışına inşası (En azından taraftarlar “Yurt dışında da oynuyoruz” diye kandırılabilirmiş.)
7-Kendini bir inşaat şirketi zannedip, yaptığı binalarla övünen ilk ve tek takım oluşu.
İnternette gezen bir espriymiş bu. Hani öğretmenler çocuğun karnesine yazar, “Daha iyi olabilir!” ... Bu da öyle, fena değil, ama daha iyi olabilirdi.
Bu arada, Aytaç Sertel de bana “1.yıldönümümüzü kutluyoruz” diye yandaki fotoğrafı geçmiş. Fenerbahçe, geçen sene 6 Kasım’da Galatasaray’ı 6-0 yenmişti ya...
Topluca cevap vereyim:
(1) Fenerbahçe ile dalga geçilecekse, “Bu memlekete komünizm gelecekse, onu da biz getiririz” misali, biz Fenerliler dalga geçeriz. Bu zevki Galatasaraylılar’a (pek gülecek halleri yok ya şu sıralar) veya Beşiktaşlılar’a bırakmayız.
(2) Bu 6-0’ın sene-i devriyesi meselesine gelince... Bırakın eskiyi, bugüne bakın diyeceğim ama, birader, 6-0 da unutulur gibi, yenir yutulur gibi değil ki...
(3) Ayrıca, dünkü Olympiakos maçından sonra Galatasaraylılar’a sataşmak bize yakışmaz. Zaten acıları büyük !!!
(4) Ama, sevgili Fenerli taraftaşlarım, Hürriyet spor servisinin çarşamba günkü gündeminde şöyle yazıyordu:
* Beşiktaş’ın Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde Sparta Prag’ı 1-0 yendiği maçın perde arkasına bakıyoruz, basındaki tepkileri izliyoruz.
* Bu akşam Galatasaray, Şampiyonlar Ligi’nde Yunanistan’ın Olympiakos takımıyla Atina’da karşı karşıya geliyor.
* Fenerbahçe’de Çaykur-Rizespor alarmı. Geçen hafta Akaçaabat Sebatspor karşısında iki puan kaybeden FB’de Çaykur maçı için özel tedbirler alınıyor.
Elalem Sparta Prag’la, Olympiakos’la Şampiyonlar Ligi maçı yapıyor, biz Akçaabat’a iki puan kaptırdık, aman Rizespor’a karşı da bir kaza olmasın derdindeyiz.
Tamam, ben de sıkı bir Fenerli’yim. Tamam, “İyi günde, kötü günde taraftarın hep seninle!..”
Tamam, iyi günde alkışlarken, kötü günde takımı yalnız bırakmak haksızlıktır...
Ama önce şu iyi günü bir görsek de, “kötü günde vefa” konusunu bilahare konuşsak diyorum, ne dersiniz?
(PS: Bu yukarıdaki notu, Çaykur Rizespor’la İstanbul’da berabere kalıp rezil olmamızdan önce yazmışım gördüğünüz gibi. Korkmakta ne kadar haklıymışım. Şimdi, tekrar oynanacak maçta, ben Çaykurlu olsam, ölürüm de o milyon dolarlık eşekleri yenerim.)
*
Bu da Almanya’da yaşayan bir e-dosttan gelen bir mesaj. Kendisine değil, öğrencilerine zararı olur diye adını vermiyorum.
Serdar Bey bir kaç aydır cuma günleri bir ilkokulda öğretmenlik yapıyorum. (Anladığım kadarıyla bunlar, aileleri hiç Almanca bilmeyen, konuşmayan çocuklar. Dil bilmedikleri için “gelişmesi tamamlanmamış çocuklar” için özel okullara gönderilmelerini önlemeye çalışıyor bu gönüllüler.)
Bu iş bana gayet iyi geldi biliyor musunuz mutluyum da, öğrencilerimi de çok seviyorum hepsi çok zeki ama aileleri ve yaşadıkları ortam hoşuma gitmiyor. Mesela bir öğrencime ailesi televizyonu, kitap okumayı (Kuran dışında), arkadaşlık kurmayı yasaklamış. Ailelerle konuşmayı denedim olmadı. Kitap alışkanlıkları olsun diye çocuklara her hafta bir bölüm veriyorum. Ve o öğrencim dışında hepsi okuyor. O da okumak istiyor ama ailesi kitaba, televizyona “gavur icadı” diye bakıyor ve çocuğa da aşılıyorlar. Bir kız öğrencime “başı açık gezenler kötü kadınlar” demişler, ben ilk hafta okula gittim ve tabii başım açık, kız beni gördü, “Sen kötü kadın mısın?” diye sordu. Önce afalladım, sonra niye diye sordum. Kız, gayet tabii bir şekilde “Ailem öyle söylüyor” dedi. Size bunları anlatmaktan maksadım, 21.yüzyılda hâlâ böyle düşünceler var... Neyse ki yavaş yavaş onlar bana alışıyor, ben de onlara.
Serdar Bey, doğru bildiğim yoldan dönmeyeceğim. İnanın, o kitap okuması yasak çocuğu herkes gittikten sonra bir saat fazla tutuyorum ve kitabın verdiğim bölümünü bizzat okutuyorum. Kız öğrencime de, benim de en az onun kadar dinime bağlı olduğumu, dine bağlılığın türbanla ölçülemeyeceğini öğretmeye çalışıyorum. Az da olsa başarı sağlıyorum.
*
Arkadaşım Mine’nin (Kılıç) bir sorusu var, Trabzon’da tecavüze uğrayan, bütün Kore’yi haklı olarak ayağa kaldıran kaldıran Güney Koreli kız öğrenciyle ilgili olarak.
Diyor ki Mine: Bu durumda tecavüze uğrayan K.J.P, sapığıyla evlenerek namusunu (ve sapığını) kurtarmak isteyebilir mi? Hakim halen TCK’da böyle bir madde olduğu için K.J.P’ye bu teklifte bulunabilir mi? Evlendikten sonra Türk Ceza Yasa Tasarısı konusunda Meclis Alt Komisyonu’na gidip görüş verebilir mi?
Vallahi bilmiyorum...
*
Yine Mine’den (Kılıç) gelen bir uyarı yazısı. Diyor ki:
Milliyet’in Ramazan sayfasında kadınların nasıl dövülebileceğine dair “muhteşem bir rehber” yer alıyor. Mutlaka okuyun. En muhteşem cümle şu:
Kuran’da özünde şefkat olan bir dayak söz konusudur. Kadının olumsuz davranışları sonucu boşanmayla bitecek bir olayı engellemek içindir. Bir de yüze vurmak caiz değildir; ince çubukla kadına bir iki pat pat vurmalıdır. Bunu da bir şok tedavisi olarak düşünebilirsiniz. Dayak incitici, kırıcı, yaralayıcı olmamalıdır.
(Serdar’ın notu: Mineciğim, bizim ‘Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin’ şeklinde zaaarif bir halk deyişimiz vardır ya, Araplar ne der biliyor musun? “Karını döv. Sen niye dövdüğünü bilmiyorsan, o niye dayak yediğini biliyordur!”)