Güncelleme Tarihi:
1921 yılında Bursa'nın Seçköy'ünde doğduğunda -ve nenesi öldürülen dedesinin ismini haykırarak, Hacı İbrahim geldi, diye oynadığında- babası yurttaki düşmanı kovalamaktadır. İlk gördüğü şekiller odanın duvarlarındaki nakışlardır. Kendi sesini duymadan önce, birçok sesler duyar; ‘‘Türkü, koşma, davul, zurna, ezan, Kur'an, top, tüfek’’ derler. Kaşığı eline aldığında, yakınlarının ellerinde, karasaban, boyunduruk, ellik, orak, nacak, diğren, yaba, bel, çapa vardır.
Ve kalemi görür; çok şaşırır, beğenir. İlk gün hiçbir şey çizemez; yanlış birşeyle başlamaktan korkar sanki. Sabah uyandığında annesini gergefin başında nakış işlerken görür. Motiflerden birini gözüne kestirir ve çizer; bir dal, bir çiçek. İlk ‘‘eseri’’ bu olur.
İstanbul'da küçük zabit okulunda Çerkez Ethem'le birlikte okuyan babası bir gün öküz arabasıyla tarlaya götürür onu. O karasabanla çift sürerken, küçük İbrahim karşı yamaçtaki çift süren adamın resmini çizer. Babasını çizemez, çünkü o kadar büyüktür ki babası ve öküzleri, bir türlü kağıda sığdıramaz. Bu çizimi ancak yıllar sonra yapabilir. Annesi orakla buğday biçerken, dedesi bel bellerken, ablası çapa kazarken çizer. Güttüğü öküzleri model yapar kendine (Ve sanat hayatının her döneminde olacaktır öküzler ve karasaban. Karasabana, binlerce yıldır bizi doyurduğu için put gözüyle bakacaktır. Ama traktör gelince karasaban küçülür resimlerinde).
Bir kurşun kalem ve silgiyle çizmeye başlarken, daha hiç resim görmemiş, duymamıştır. Yine de el yordamıyla gider düşlerinin peşinden. Köylüler kıpırdanırken, çiçekler açarken, kuşlar öterken, keçiler koyunlar otlarken, sadece seyre dalamaz. Sonra köydeki özel olayları çizer; mesela tahsildar gelmişse, düğün olmuşsa, çengi çağırılmışsa.
Dedesinin köye getirdiği üç sınıflık okulda okurken, öğretmen bazı hayvan resimleri gösterip çizmelerini ister. İbrahim'in başına geldiğinde ‘‘Harika’’ diye bağırır. Öyle korkar ki İbrahim, kaçıverir sınıftan, acaba harika ne demektir? İşte bundan sonra kağıdı kalemi düşürmez elinden. Boyalarla tanışması içinse önce mahpusa düşmesi, sonra da Nazım Hikmet'le tanışması gerekecektir.
16 YAŞINDA BİR MAHPUS
16 yaşındayken, sonradan belalısı olacak olan bir köylünün ihbarıyla hint keneviri yetiştirmekten tutuklanır. Köyden ilk çıkışıdır bu. Bursa Cezaevi hayatını değiştirecek ‘‘usta’’sıyla tanışacağı yerdir. Nazım Hikmet'le dostlukları, evlendiği gün düğün evini basan belalısını öldürmekten hapse yeniden düştüğünde ve dışarıda da sürecektir. (Evet, bazen söylediklerinden, bazen resimlerinden, ikide bir içeri atarlar onu. Ama ‘‘her içeri düşüşte, yüreğine öfke, aklına bilgi, eline beceri kazandırır.’’)
Başlangıçta mahpusta da çiziyordur ama, kendini avutmak için. Renkli kalemleri zeytinyağına batırarak yarattığı 'yağlıboya'yla. Nazım Hikmet ondaki dehayı sezer ve ‘‘büyük ressam olduğunu’’ anlatır, ilk boyalarını verir. Şairin Memleketimden İnsan Manzaraları eserinde, köylü ressam Ali olur; akademinin çıplak insan resmi yapmak olduğunu öğrendiği için, Beethoven Hasan'ı koğuşta üç gün çırılçıplak oturtup, zatürreden ölmesine ramak bırakan... Şair ona asla komünizm dersi vermez; ama sosyoloji, ekonomi-politik ve matematik anlatır aylarca. Hayata, resme bakışını geliştirir.
Balaban, ancak ‘‘Konu bir özdür, her öz kendi kabuğunu yapar’’ kuramını keşfettikten sonra yaptıklarını sanat kabul eder. O günden sonra imzasını atar ve 1953'te ilk sergisini İstanbul'da açar. Resimlerinde halk geleneğini çağdaş bir tabana oturtur. Önceleri köy yaşamı, karasabana tutsak üretim ilişkileri temalarını işleyen sanatçı, giderek destanlara, halk inançlarına, kahramanlarına, söylencelere, mitolojiye uzanır. Sanat hayatını Dağınık, Nakışsı, Ağır Aksak, Oyuncaksı, Tutsak, Özgürlük gibi dönemlere ayırır. Giderek kente göçü, kentteki yaşam ve demokrasi mücadelesini ele alır. Son dönemde Anadolu Erenleri ve Bereket Anaları'nı çağdaş bir halk tasvircisi tutumuyla yorumlar. ‘‘Sanat yaşamın izdüşümüdür’’ der. Boyaları açık, koyu, leke endişesiyle değil, figürlerinin özünde çakmaklaşan ışığı yakmak için kullanır.
ÖFKELİ VE MÜDANASIZ
16 bin lirası yok diye onu üç yıl yatıranların, çalınmış bir tablosunun 20 milyara satılması üzerine açtığı davada ‘‘zaman aşımı’’ kararı vermelerine isyan eder. Şeyh Bedrettin'i, Nazım'ı çizdi diye 1969'da Adana'da resimlerini parçalayanlara ‘‘Benden başkası Şeyh Bedrettin çizemez, Nazım portresini de benden iyi kimse yapamaz, kimsenin g.tü sıkmaz, itoğluitler...’’ diye bağırır. Bursa'da resim yaparken götürürler, 32 gün nezarethanede bir sandalye üzerinde oturturlar; O ise durmadan polis portreleri yapar. İfadesini alan savcıya, ‘‘İnanılmaz ilginç, resme gelir bir yüzünüz var. Dayanamam, lütfen 10 dakika modellik yapın’’ der ve isteğini kabul ettirir. Cebinde 50 kuruş varken resimlerini satın almak isteyen banka müdürüne, ‘‘Siz vergiden kaçırıyorsunuz, resimleri kömürlüğe atıyorsunuz’’ diye tek resim satmaz. Bir s.tir de kendisine ‘‘çoban, köylü ressam’’ diyenlere çeker: ‘‘Ben ressamım. Ressamın köylüsü kentlisi olmaz.’’ Ya resim tahsili, mesela akademiye filan gitmemesinden dolayı herhangi bir eksiklik hissetmiş midir? ‘‘Akademik eğitim mi? Akademiden çıkanlar benden ders aldı. Ne diyorsun sen!’’
İlk resmi, üç yaşlarındayken annesinin gergefindeki nakıştan esinlendiği bir çizgiydi. O günden bu yana her yerde, her zaman çizdi; köylüler orakla buğday biçerken, babası öküzle tarla sürerken, çengi düğünde oynarken... Tutuklandığında mahpusların, nezarete atıldığında polislerin, vatani görevini yaparken askerlerin, ifadesini alan savcının bile portresini yaptı. İlk resmini yaptığında resim nedir bilmiyordu. Hapishanede Nazım'la tanıştığında daha boyası bile yoktu. Dördüncü sınıfı olmayan bir okuldan mezundu ve akademinin,
resmin, sanatçılığın ne olduğunu hep mahpus damlarında öğrendi. Dışarıda doğdu ama hapislerde büyüdü. 1953'ten bu yana yurt içi ve dışında sayısız sergi açan İbrahim Balaban'ın son sergisi ‘‘Cumhuriyet Aydınlığında 50 Yıl’’ İstanbul AKM'de geçen hafta açıldı. 7 bin civarında desen, 2 binin üzerinde yağlıboya tablo ve dokuz kitaba imza atmış 80 yaşındaki Balaban'la, bol esprili, teatral ve sık sık Nazım'dan mısralarla renklenen bir söyleşi yaptık. Hayatı, resimleri kadar, hayatı ve resimlerini anlatışı da çok özel, Balaban'ın!
Balaban kızkardeşi ve annesiyle. Annesi, Balaban nakışlarından ilk etkilenip resim çizdiğinde, ‘‘keşke kız olsaydın da nakış işleseydin’’ diye yakınmış.
Bir dönem TİP'li olan Balaban, şair Hasan Hüseyin'le...
O, Anadolu'nun tasvir geleneğini çok kişisel, özgün ve anlatımcı bir resim diliyle
çağdaşlaştırdı. Yurt içinde ve dışında sanatı, yaşamı büyük ilgi gördü.
Soldan, eniştesi Hüseyin, ninesi Zeyniye, Balaban, kızkardeşi Sabriye ve babası Hasan Çavuş. Yıl, 1939.
Burası Bursa cezaevinin önü. Orada şunları yazmış: Bugün nisan/ nisanın dördü/ üveyikler gelmiştir köye/ havada yıldız böcekleri de ne güzel pırıl pırıl uçarlar/buradaki karanlıkta yıldız böcekleri yok.
İlk evliliğinden iki erkek, bir kız çocuğu ve dört torunu olan İbrahim Balaban, 1986'dan bu yana Serpil Hanım'la beraber.
Balaban'ın yaptığı Nazım portrelerinden biri (üstte). Ustası ‘‘Bana yaptıklarını sana yapmasınlar’’ diye onunla fotoğraf çektirmediği için hiç birlikte fotoğrafları yok.
Soldaki de Nazım Hikmet'in yaptığı Balaban portresi. Ama Balaban bunu hiç beğenmemiş. Zaten Nazım da onun ressamlığını bundan sonra farketmiş.