"Sadece Diplomat"ın Kaleminden:Savaş Yıllarında ROMANYA ve GAGAUZLAR (1) Romanya son günlerde, yıllarda, Türkiye'nin hep gündeminde. İlk olarak, Caeusecu'nun devrilmesinden sonra, Bükreş'te ilk ekmek fabrikasını açan "müteşebbis" yurttaşımız ile. Sonra, gurbet ellerde ekmek parası derdine düşen, semt komşularımız Rumenler ile. En pırıltılısı, Hagi ile. Onun ardından,
Galatasaray camiasına katılan Lucescu ile. Ve, birkaç haftadır da, Ciguli'nin "Romale"si ile. Ama, beni, savaş yıllarının Romanya'sına götüren şey, Hilmi Yavuz'un bir TV sohbeti oldu. Mevzu, Türk hariciyesi. Söz döndü dolaştı, II. Dünya Savaşı'na geldi. Şifreler, kuryeler derken, Hamdullah Suphi'nin Bükreş sefaretinden gönderdiği benzersiz telgraflara geldi dayandı. O sırada sefaret kâtiplerinden olan Zeki Kuneralp'in mesaisi, İnönü'nün yüce kalpliliği ile hariciyeye intisap edişi anlatıldı. Benim çok iyi bildiğim bu sahneler, birer
film şeridi gibi gözümün önünden aktı. Öyle heyecanlanmışım ki, hiç âdetim olmadığı halde, Hilmi Yavuz'u arayıp bana ve herkese bahşettiği bu nostalji ziyafeti için şükranlarımı sundum. Nostalji bir yana, Zeki Kuneralp'in kitabına (Sadece Diplomat) döndüğümde, Rumenler ile niçin bu kadar yakın olduğumuzu tekrar keşfettim. Ayrıca, tüm Balkan milletlerinin tarih boyu paylaştığı ortak hüznü de… İKİ KARİKATÜR... İlki, Hürriyet'te beraber çalıştığım sevgili arkadaşım Bülent'in. Sırtında Galatasaray bayrağı, saçı sakalına karışmış bir tip (GS'li) Avrupa Birliği tabelasının önündeki engeli aşmaya çabalıyor. Bu arada, TOP, manialı koşuyu aşmış ve öbür tarafa geçmiş bile. Kallavi engelin önündeki biçare kardeşimiz, köfte burunlu memurun "Sadece o girebilir" ikazını sineye çekmeye çabalıyor. (28 Ağustos 2000). Manzara hazin… Ama, Bülent değil UEFA, Süper Kupa'yı da alan Galatasaray'ı -beyhude yere- yok saymaya çabalayan Avrupa ile iyi dalga geçmiş. Zaten, Bülent öyledir: Sessiz, sakin, hep gülümser, aymaz görünür, ama her şeyi görür. İkincisi, ismi gibi "latif" birinin. Latif Demirci'nin. Bilgisayar önünde, tombul memeli bir hatun. Arka panoda "Müşteri Hizmetleri", masanın önünde ise "24 Saat / Banka" yazılı. Gene, saçı sakalına karışmış bir adet GS'li, yüzünde hınzır bir tebessüm, bacak bacak üstüne atmış. Tombul memeli hanım soruyor: Pardon efendim, kredi başvuru formu için meslek ne yazıcaz?" (Pardon, ama "yazacağız" değil de, "yazıcaz" deyişine dikkatinizi çekmek zorundayım.) GS'li arkadaşımızın cevabı çok net: CİM BOM TARAFTARI yazın! Helâl!.. Acaba diyorum, sayım günü, meslek hanesine, "gazeteci" yerine, ben de "Galatasaraylı" diye mi yazdırsaydım? Takım, sahiden, muhteşem. İliğine kemiğine kadar Galatasaraylı Fatih Terim'den sonra, takımı devralan teknik direktörümüz Lucescu da. "Ben patronum, Hagi de işçi" diyor; sonra devam ediyor: "Hagi'nin liderlik vasfı var." "Ayrıca, iyi bir Galatasaraylı." "Bu nedenle, saha içinde ve dışında, arkadaşlarına yanlışlarını söylüyor, düzelttiriyor. "Hagi bugün Galatasaray'da olmasa, belki UEFA Kupası, belki 4 lig şampiyonluğu, belki Türkiye kupaları, belki de Süper Kupa olmayacaktı." Ve, son cümle: "Hagi, dünyanın en iyisidir!.." Tüm medyanın "Aralarına kara kedi girdi…" diye viyakladığı "takımı Lucescu değil, Hagi yönetiyor!" diye vaveyla kopartıldığı bir ortamda, Rumen Hocamız işte böyle bir centilmen. 1977'deki depremde, Bükreş'teki evi yıkılmış. Nikolai Caeusescu devrinin tüm zulmetini yaşamış, derinden yaralanmış, ama kendini gerçekleştirmiş biri. Üstelik, provokasyona da gelmiyor. GS armalı ceket giyiyor. Takımıyla, Avrupa'da bir kez daha tarih yazmaya kararlı. Sözü kısa keselim: Dünyanın 2 numaralı takımının patronu, bir Rumen!.. HAGİ GENE GÖNÜLLERİ FETHETTİ! Yozgat maçında, tam kapı eşiğinde attığı gol ile, galiba, futbol tarihine geçti. Tasavvur edebiliyor musunuz? On dakika diz bağı ile oynadıktan sonra, "Lucescu'cuğum, ben çıkmak istiyorum…" de, sonra kart yetişmesin, orta hakem görememiş, "Bekle, sahadan hemen çıkamazsın" ikazını alınca, sahaya dönüp bakmış. Kendisine doğru gelen topu görünce de, muhteşem bir şut ve harika gol! Geçiyordum, uğradım, der gibi… Golden sonra, ekranda Lucescu'yu görüyoruz. Yelkenler mayna… Sahiden, Lucescu gülsün mü, alkışlasın mı bilemedi. Öpüştüler… Yedeklerle sarmaş dolaş; Hagi sevgisi apartman boyu. Monaco maçında, hani şu bir adet "kazalar manzumesi" olan müsabakada, Hagi serbest vuruşta topu bir semt-i meçhule gönderdiğinde, "Bittik…" demiştim. Duran toplara vurma üstadı, ama Hagi'yi sinirlendirdiler mi, oyundan düşüyor. Doğru. Ama, itiraf edin, yoldan geçen topu gole tahvil etmek, hangi babayiğidin harcıdır? Hagi, leblebi gibi gol attırıyor ve atıyor. Monaco maçında nasıl karalar bağladıysak, Hagi'nin "kapı ağzı" golü ile de dirildik, kendimize geldik. "Karpatlar'ın Maradona"sı diyorlar. Sinir oluyorum. Karpatlar, Romanya'nın simgesi, tamam. Bizim ABD'de araştırmalarını sürdüren en ünlü tarihçilerimizden biri, Kemal Karpat'ın soyadı gibi. Ancak, bu Maradona lafı nereden çıkıyor? Futbolu bir eğlence olarak gören, kavgacı, ağzı bozuk, şımarık, kokain düşkünü, kaçamak yapmayı marifet sayan bir görgüsüz. Bir spor adamı nasıl kokain kullanır? Tüm bu olumsuz özellikleri ile Hagi'nin yanına bile yaklaşamaz. Hagi, her şeyden önce, bir gönül adamı. Takıma sahip çıkışı, Türkiye'yi ikinci vatanı sayması muhabbet yaratıyor. Romanya'yı gündemde tutuyor. Maçta sinirlenip takım arkadaşlarını azarlayışında, rakip oyunculara ve de hakeme -hani o çok eleştirilen- el kol hareketlerini yaptığında, yüreğim resmen yağ bağlıyor. Zira, bedeninden, "Tüm varlığımla oyunun içindeyim" elektriği yayılıyor. Zeki Kuneralp'in yarım asır önce, Rumenler'in -yüzyıllarca Osmanlı hâkimiyeti altında kalmalarına rağmen- Türkler'e ne kadar yakın olduğumu gözlemlediği ve bunun nedenlerini irdelediği pasajlardaki saptamalarını doğruluyor. "Slav okyanusu" ortasında Latin bir ülkenin Akdenizli çocuğu, Köstence'den kopup gelmiş, bizi seviyor. Kuneralp'in kitabına döndüğümde, Hagi ile bizim aramızdaki muhabbetin kökenlerini, bu ülkenin yetiştirdiği en bilge insanlardan birinin kaleminden tekrar hissetmek çok mutluluk vericiydi. Sergilediği oyunla, futbolu, bildik bir spor müsabakası, sıradan bir teknik maç ya da bir alay insanın üzerinden para kazandığı "show business"in ötesine taşıyıp tüm seyredenlere büyük zevk veren, estetik değer kazandıran adamın, bir Rumen olması ne güzel değil mi? "ROMALE???" Gönülleri titreten bir tek Hagi değil ki… Ciguli'ye ne demeli? Ciguli ve "Romale…" İnanamıyorum… Bu kadar cana yakın, sımsıcak, gözleri içtenlikle parlayan, iyi niyetli, yetenekli, ses perdesi akıllara ziyan, şarkı okuyuşu yürek yakan bir insan olabilir mi? Adam, mütemmim cüz'' şapkası ile bir yetenek kumkuması. Her şarkısı bir olay; hem müzik, hem de kısa metrajlı film olarak. En son, bu sefer kasketli ve elinde akordeonu ile ekranda zuhur etti, en yanık Çingene şarkısı ile ortalığı duman etti. Bizi aldı, Romanya'ya götürdü. Şarkının sözlerini bir çözebilsem, kimbilir, her mısraında hangi Balkan trajedisini terennüm ediyordur. Anlaşacağız da, ne yazık günler kısa… Gün gelir, öğrenirim. Yine de, ezgileri dahi yeter. Ciguli Romanlar'ın "şeref vatandaşı" seçilirse, hiç şaşmam… "Sadece Diplomat" "Verba volant, scripta manent." ???? Yurt Ansiklopedisi'nde çalışırken (1980 darbesi ertesi yıllarda) çok kıymetli bir mesai arkadaşım beyefendinin teveccühüne mazhar olmuştum. Fransız Filolojisi'nde okuyorum diye, bana, Petit Larousse'un 1948 baskısını hediye etmişti. Hem de "illustre…" Yaşı benden büyük, böylesine değerli bir armağana kavuştum diye havalara uçtuğumu hatırlıyorum. Bu tür mini Larousse'larda (zira, Larousse dediğimiz ansiklopedik sözlüklerin yüzlerce ebatta ve içerik farklılığında çeşitleri var; başa çıkmak mümkünsüz) sözlük kısmı ile tarih kısmı arasında, çok şirin pembe sayfalarda, "Locutions Latines et Etrangeres" yer alır. En keyifli sayfalar onlardır, öbür bölümlerin kuru sıkılığına inat! Çoğu Latince, binbir çeşit, insan aklından süzülme deyimi ve batı dillerinde özgün biçimleriyle kullanılan kalıplaşmış deyişleri bu sayfalarda bulur, hoş anlar yaşar, kendi kendinize gülümsersiniz. Bir kısmı zaten bize filolojide öğretmişlerdi, Latince derslerinde. Zira, Fransız edebiyatında çok sık kullanılırlar, kalıp olarak. "Verba volant, scripta manent…" Yani; söz uçar, yazı kalır!" Zeki Kuneralp'i tanıtmak, sahiden, beni aşar. Çok düşündüm ve -çaresiz- Latince'ye sığındım. Handa, hamamda, evde, kahvehanede, mecliste ya da siyaset meydanlarında, sadece ve sadece laf üretilen, yazılı afızası, kayıtları namevcut bu "şifahi" toplumumuzda, Kuneralp bir istisna idi. Devamlı not tutardı, kayıtlarını tanzim ederdi, hep yazardı. Memurken neşretmeye mezun olmadığı, ama biriktirdiği, günü gününe tutulmuş tüm diplomatik kayıtlarını, sevgili oğlunun yardımıyla, yayınladı. Hatıratını ve son yaşlılık günleri dağarcığını da… Sözlerin uçuştuğu bir toplumda, yazdıkları ile kalıcı oldu. Nedense, hatıratını bir türlü kaleme almayan hariciye camiamız için de, yolu açan güzel bir örnek. Kendisini "Sadece Diplomat" olarak tanımlardı, ama yalnızca yazdıkları ile değil, kişiliği ile de kalıcı oldu. Osmanlı döneminin ünlü ve seçkin muharrir ve gazetecisi Ali Kemal ile Abdülhamit II'nin Tophane Müşiri'nin kızı Sabiha Hanım'ın tek oğlu idi. Babasının trajik ertesinde, bu yerler annesine dar gelince, İsviçre'de yetişti. 24 yaşında memlekete döndü; askerlik hizmetini -ki, o zamanlar bedelli askerlik yoktu; bir başladı mı sittin sene sürüyordu- tamamladıktan sonra, hariciyeye intisap etti. Ülkemizi, Bükreş ve Prag (ki, şu anda seçkin bir diplomat olan ikinci oğlu Prag'da doğmuştu) gibi merkezlerden sonra, Paris'te ilk kurulan NATO nezdinde, Londra'da büyükelçi olarak iki kez temsil etti. Hariciyenin "siyasi müsteşar" ve Çağlayangil'in "Genel Sekreter"i olarak, dışişlerini, o ince üslubuyla, hissettirmeden yönetti. Hariciye tarihimizde, iki üç yıllık merkez göreviyle ara verip iki kez Londra'ya "Sefir-i Kebir" giden bir ikinci mümtaz şahsiyet yoktur. Krallara konuk oldu; zarif evinde, sultanlar, prensler, sefirler, seçkin hanımefendiler, işadamları, öğrenciler, gazeteciler, hademeler ağırladı. Hep tarih okurdu; diplomasi tarihi müptelası olan ben, ondan çok şey öğrendim. Kahvaltı ertesi, sabah cimnastiği olsun diye Antik Yunanca (Latince zaten biliyordu) çalıştığını ilk keşfettiğimde, resmen, dudağım uçuklamıştı. Ne yazık ki, bu bilge adam, yaklaşık bir buçuk sene önce, bizi terketti. Kuneralp bir hazine idi. Gidince, dünya boşaldı sanki, kısır kaldı. BASKI, HER YERDE AYNI BASKI… Bu seneki 19'uncu Kitap Fuarı'nın onur konuğu Şükran Kurdakul, ana tema ise "globalleşme!.." Son birkaç yıldır, "globalleşme" her derde deva??? O yüzden de, herkesin ayrı bir "globalleşme" tarifi var. Yazar Şükran Kurdakul'un "globalleşme" tanımı ise, hayli düşündürücü: "Küreselleşme, enternasyonalizmin sağcısı. Uluslararası kapitalizme bacanak olan kuruluşların oluşturduğu bir durum. Marshall Planı'ndan itibaren bizimkiler de bacanak… Tabii, bunun yanı sıra, bir de kültürel emperyalizm var…" "Bacanak", yani, "akraba" değiliz, kan bağımız yok da, "hısım"ız! (Bu "bacanak" teşbihini hiç unutabileceğimi sanmıyorum. Pek sevdim.) En önemlisi, Şükran Kurdakul'un, bir yazısında yer alan, "Biz her defasında yolumuza devam ettik, bizi suçlayanlar ise yok oldu" sözlerini açarken aktardıkları. Dört senedir gözlerinden mustarip olduğu için, gündelik altı saatlik okuma seanslarını terketmek ve yazıdan sonra şiire sığınmayı seçen yazın adamımız, bakın neler söylüyor: "Altı aydan başlardı 142. Madde'nin kapsamı. İsmet Paşa'nın cumhurbaşkanlığı zamanında, bir seneden başlatıldı. Menderes zamanında, beş sene oldu. Bir anlamda, enflasyon arttıkça, cezayı artırdılar. Tarih önünde, bunları yapanlar yakın vadede mahçup olmuşlardır. Uzak vadede de, gelecek kuşak onları yargılayacaktır." Şu komünizm propagandası çıtası her iktidarda yükseltilen solcular ne istiyorlardı? Daha hakça bir düzen! 2000'lere geçtik… Dünyada ve bizde, "hakça" bir düzenin var olduğunu kim söyleyebilir? O zaman… Biz bu adamları niye katlettik, niye hapislerde binbir işkenceye tuttuk, sevdiklerini neden sürüm sürüm süründürttük? Hangi hakla, insanlık onurları ile oynadık? İdealler hâlâ böylesine capcanlı iken, bu affedilmez suçları sorgu sual etmeyeceğiz de, başka ne yapacağız? Rumenler'in de aynı sualleri sorma hakkı var: "Ne günahımız vardı da, bunca acı, sefalet çektik, eziyet gördük? Baskı, her yerde aynı baskı… Zeki Kuneralp'in tüm Romanya notları, benzer ülkelerin, "paralel ve de mâkus" tarihlerine ışık tutuyor. HARP İÇİNDE ROMANYA Zeki Kuneralp yazdığı tarihi yaşamış bir diplomat. Saptamalarına ek yapmak ne haddime? Ancak, tıpkı babası merhum Ali Kemal gibi, bir adet Mülkiye mezunu olarak, uluslararası siyaset tahlilinde, bazı noktalara işaret etmeden geçmek imkânsız. Önce, Romanya'nın savaş marifetiyle, güncel ayak oyunlarıyla, Rusya'ya terketmek zorunda kaldığı Besarabya'yı geri alışı, oranın bir kısım sakinleri olan Gagauz soydaşlarımız açısından çok önemli. Yine, Kuneralp'in, Antonescu için kullandığı, zamanın öbür faşist liderleri gibi, "önder" unvanını almıştı ifadesi dikkat çekici. Ne dersiniz, "önder" biraz netameli bir sıfat olabilir mi? 1943 yılının mart sonu idi, Bükreş'e vardık. Romanya o zaman bir buçuk seneden beri Rusya ile harp halinde idi. Almanya'nın Rusya'ya saldırışından sonra Mihver Devletleri safında harbe katılmıştı. Rumen ordusu, Alman orduları ile birlikte Güney Rusya'ya girmişti. O devirde, Sovyetler'i okşayan Almanya'nın zoruyla 1940'da Rusya'ya bırakmak mecburiyetinde kaldığı Besarabya'yı geri almıştı. Hatta, onun ötesine giderek, Odesa'ya kadar uzanmıştı. Transnitriya ismini verdiği bu bölgede idaresini kurmuştu. Geldiğimizde, Romanya hâlâ krallık idi. Fakat, genç kral Mihail kukla idi. Bütün kuvvet memleketin diktatörü olan Ion Antonescu'nun elinde toplanmıştı. Antonescu, zamanın diğer faşist liderleri gibi "önder" unvanını almıştı. Dış siyasetinde, Mihver Devletleri'ne, bilhassa Almanya'ya uymakta idi. Memleket içinde, otoriter bir rejim kurmuştu. Fikir hürriyetini büyük ölçüde kaldırmış, basını kısıtlamış, bütün siyasi partileri yasaklamıştı. Kimi maçlarda işler çok ters gider ya. Top beş santim beri gelse ağlara kavuşacakken kalenin direğinden uçar gider. Aziz Üstel'in çok sık kullandığı ve inandığı bir söz var: "Top sizi sevecek!" Top-takım barışıklığı / barışıksızlığı, aynen millet-coğrafya ilişkisinde de geçerli. Dünyanın her 50 ya da 100 yılda, kanla karıştığı "muhataralı" coğrafyalarına denk düşen milletlerin de hali duman. Birçok yönden yönden Hitler Almanyası'nı örnek almıştı. Yalnız, şiddet istimalinde onun boyutlarına varmamıştı, rejimi daha az haşin idi. Yahudiler'e uygulanan muamelelerde, bu bilhassa belli idi. İdari ve iktisadi alanlarda Yahudiler'e bazı kısıtlayıcı ve küçük düşürücü tedbirler tatbik edilmişti. Fakat bunlar, sertlik bakımından Almanya'dakilerle kabil-I kıyas değildi. Romanya'da temerküz kampları yoktu. Yahudiler hususi işaret taşımazlardı, toplum içinde nisbi bir serbestiye sahiptiler. Bütün bunları Antonescu rejiminin matlubuna kaydetmek gerekir. Zaten, Rumenler tabiatca gaddar değildirler; munisdirler, tarihleri buna şahittir. Harbin ilk yılında Rus cephesinde kazanılan zaferler Antonescu'nun memleket içindeki itibarını yükseltmişti. Zaten, Romanya'nın iç durumu hiç fena değildi. Zengin petrol kuyuları, mümbit toprakları sayesinde, diğer muharip memleketlerden farklı olarak, gıda temini yönünden sıkıntı çekmiyordu. Hatta, bu bakımdan, harbe hiç girmemiş olan memleketlerden bile daha iyi vaziyette idi. Bunlar, hep rejim lehinde işleyen faktörler idi. Fakat, harbin ikinci yılında işler ters gitmeye başlamıştı. Mihver ordularının Rus cephesindeki ilerleyişi en önce durmuş, sonra ricata dönmüştü. 1943 senesinin ocak ayında -biz Bükreş'e gelmeden birkaç hafta önce- Mareşal Paulus ve emrindeki Alman ordusu Stalingrad'da Ruslar'a teslim olmuştu. Stalingrad dolaylarında harekata katılan Rumen birlikleri ağır zayiat vermişlerdi. Hava değişmişti, cepheden hep kara
haberler gelmeye baÅŸlamıştı. Ufukta yükselen Sovyet heyulasının gölgesi bütün memleketi kaplamıştı. Vakıa, BükreÅŸ'te ve umumiyetle cephe gerisinde hayatın dış görünümü deÄŸiÅŸmemiÅŸti. Fakat halk, o zamana kadar faydalandığı nisbi rahatın ne kadar zayıf temellere oturduÄŸunu, istikbalin karanlık olduÄŸunu sezmiÅŸti ve bu da huzurunu kaçırmıştı. Romanya'ya vardığımızda, memleketin hali iÅŸte böyle idi. Kuneralp'in çizdiÄŸi tablodan sonra, Nicolai Caeusescu devri ve sonrasında Rumenler'in yaÅŸadığı sefaleti bir kıyaslayın. Ä°stanbul'un her semtinde rastladığımız iÅŸsiz Rumen kümelerini, düpedüz komünist zorbalığı yarattığı yoksulluÄŸa borçluyuz. Jülide ERGÃœDER - 6 Aralık 2000, ÇarÅŸamba Â
button