Güncelleme Tarihi:
Oyun içinde oyun: Bir İtalyan yazarın 17. yüzyıl sonunda Fransa'da yarattığı hayali bir Türk casusunu, bir Türk yazar 21. yüzyılda yeni maceralarla ABD'de yeniden hayata döndürdü.
Arap Mahmud'un Mektupları'nı nasıl keşfettin?
-New York'ta edebiyat araştırmacısı Deniz Şengel bana bir keresinde ‘‘gazeteye New York'tan yazdığın pazar yazılarını niye bir kitap haline getirmiyorsun’’ demişti. Ben böyle bir şey yapmak istemiyordum. Bunun üzerine o da bana, bak böyle bir adam var, böyle bir stil var diye Arap Mahmud'un Mektupları'ndan söz etti.
Arap Mahmud'un mektuplarını bizim gazetelerde yurtdışından yazılan pazar yazılarına mı benzetmişti?
- Evet. Ben de gittim kütüphaneye. Karşıma çıkan kitap 1978 baskısıydı. Bir Amerikan edebiyat eleştirmeni tarafından hazırlanmış bir derlemeydi. Onu okudum. Sonradan kitabın asıl baskılarını Londra'da görme şansım oldu. Kitabı okur okumaz hemen aklıma şu soru geldi: Ya bu adam hakikaten var olmuş olsaydı? Marano da yalan söylememiş olsaydı? Hakikaten bulmuş olsaydı bu mektupları? Böyle bir hayal kurdum. O hayal üzerine bu hikayeyi geliştirdim.
HİKAYE ANLATMAK ZEVKLİ
Postmodern denilen romanda da sık kullanılan bir oyun var. Bir yerde gizli, unutulmuş, tarihi bir belge bulunur. Romanın kendisi de o belgedir zaten. Umberto Eco ‘‘Gülün Adı’’nda bunu yapmıştı. Orhan Pamuk da ‘Beyaz Kale’’de aynı şeyi yaptı. Bu tema senin romanında da var.
- Doğru, Orhan Pamuk çok büyük bir ilham kaynağıdır benim açımdan. Onun ‘‘oyun’’ diye ifade ettiği şeyi çok seviyorum ben. Biraz da hayata bakış açısıyla bağlantılı bir şey bu. Hikayelerin dramatize edilmiş şekline inanmak, onların gündelik, sıradan haline inanmaktan daha çekici geliyor bize. Kendi kendimize böyle bir oyun yaratmaktan hoşlanıyoruz.
Herhalde hikaye, masal anlatmanın da bir zevki var?
-Çok zevkli. 18 yıl gazetecilik yaptım ben. Hikayeyi anlatmak için şöyle şartlıyor gazeteci kendisini: Hikayenin bütün ana fikrini, içinde olanı ve sonunda olanı birinci cümlede ifade etmek, ele vermek. Bu beni her zaman huzursuz etmiştir. Saatlerce dönüp dolaşıp en sonunda o birinci cümleyi yazınca artık rahatlayıp haberi şakır şakır yazarsın ama zaten artık gerisini okumaya da gerek kalmaz! Bu, bana işin bütün keyfini kaçırırmış gibi gelir. Hayatım boyunca bu belki bir gerilim oldu!
Romanın temalarından biri de Doğu-Batı ikilemi.
-Aydınlanma Çağı'nın başlangıcında Doğu-Batı ikileminin bir işlevi vardı. ‘‘Bir Türk Casusunun Mektupları’’ndan sonra Montesquieu'nün ünlü ‘‘İran Mektupları’’ yayımlandı. Batılılar, kendilerini anlatabilmek için bir Doğulu yarattılar. Aslında bizle ilgilenmiyorlardı. Kendilerine bir ayna tutabilmek için bir Doğulu tipi yaratıyorlardı. Fakat sonradan, yarattıkları o Doğulu tipi bir gerçeklik haline geldi. Bu benim gazeteciliğimde de ortaya çıktı. Ben New York'ta kendimi birdenbire Türkiye'deki meselelerle bağlantılı konu arar vaziyette buldum. Sonra bir baktım, Türkiye'deki Batılı meslektaşlarım da aslında aynı şeyi yapıyor. Ben Türkiye'de olmayan bir cenneti sözde anlatıyorum. O zaman Türkiye'dekiler bir türlü hallerine şükredemiyor, hep o cennete kavuşma hayalini yaşıyorlar. Bak gördün mü, adamlar neler yaptı diyorlar. Türkiye'deki Batılı gazeteciler de Türkiye'deki cehennemi görmek istiyorlar ki, kendi ülkelerinde bir cennet içinde yaşadıklarını gösterebilsinler! Tabii ki azgelişmişlik diye bir şey var, ama, Allah Allah, aslında iki yer de birbirinden çok çok farklı değil, aksine birbirine çok benzeyen yerleri var. Biz o benzerlikleri görmedik hiçbir zaman, benzemeyen tarafları görmeye çalıştık hep.
HOCAM KİTABI KAFAMA ATTI
Sen hangi yazarlardan etkilendin?
-İstanbul'daki eski kütüphaneme çok uzun yıllardır bakmamıştım. İlk elime gelen kitap Büyük Gözaltı (Çetin Altan) oldu. Çok etkilemiş beni, belli ki. Okulda ödev olarak hazırlamıştım bunu. Edebiyat hocam kitabı kafama attı. Böyle bir şey olmaz, yaşın ne başın ne diye reddetti. Ben de çok üzülmüştüm. Hem çağdaş hem de geçmiş yazarlar açısından çok zengin ve özgün bir ülkede büyüdüğümü düşünüyorum. Türkiye'de güçlü bir edebiyat kültürü var. New York'ta kaldığım zaman içinde de dünya edebiyatını okumak fırsatını yakaladım. Mesela bir Japon yazarıyla (Tanazaki) tanıştım. Türk mutfağında bulduğun bazı tatları nasıl çeşitli dünya yemeklerinde yakalıyorsan, bir Japon yazarın kitabını okuduğunda da ona benzer şeyler yaşıyorsun. Bu sesi ben Yaşar Kemal'de de duymamış mıydım, Adalet Ağaoğlu'nda da hissetmemiş miydim diyorsun.
Yeni projenden bahseder misin?
-Yeni bir roman üzerinde çalışıyorum. Ama bahsetmek istemiyorum. Çünkü yazmak riskli bir seyahat. Bir yola çıkıyorsun ama o yol seni nereye götürecek bilmiyorsun, belki de çıkmaz bir sokağa girebilirsin. Bazen öyle bir noktaya geliyorsun ki, yeni bir sayfa açılmaması ihtimali oldukça kuvvetli. Sonra nasıl oluyor bilmiyorum, hiç beklenmedik bir anda bir ses sana konuşuyor ve o yeni sayfa açılıyor. Ona mucize anı demek lazım. Mucizeye inandığımdan değil ama, neyse o tesadüfler bütünü, o anda hayatla ölüm arasındaki ilişki gibi, o sayfanın açılamayabileceğini de görüyorsun.
Arap Mahmud’un mektuplarının peşinde
Edebiyat, binlerce yıllık geçmişe sahip, milyonlarca ölümsüz insanla dolu, başlıbaşına bir dünya. Şebnem Şenyener'in ilk romanı ‘‘Bir Türk Casusunun Mektupları’’ edebiyat metinlerinin kendi aralarında nasıl konuştuğunu gösteren bir örnek.
Hikayeye klasik yöntemle, zaman sırasıyla başlayalım.
Osmanlı casusu Arap Mahmud, 17. yüzyılda Avrupa'ya gönderilir. 45 yıl boyunca Avrupa'yı dolaşacak, kapalı kapılar arkasında dönen dolapları, Batılı sarayların entrikalarını, Hıristiyan Batı'nın neler yaşadığını, neler düşündüğünü, neleri tartıştığını izleyip, gizli mektuplarla başkentine, Sadrazama, dostlarına bildirecektir.
Casusların oyununu hep gazeteciler bozar. 1684'te Paris'te yaşayan İtalyan gazeteci Giovanni Marano, bir sandığın içinde Arap Mahmud'un mektuplarını bulur. Bunları Fransızca olarak tek cilt halinde yayımlar.
Ne garip! Sanki Türk casusu bu mektupları Batılılar kendi kendilerini anlasınlar diye yazmıştır. Fransızlar bu mektuplarda kendilerini bulur.
Aydınlanma Çağı'nın hemen öncesinde içinde debelenip durdukları bütün fikir hareketlerini, özellikle de dini tartışmaları bir yabancının, bir Doğulu'nun gözüyle okumak hoşlarına gider.
DEFOE’NUN EKLEMELERİ
Yıl 1691. Bu defa Türk Casusunun Mektupları, İngiltere'de yayımlanır. Üstelik bir değil, sekiz cilt olarak! İngilizce çevirisi de pek güzeldir. Herkes bu İngilizce'de, ileride Robinson Crusoe'yu yaratarak şöhrete kavuşacak olan İngiliz casus, gazeteci, yazar Daniel Defoe'nun kalemini sezer gibi olur.
Sonraki yıllarda akademik çevrelerde dedikodular çıkar, araştırmalar yayımlanır. Yok efendim, aslında Arap Mahmud diye bir casus yokmuş! İtalyan gazeteci Marano o tipi kendisi yaratmış! Paris'te yayımlanan ilk kitabı kendisi yazmış!
Defoe da onun kitabını okuyup, 7 cilt mektubu da kendisi eklemiş. İkisi de Arap Mahmud karakterinin arkasına gizlenerek kendi dönemlerini, istedikleri gibi, bir dış gözle anlatmışlar kendi okuyucularına.
NEW YORK’DAKİ MÜZAYEDE
Yavaş yavaş herkes inanır bu iddialara. Taa 2001 yılına kadar. Yeni milenyum başında dünyanın yeni merkezi New York yeni bir buluşla sarsılır. Arap Mahmud'un gerçek mektupları bulunmuştur! Hem de Osmanlıca olarak! Arap Mahmud'un gerçekten yaşadığı, o mektupları hakikaten onun yazdığı, İtalyan gazeteci Marano'nun onları sonradan bulduğu ispatlanmıştır artık.
Mektuplar, New York'ta bir müzayede salonunda satışa çıkar. Meraklılar, bilimsel yaşamlarını Arap Mahmud'un sırrına adamış akademisyenler, antika avcıları, açıkarttırma kurtları, tarihi eser kaçakçıları sıraya girer. Tabii Türk hükümeti de, kendi tarihine ait bu değerli hazineyi geri almak için çırpınmaktadır. Mahkeme yoluyla başarıya ulaşamayınca bir casusu görevlendirmekten kaçınmaz. Bir Türk gazeteci de avını kaçırmak istemeyen bir şahin gibi peşindedir haberin...
ÜÇ YILLIK UĞRAŞ
Böyle önemli bir haberi ben niye gazetelerde bugüne kadar okumadım, diye telaşlanmayın hemen.
Bütün bunlar, adı üstünde, edebiyat, yani masal. Arap Mahmud diye bir Türk casus hiçbir zaman yaşamadı. Onu gerçekten de İtalyan gazeteci Marano yarattı. Sonra İngilizler (büyük bir ihtimalle Daniel Defoe) Fransızca yayımlanan ilk kitaptan esinlenerek yeni ciltler eklediler.
Yüzyıllar sonra, New York'ta yaşayan Türk gazeteci Şebnem Şenyener, bu kitabın izini buldu. Bu maceranın devamını yazmaya karar verdi. Üç yıl boyunca uğraştı. Hikayeye çağımıza özgü yeni boyutlar ekledi. Arap Mahmud'un mektuplarını bir New York müzayedeevinde satışa çıkarmak, peşine bir casus ve bir gazeteci salmak onun fikriydi.
Şebnem Şenyener'in soluksuz okunan, polisiye tadına sahip, zaman zaman insanı güldüren ve sonuna geldiğinizde ‘‘Vay canına! Demek oymuş!’’ diyerek yeniden başa dönmenize yol açan romanı, geçen hafta yayımlandı.
Bu büyüleyici macerayla başbaşa bırakalım sizi, sonunu da söylemeyelim artık.
Şebnem Şenyener, gazeteciliğe Demokrat'ta başladı. Ardından Yeni Gündem Dergisi, Cumhuriyet, Sabah, Yeni Yüzyıl gibi çeşitli yayın organlarında 18 yıl New York muhabirliği yaptı. 1998'de gazeteciliği bıraktı. ‘‘Bir Türk Casusunun Mektupları’’ ilk romanı.