Koray DURKAL
Oluşturulma Tarihi: Şubat 08, 2016 16:27
“Barça’nın renklerini seviyorum ve nadiren beyaz kullanıyorum…”
Futbolculuk yıllarındaki unutulmaz sözlerinden biriydi Luis Enrique’nin. Başka bakıyordu hayata. Real Madrid forması giymesi onun Barcelona ile efsaneleşmesine hiçbir zaman engel olmadı.
Kramponlarını asıp, futbolu bırakan meslektaşlarının aksine kendi serüveninin planlarını yapıyordu. Dedik ya “başka bakıyordu hayata”… Bu kez kendiyle olan savaşını kazanmalıydı.
Kimse onun nereye gideceğini bilmiyordu. Luis Enrique planlarını yapmıştı bile. Rotası Avustralya oldu. Niye gittiğini kimseler anlamadı. Ama savaşının bir nedeni vardı. Dinlenmeliydi. Ama dinlenirken, İngilizce öğrenmeliydi. Planları tuttu. Dinlendi ve İngilizce öğrendi. Yetmedi! Eline aldığı sörf tahtasıyla Avustralya’nın hırçın dalgalarına karşı koydu. Aylarca mücadele ettiği dalgalara karşı sonunda ayakta durmayı başardı.
Kendisiyle yüzleşirken, egolarını da bir kenara bırakmayı öğretiyordu hayat. Takım oyununa uyumluydu ama liderlik edebilmeli, egoları da yönetebilmeliydi. Uzun bir yolu vardı. Bu kez koşmayı denedi. Gözüne 42 km’lik New York Maratonu’nu kestirdi. Yalnızdı. Maratonu tamamlamaktan başka bir düşüncesi yoktu. Tam üç saatin sonunda bitiş çizgisi onu bekliyordu. Bunlar Luis Enrique’ye yetmiyordu. Hedefinde 205 km’lik bisiklet yarışları vardı. Dünyanın en zorlu yarışlarından biriydi ancak kararlıydı Enrique. Özel hocalar eşliğinde 6 ay boyunca çalıştı. Haftada üç kez yüzdü, koştu, yürüdü. Pedalları uçarcasına çevirerek tüm etapları tamamladı.
IRONMAN BİLE OLDUDaha üstünden bir yıl geçmeden Frankfurt’un yolunu tuttu. Meşhur “Ironman” yarışlarındaydı sıra. Bu yarışlara hazırlanırken, Almanca öğrenmeyi de ihmal etmedi. 180 km pedal çevirdi, 42 km koştu, 3,8 km yüzdü… Ve bunların hepsini 10 saatte tamamladı. “İkinci evim” dediği Barcelona’nın ona yeniden ihtiyacı vardı. Guardiola’nın ardından B takımı teklif edilmişti Enrique’ye. Evet, demeden önce son bir yarışı daha vardı. Pedallarını bu kez Fas’ta çevirecekti. Uçsuz bucaksız çöllerde açlığa, susuzluğa ve nefsine karşı büyük bir savaş verecekti.
Pedal çevirmekten değil 50 derecelik sıcaklıktan ayakları deyim yerindeyse “davul gibi şişmişti”. Sırtında taşıdığı 11 kiloluk çanta ise her şeyiydi. Suyu, yiyeceği ve yedek giysisinden başka bir şeyi yoktu. Ve bir hafta boyunca duş almak şöyle dursun en büyük lüksü içtiği sudan arta kalanla dişlerini fırçalamaktı.
HİKAYESİNİ BLOGTAN AKTARDIDeneyimlerini kendine saklamak da istemiyordu. Lider olacaksa bunları insanlara da aktarabilmeliydi. Kendi adını taşıyan blog sitesiyle hikâyesini insanlara duyurdu. Evine dönüşünde Barcelona ile başarılarını sürdürdü. Arena’da savaşmanın anlamını biliyordu. Barcelona A takımını yönetmek için önce büyük denizlere açılmalıydı. Roma’nın teklifini geri çevirmedi. Zihninde bambaşka bir oyun şekli vardı.
Sistemi işliyordu ancak doku tutmadı. Basınla arası hiçbir zaman iyi olmadı. Ailesi de mutsuz. Yeniden İspanya’ya dönmeye karar verdi. İtalyanlar onun yapmak istediklerini yıllar sonra anlasa da günah çıkarmak onu geri getirmedi. Celta Vigo’nun kendine inandığını hisseden Enrique, burada geçirdiği harika bir sezonun ardından ikinci kez aldığı “evine dön” çağrısına bir kez daha kayıtsız kalamadı.
Yaşadığı serüven ona ilk sezonunda 5 kupayı kazandırmakla kalmadı, dünyanın en iyi teknik direktörü unvanını da beraberinde getirdi. Manolo Garcia’nın “Pájaros de barro” şarkısıyla başladığı içsel yolculuğunda sağduyusundan, kibarlığından ve sportmen ruhundan hiçbir şey kaybetmeden…