Güncelleme Tarihi:
Kimse Kayatepe'ye yan bakamazdı, çünkü bizim futbol takımımızın kalecisi Aysel Akbay'dı. Onun evden yürüttüğü siyah çorapların içine pamuk doldurur, şimdi beton kalelerin doldurduğu arsalarda futbol oynardık. Aysel "yerli malı" eteği sayesinde bacak arasından gol yemezdi.
1943-1948 Kayatepe futbol takımının iki savunma oyuncusu Özcan Eroğlu ve Avni Taner ile bir zamanlar bizim olan Mersin'i konuşmaya karar verdim.
Karar verdim, çünkü biz 1936 yılında doğup 1943 yılında ilkokula başlayanlar şimdi 68 yaşımızdayız. Benim henüz torunum yok, ama Özcan ile Avni'nin (galiba) var.
İlkokula başladığımız 1943 yılında Mersin 100 yaşında bile değildi. Biz, babalarımız elbette değil ama dedelerimiz Mersin'le yaşıt...
Avni'nin dedesi, padişah Sultan Abdülaziz'in beş beratlı kadısından biri, Kadı Hasan Tahsin Merzeci; Özcan'ın babası Mersin'in ilk otellerinden, Yoğurt Pazarı'ndaki Emniyet Oteli'nin müsteciri; benim dedem Mersin'in ilk eşek hanının sahip ve işletmecisi Çavuşlulu Çakır'ın Kızı Fatma'nın kocası Durmuş ağa... Karısının ailesinin adıyla anılan, maço olmayan bir çağdaş erkek!
Hep(i)sinin ellerinden öperim!
Benim için iki Mersin var: Birincisi aralık 1956'da kafamın içinde donmuş olan ve 2000 yılında dirilen Mersin; ikincisi 2000 yılında bulduğum Mersin.
İkisini yan yana yaşıyorum. Oysa Özcan ile Avni, Mersin'i bir değişim sıçraması olarak değil, değişim süreci olarak yaşadılar.
Avni, nisan başlarından taa haziran ayının ortalarına kadar, Müftü Köprüsü'nden Erdemli'nin ötelerine, dünyayı saran narenciye çiçeği kokularını anımsıyor. Böyle bir cümleden sonra kuşkusuz yüzde yetmişi boş olan beton yığınından söz ediyor.
EMEKLİLERİ ÇEKMEK
O beton yığını ne yapılabilir? Çılgın bir proje olarak yerle bir edilir.
Bunun gerçekleşme olasılığı var mı? Bilemem. Bir de bu binalar yazlıkçı konutu olmaktan çıkartılır ve sürekli hemşehri konutuna dönüştürülebilir.
Bunun da iki olasılığı var. Birincisi Mersin'de yeni iş alanlarının açılması, yeni istihdam yaratılması. İkincisi ise Mersin'e emeklileri çekmek. Birincisi reklam marifetiyle gerçekleşmez ama ikincisi reklam sayesinde yürürlüğe girebilir.
Söz madem ki narenciyeden açıldı, Sezar'ın hakkını Sezar'a verelim.
Narenciyeyi Mersin'e getiren Avni'nin annesinin babası Kadı Tahsin Merzeci.
Yıl 1928. Gemiciler Lazkiye'den, Hayfa'dan getirdikleri portakal, limon, mandalina ve turunç sahilde halka satarlarmış. Kadı Hasan Tahsin Merzeci meraklı adam. Bunları merak ediyor, nasıl yetiştirilir, nasıl aşılanır öğreniyor. Lazkiye'den turunç çitili getirtiyor, Osmaniye Mahallesi'nde bir tarlaya dikiyor. Turunç fidanı belli bir boya gelince Yafa portakalı aşılıyor. Daha sonraki yıllarda limon ya da mandalina aşılıyor. Ve Mersin Sarı Kadı sayesinde bir narenciye kenti oluyor.
Demek ki bizim aklımızın erdiği yıllarda Mersin'i saran portakal bahçeleri 15 yaşında falanmış.
1948 yazında, Londra Olimpiyatlarının yapıldığı sırada, Uray Caddesi benim için gazetelerin gelmesini beklediğim baş bayinin bulunduğu caddeydi.
Gazeteler İstanbul'dan trenle üç gün gecikmeli olarak gelirdi. 5 ya da 10 kuruş verip şimdi yazarı olduğum gazeteyi satın alırdım. Hemen spor sayfasını açar, ağır sıklet Mersinli Ahmet'in güreşlerini okurdum.
Uray Caddesi, tüccar çocuğu Avni'ye göre para ve ticaretin nabzının attığı, Türkiye'nin Wall Street'iydi. Türkiye'nin en büyük Musevi ve Arap tüccarlarının büroları, mağazaları vardı. Cadde üzerinde. Özellikle de şimdiki Ziya Güvenç Apartmanı ile Katolik kilisesinin arasındaki kesimde.
Bunlar kalay, kanaviçe, kahve, çamaşır çividi. O zamanlar Türkiye'de çamaşır çividi bile yoktu- yurt dışında getirirler, ithal ettikleri malları gemilerden mavnalarla boşaltırlar, tren ve kamyonlarla Karadeniz bölgesine, İç Anadolu'ya, doğuya sevk ederlerdi.
5 SABUN FABRİKASI
Bütün Türkiye'de Mersin'de üretilen sabun satılırdı. Gandurlar, Miskaviler... Mersin'de beş tane sabun fabrikası vardı.
Bizim Avni, Mersin'in şifahi tarihçisi. Tantuni'nin Mersin yemeği olup olmadığını soruyorum. Avni kararını açıklıyor:
"Tantuni diye Mersin'e mal edilen yemeğin Mersin'le hiçbir alâkâsı yoktur. Tantuni bize uygun bir yemek çeşidi değildir. Biz Mersin'de mutfağımızı üç kültürün üzerine oturtmuşuz. Osmanlı yemek kültürü, Arap ve Ermeni ailelerinin yemek kültürleri... Para kazanmak için uydurulmuş bir yemektir Tantuni. Dışardan gelenler getirmiş olabilir.."
Özcan, tek elektrik jeneratörlü Mersin'in çocuğu. İkide bir elektirik kesilirdi, diyor. Elektirik 'pavlikesi' şimdi ki Cengiz Topel Caddesi üzerinde, gene şimdiki gökdelenin karşısında bir yerdeydi...Evlerde telefon falan olmadığı için evin çocukları oraya gider, elektiriğin ne zaman verileceğini sorardı. Evet, anımsıyorum, Özcanların evinde elektirik vardı.
Biz beş numara gaz lâmbasının ışığında otururduk. Bütün Dostoyevskileri, Tolstoyları, Stendhalları beş numara gaz lâmbasının ışığında okumuştum.
HALK ÜNİVERSİTESİ
Özcan'a göre 40'lı, 50'li yıllarda Mersin'de özgür bir halk üniversitesi vardı: Yoğurt Pazarı Üniversitesi. Aslında bir ticaret üniversitesi. Haftada iki gün dağ köylerinden gelen üreticilerin mallarını sattıkları.
Kazandıkları parayla mal aldıkları açık üniversite. Çok sağlam ticaret ahlak ve etiğinin kök saldığı bir üniversite.
Özcan dönemin mahalle bakkallarını çok önemsiyor. Veresiye olmadan ticaret olmayacağınının en büyük kanıtı bakkallar, bakkalların veresiye defterleri...
Veresiye defterinin çağdaş değişkesine şimdi 'kredi kartı'
diyorlar. Bakkal Davut'u anımsıyorum. İşsizliğin, boşgezenin olmadığı Mersin'i anımsıyoruz.
Avni ve Özcan'la sohbetimizi sürdüreceğim. Ama önce Mersin Edmanyurdu'nu ('İdmanyurdu' değil) lig sonunculuğundan, bu utançtan kurtarmamız gerekiyor.