KEDİ HABERLERİHalının ucunu yakalamış, saçakları habire tırmıklıyor. Minnacık cüssesine bakmadan, koca yer minderini yana kaydırmış, halıyı itelemiş, arka patileriyle karambol yaratıyor, kendi etrafında fır fırdolayı dönüyor.Kulakları tilki gibi dikili, bal gözleri cin mi cin. Pespembecik burnu sanki bir mücevher tanesi. Dün bir ara kanepede uyuklarken, ağzının minicik aralığından gül pembesi dilinin ucu görünüyordu. Şeytan diyor ki, "Harttt..." diye ısır. Isırayım ısırmasına da, hayranlık duyduğum bir güzel şeyi yok ederek kendime kötülük etmez miyim?"Aklını başına topla..." diyorum. Kendimi zaptediyorum ve güzeller güzeli torunum okşanmayı hayli aşan mıncıklanmalar ile postunu kurtarıyor.O, Canım ile benim torunumuz. Canım, durmadan, "Amma tip herif yahu..." diyor. Derken, torunumuza "Tipitip" demeye başladık. Sakın yanlış anlaşılmasın. Tipitip'imiz ciklet falan değil! Hani, namus kumkuması ailelerin sansürlü kızları, "Ben iyi aile kızıyım. Senin bildiğin hatunlara benzemem" der ya, bizimki de öyle.Torunumuz sahiden dünyalar şirini. Canım'ın, tam orta yerdeki "r"yi yumuşatarak bir "torun" deyişi var, işitilecek şey: "Toyyyuunnn..."İlk ismini Canım koşmuştu: BALKUYRUK."İyi, pek güzel de sevgilim, kediler iki heceden uzun isimleri pek algılayamazlar. 'Balımcan' soyadı olsa, daha iyi değil mi?" itirazım üzerine, babası "Balımcan"dan esinlenerek, CANCAN dedik. Fakat, herif tip mi tip. Aile içindeki lakabı da TİPİTİP oluverdi.Balımcan ile "Sarışın Bomba" Marilyn'in dört bebeğinden biri olarak doğdu. Üç oğlan, bir kız bebek. Erkeklerden birine yuva bulduk. Öbür iki kardeşine de ev arandı, ama benim hastalığım yüzünden sonuç alınamadı. Efecan ve minik kız kardeşi "CİMCİME" (nâm-ı diğer, Bıcırık) şimdilik evdeler ve olağanüstü güzeller.TİPİTİP son derece soylu bir "torun." Evimizin "ilk" ama kısa sürede demirbaşa kaydolan, en kıdemli kedisi Cingöz'ün torunu. Marilyn'in annesi olan Cingöz, "Süper Nine."Süper Nine'miz, tüm kadınları kıskandıracak kadar güzel, tarifi imkânsız yeşil gözlere sahip. Kızı Marilyn'in gözleri fıstık yeşili, babası Balımcan'ın gözleri ise, bal rengi. Ama ailenin tüm torunları, "en birinci kedi BEYZA"nın soyundan. Ankara ve Van kedileri soyunun izlerini taşıyor. Beyza'nın ela gözleri de bal gibiydi. Çok sevdiğim bir arkadaşımın dediği gibi, dik, farbelalı bluzu, dantelli eldivenleri ile eteklerini savura savura şık salonlarda salınan zarif kontesleri andırırdı. Bu edanın tüm soyuna sopuna yansımaması mümkün mü?Tipitip, hem soyunun asaletini taşıyor, hem de pek aklımızın ermediği bir özelliği var: Büyümüyor!...Biblo gibi kaldı. Kız kardeşi Cimcime de öyle. "Tanrım, şu çocuklar hiç büyümese de daima böyle şipşirin kalsalar" deriz ya, aynen öyle. Beraber doğduğu kardeşi Efecan, Tipitip'in neredeyse üç misli cüsseye erişti. (Zaten, o yüzden EFE!!!) Tipitip minnacık kaldı; evin içinde bu kadar tatlı bir şeyin dolaşmasına insanın yüreği dayanmıyor, bakmaya doyamıyor.Canım ve benim ona nasıl hayran olduğumuzun bal gibi farkında. Büyümüyor diye telaşlanmaktan çoktan vazgeçtiğimizi de biliyor. Kimi zaman, bizi kendine hayran etmekten pek gururlu, Tipitip'i içinden şunları geçirirken işitir gibi oluyorum:"Annem ile Babam, benim mi yoksa babam Balımcan'ın mı daha yakışıklı olduğunu tartışıp duruyorlar? Fakat ben, cin cin bakan gözlerim, bal renkli başım, yine bal lekeli boynum ve sırtım, şemsiye sapı gibi havaya dikili, ucu kıvrık kuyruğum bembeyaz karnım ve patilerim, burnumun iki kenarındaki bal beneklerim ile çok güzelim. Her kedi, babam gibi heybetli olmak zorunda değil herhalde. Annem, "Cancan" dediği anda kucağına atlıyorum ve hiç inmiyorum. Kozlarım kuvvetli; şirinlik kumkumasıyım. Malı o biçim götürüyorum. Hele Annem'in dizdiği bol bonucuklu kolyelerim yok mu, fiyakamdan yanıma yaklaşılmıyor."Akıllı velet. Büyümeyince aşk hayatı ne olacak diye sorular belirmişti. Yumurcağın alet edevatı, takım taklavatı pekâlâ yerinde. Kuyruğunu kaldırdığında, bembeyaz bezesi çok şeker. Ama, hareket yok! Yumurcak, hatun derdi olmadan, başı dinç yaşayacak anlaşılan.Ben artık, sadece, Tipitip'in evde olan bitenler hakkında neler düşündüğünü merak ediyorum. Göğsüme tırmandığında, burunlarımızı sürtüp sessizce konuşuyoruz.Neler anlatmıyor ki...'TİPİTİP KEDİ'DEN HABERLERBABAM SÜBYANCI OLDU!Kaç gündür, evde aşk ateşiyle cayır cayır yanıyoruz. Daha doğrusu, AŞKIM denilen şu âfet-i cihan Van kedisi yok mu? Hatun kaç sene önce, hem de daha bir yaşını doldurmadan, evin o zamanki yakışıklılarından birinin hatırını sormuş. ("O zamanki yakışıklılar"dan diyorum. Zira, evin sahiden en yakışıklısı benim! Lami, cimi yok. Her ne kadar, insan suretindeki Annem ile Babam, benim mi, yoksa babam "Balımcan"ın mı en güzel olduğumuz konusunda tereddüte kalsalar da.)Evet ne diyordum. Aşkım Hatun yakışıklısının hatırını sormakla kalmamış, yükünü de tutmuş. Amma velakin, yükünü selametle tahliye etmeyi başaramamış. Bebeciklerinin yarısını ölü doğurmuş, öbür yarısını da doğuramadan kendisinin öbür dünyaya göç etmesine ramak kalmış.Zavallı, deliye dönen Anacığım, acil ameliyat derken, hatunu kurtarmış. Gözü gibi de bakmış. Ancak, Aşkım'ın tek yumurtasına ellememiş veterinerler, yaşı pek ufak diye.Sizin anlayacağınız, aşna fişne vaziyetleri devam etsin, o da hayatın nimetlerinden az buçuk faydalansın diye... Annem'in Babam'a anlattıklarından kulak misafiri olduğum kadarıyla, veterinerler arasında bu konuda fikir ayrılığı varmış. Kimi, bu tür ameliyatlarda takım taklavat her şeyi bir arada silip süpürmekten yana. "Yoksa, hayvan ilerde kanser olur" diye milletin gözünü -"millet" dediğim tüm kedi manyakları- korkutuyorlar. Bir kısım veteriner ise, "Tek yumurtalık kalsın, gebelik riski olmadan hayatını yaşar, fena mı?"dan yana.Vallahi, "tek mi, hiç mi" türü bilimsel itiş kakışa pek aklım ermiyor. Beni sadece bu tek yumurta'nın yol açtığı, miyavlama ile uzaktan yakından alakası kalmamış, "yangın feryatları" ilgilendiriyor. Dur durak kalmadı, uyku filan hak getire. Nedir bu yahu?Annem çaresizlikten şaşkın. Babam'la telefonda konuşurken, hatun ortalığı bir inletmeye başlıyor; bu sefer Babam, hattın öbür ucunda "Derhal veterineri ara!" diye talimatlar yağdırıyor.Diyeceksiniz ki, öbür yakışıklı, yani Balımcan armut mu topluyor?Babamız dedik bağrımıza bastık. Hürmette pek kusur ettiğim de söylenemez. Ama, ilk günlerdeki gibi bir iki ufak cilveleşme dışında, adamdan iş çıkmıyor.Kocaman cüssesinden, Edirne'den Ardahan'a uzanan kallavi kuyruğundan bile utanmıyor. Pili mi bitti, nedir? Resmen korkuyorum, mahallede bir duyulsa, elalemin yüzüne nasıl bakarız? Erkek kedi dediğin ne işe yarar ki? Kırk yılın başı, güzelim hatunlar davetiye çıkarınca, vatani görevini yerine getirecek. Maksat, hatunun gönlü olsun.Balımcan Babam oralı olmayınca, Aşkım kendini nereden nereye atacağını şaşırıyor. Feryat figân yerlerde sürünüyor, kıvranıyor. Balımcan ise, sermiş kuyruğunu, iki seksen yatıyor.Önceleri, aralarında bir sorun var, gönülleri denk düşmedi bir türlü diye düşünüp teselli bulmaya çalıştık. Babam, "Balımcan hasta filan olmasın?" diye telaşlandı. Annem'den, "Mamasını normal yedi mi?" diye iştah raporları alıyor. Akşamları mutlaka kraker kutusunu tıkırdatarak geliyor, hepimizi mest ediyor. Herifte gene tık yok.Hane halkı, ellerimizi kavuşturduk, sabırla, bir olumlu gelişme olur mu diye bekliyoruz. Bekle babam, bekle... Gece uykuları mafiş, cayırtı ise, mahalleyi de inleterek, berdevam.Tüh müh derken, yakaladığım uygunsuz bir sahne tepemi attırdı. Babam Balımcan, kız kardeşim dünya güzeli Cimcime'yi köşeye kıstırmıştı. Tamam, kız kardeşim diye demiyorum, ama, kız sahiden bir dünya güzeli. Serpildi, alacalı renkleri, kabarık postu, yemyeşil mahzun gözleri ile inanılmaz, nefes kesici. Fakat, hazır davetiye çıkaran olgun ve de aile harici bir afet varken, Balımcan'ın kız kardeşime sarkması yenir yutulur iş midir?Biliyoruz, kediler büyüyünce birbirini tanımaz. "Ensest" diye bir sorunları yok. Yine de, serde delikanlılık var. Hem baktım, Cimcime hiç hevesli değil; kaçıyor düpedüz. Geçen geçe, kanepenin altına girdi, hiç çıkmadı. Balımcan babam da, kanepenin önünde mevzilendi. Kız kazara başını uzatsa, yandı. Annem de tam aynı yerde, daktiloda yazı yazmaya çabalıyor. Ayaklarına dolanan bir adet genç irisi Balımcan ile rahat çalışamıyor. Bir de, Cimcime erken bir doğumda zorlanır, başına bir iş gelir diye sızlanıp duruyor.Sözün kısası, Balımcan Babam sübyancı oldu. Hem de kendi kızına sarkıyor. Teselli kabul etmez haldeyim. Ailece bu utancın altından nasıl kalkacağız?Ben böyle tarifsiz kederlere garkolmuş otururken, Annem veterineri aradı. Ben de kanepede uyuyor taklidi yaparak kulak misafiri oluyorum. Annem kızmış, "Muharrem Bey, nedir bu rezalet?" diye feveran ediyor."Erkek kedi dediğin nedir ki, kırk yılın başı vatani vazifesini yerine getirecek. Nerdeee, herif sürekli yan çiziyor, bir halta yaradığı yok!"Veteriner beyefendi derhal erkek hakları savunuculuğuna geçti: "Jülide Hanım, Balımcan hatunların her davetine icabet etmek mecburiyetinde değil. Gönlü çekmediyse, mizaçları uyuşmadıysa, ne yapsın çocuk?"Annem, saçını başını yolacak, ama sakin olmaya gayret ediyor. Hele, Veteriner Bey'in, "Aşkım ameliyat edilirken, yani o ölü doğum anında, tek yumurtalığı bırakılmasaydı, tüm bu sorunlar ortaya çıkmazdı" sözleri üzerine, iyice üzüldü:"Ne yani, çok gencecik, azıcık gün görsün demek kabahat mi?" Veteriner Beyin cevabı çok net:"Ben olsam, hiçbir şey bırakmazdım."Annem, hata etmediğine inanıyor. Veteriner Bey ile de kavga etmedi, ama çok üzgün. Şu hatunun viyaklamaları dursa da, annem daha çok kederlenmese...Babamla konuştular. O da erkek değil mi? Derhal veteriner beyin yanında saf tuttu ve Balımcan'ın görevden kaçışına "Keh, keh..." gülerek karşılık verdi. Ne de olsa, oğlunu çok seviyor.Evin düzeni bozuldu; öbür kediler de huzursuz. Benim de aklım şaştı. Bir an önce akşam olsa da, annem yatağa gittiğinde, koynuna süzülüp uyusam.Sıcacık, yumuşacık, huzurlu...Kız kardeşi babasının cinsel tacizine uğrayan, genç bir delikanlı olarak, şiddetle huzura ihtiyacım var. Çaktırmadan dua edip duruyorum: bir sübyancının oğlu olduğum mahallede duyulmasın diye.BAŞ PARMAĞI MOSMORSeçim günü doğmamıştım daha. Fakat, Annem ile Babam, geçen gün, tüm entellektüellerin mustarip olduğu derde tutulmuşlardı gene. Şu meşhur, "Bu memleket nasıl kurtulur?" geyik muhabbeti. Memleketin kurtulamayacağı çok açık da, laf döndü dolaştı ve
seçim gününe geldi.Ahalinin birbirine ne yapıyorsun diye sorduğunda, hep aynı "Kuyruktayım..." cevabını verdiği, o ilke seçim günü. Dünya âlem oy kullanmayı bir tek düğmeye basarak hallederken, nedir bu zavallıların çektiği? Allah'tan kediyim ve oy kullanmak zorunda değilim. Nüfus sayımı da benzer bir rezalet. Fakat, orada da Annem ailenin kedi nüfusunu açıklarken, kahkahalar yükseliyor. Memurlar pek eğleniyor ve başımızı okşayıp gidiyorlar. Ohh be...Ne yazık ki, son seçimde başına gelen felaketi henüz unutamamış olmalı ki, Babam hızını alamayıp Annem'in çok iyi bildiği öyküyü bir daha anlattı.Efendim, oy kullanmak, galiba, deveye hendek atlatmaktan zor. Zavallı Annem, seçim kartını kendi babası Yeniköy'den vermek gafletinde bulunduğu için, neredeyse oy kullanamıyormuş. Zira, PTT müthiş hızlı (?) çalıştığı için seçimden 3 gün sonra gelebilmiş, o meşhur seçim kartı. Ne de olsa, hatun gazeteci, gerekli fırçaları atıp kaydını çıkartmış. Babam ise, kırk yıllık Boğaz çocuğu oluşuna fazla güvenip işi son dakikaya bırakmanın cezasını çekmiş gibi..."Yahu," diyor Babam. "Sabahın köründe yollara döküldüm. Hisar'a baktım yok, Kanlıca'ya gittim, yok. Dedem yüzünden, sülalenin ilk ikamet yeri taa Anadolu Kavağı'na gittim, yok. Beylerbeyi'ni dahi unutmadım. Dön baba, dön! Nefret... Zaten, kaza da eksik değil, kazılıp ortalık yere bırakılmış dar bir hendeğe kıstırdım ayağımı. Seçim kayıtlarının abukluğuna karşı insanüstü bir gayret gösterdiğim halde, sonuç: Mosmor bir parmak + sıfır!"Annem de, tırnağından bir türlü çıkmayan o aptal Hint kökenli boyadan şikayetçi: "Mecbur muyum, günlerce parmağımda saçma sapan leke ile dolaşmaya, damgalı eşekler gibi?"Babam ise, oy kullandırılmadığı için, ceza kesmeye gelsinler diye haftalarca beklemiş. Aylar önceki öfkesini bir türlü unutamamış, "Hele bir gelselerdi. Kaza marifetiyle mosmor olan baş parmağımı dayayacaktım burunlarına. Göreceklerdi günlerini, köftehorlar..." diye söylenip duruyor.Ufak at da, civcivler yesin..."Geçen gün, Annem'in doğumgünüydü.Evde bir heyecan, bir heyecan... Babam ne zaman gelecek?Allah için, hatun 50 yaşına bastı. Yarım asırlık kallavi bir mahluk. Caretta caretta'lar gibi korumaya mı alsak, ne yapsak?Ayyy... Dayanılmaz... Çok yaşamış, görmüş... Her şeyi çok bilir...Üstelik de, çok okumuş... Hâlâ okuyor, durmadan okuyor!... Bok var... Okumuş da ne olmuş? Üç kuruş para kazansa da, sabahtan akşama kadar, durmadan Whiskas yesek, şu etsulu bulgur ve pirinç bulamaçlarından kurtulsak olmaz mı?Yalanım yok: gün gelir, eli ayağı tutmaz, hastalanır; üzülür, lokma yiyemez. Ama, ne yapar eder, karnımızı doyurur. Yine de, günde üç öğün Whiskas
yemek gibisi yok.O günün sabahı, daha yeni uyanmışız, Babam aradı. Karşılıklı "canım"lı, tatlı bir konuşma. Günaydın faslı geçtikten sonra, Annem'den şöyle bir cümle: "Sağolasın... Esneyerek doğumgünüm de ilk defa kutlanıyor!" Şaşırdım... Babam asla bir saygısızlık kastetmemiştir. Ama, Annem acaba, günün mana ve ehemmiyetine binaen, fazla mı alıngan mı oldu, nedir?Neyse, Babam akşam geldi. Eli kolu dolu. Evimiz için ciciler almış. Annem'in "hediye alma" yasağını delmiş. Üstelik, bir de pembe gonca gül. Annem, gözleri yaşlı, "Güzelim, senden daha iyi çiçek mi olur?" dedi.Babam ev kılığını giydi. Sıcaktan rahatlasın diye bilimum Osmanlı hizmeti yapıldı. Bazen sinirleniyorum: ayaklarımı sabunlu sularla yıkayıp elinde havluyla bekleyecek bir hatun bulamadım gitti. Yoksa, böyle bir başıma yaşamayı sürdürsem, daha mı akıllılık etmiş olurum?Sık sık "Başımın belası kadın..." der Babam. Ama, lafta... Öyle heyecanlı idi ki, Hatun'u bırakmıyor ki iş yapsın. Bir ara iyice coştu; desteksiz atmaya başladı:"Görürsün bak, seni nasıl fena yapacağım. Üç mü, beş mi, artık sen beğen..."Kulaklarıma inanamadım. Adam coşmuş; Annem ise sadece gülümsüyor. Derhal erkete vaziyetlerine yattım. Babam'ın sevdasından en ufak kuşkum yok da, adam yorgun biliyorum; ne kadar iş çıkar, onu merak ediyorum.Müthiş romantik bir geceye tanıklık ettiğimizi -biz kedi ailesi olarak- söylememize gerek yok sanırım. Tabii ki, tüm bizim milli maçlarda olduğu gibi, gol sayısı asla tutturulamadı. Annem tüm duygusallığı ile, sevgilisi koynunda yatıyor diye tanrıya şükretti ve öyle uyudu.Ben de içimden, "Babam, iyi hoş adam da, amma numaracı. Sayı saymayı mı bilmiyor ki... Ufak at da civcivler yesin..." diye dalgamı geçiyorum.Annem düşüncelerimi mi okuyor nedir... Ertesi sabah, erkenden uyandı. Gözleri yarı kapalı, evi biraz toparladı, bizim karnımızı doyurdu. Çayı demledi, ateşe koydu ve sevgilisinin yanına süzüldü. Ve, fena halde, muzipliği tuttu:"Hani ne oldu? Yüksekten atıp tuttun da kaçta kalakaldık. Elimiz böğrümüzde bekleyecek miyiz hep böyle? Ne biçim heveslenmiştim..."Önce tam anlayamadım. Fena halde kapışacaklar zannederken, ortalık kahkahalara boğuldu. Nasıl oynaşıyorlar, nasıl gülüşüyorlar, vallahi insan çatlar, kıskançlıktan ölür.Babam, "Bak, beni makaraya almaktan vazgeç. Yoksa, seni fena yapacağım. Görürsün..." diye tehditler savuruyor. Annem daha beter kahkahalara boğuluyor: Üstelik de, benim cümlemi çalmış:"Canım benim... Sevsinler... Ufak at da, civcivler de yesin."Yaa... İşte böyle. Babam'ın desteksiz atıp "ufak"ta kaldığı, benim sessiz tanıklığımla tarihe geçti. Annem'in doğumgününde öbür kedi kardeşlerimin de çok eğlendiğini hemen eklemeliyim. O gün bugündür, Babam ne zaman Annem'e sarılsa, hepimiz kıs kıs gülüyoruz."Ablacığım, eğilme..."Bu Annem bir âlem... Sabahın köründe kalkar. "Karga bilmem nesini yemeden..." derler ya, öyle. Şimdi yaz, gündüzler uzun. Hatun sabah namazında uyanıyor: saat daha sabahın 5'i. Haydaaa, hanım evde dolanıyor diye, biz de ayaklanıyoruz.Geçen sabah, balkonda bir dizi operasyona girişti. Hastalandığı zaman, ilgilenemediği için, sardunyaların çoğu dondu, ortancalar zaten miyadını doldurmaya yüz tutmuştu, hepten son nefeslerini verdiler. Bir alay emekliye ayrılmış saksı birikti.Annem, sabah serinliğinde ev kılığı ile yakası paçası biraz açık çalışıyor. Yere eğiliyor, süpürme faslı filan derken vakit ilerledi. Hatun farkında değil, saat 07.15, karşımızda Ticaret Lisesi, öğrenciler ufak ufak bahçede birikmeye başladı. İçtima öncesi, sağanak yağış ya da dondurucu soğuk yoksa, sınıf sınıf saf tutarlar, öğretmenlerinin talimatlarını dinlerler. Annem de onları seyretmeyi pek sever, biliyorum.Ancak, o sabah, saati şaşırmış, eğilmiş hababam ortalık temizliyor. Ben ve kardeşlerim de saksıların arasında geziniyoruz. Pencere pervazına çıktığımız ya da parmaklıkların üzerinde yürüdüğümüz zaman da, öğrencilerin sevgilisiyiz zaten. İnsanoğlu, kendi beceremediği şeyleri yapana imrenir, içten içe gıpta eder ama hemen gizler ve güler. Biz parmaklıkta gezinirken hem ürküyorlar, hem özeniyorlar, hem de gülüyorlar.Bu seferki gülüşmelerin nedeni farklı idi. Lisenin bizim eve başkan bahçesinde, köşede bir grup kız öğrenci, kıkır kıkır gülmeye başladı. Annem, çocuklar her zamanki gibi, çene çalıyorlar sanıyor. Oysa, Hatun frikik veriyormuş, farkında değil.Sonunda, kıkırdayan kızlardan sesler yükseldi:"Abla, eğilme..."Annem anında elini göğsüne götürdü, yakasını kapamaya davrandı. Sonra, "Bir dakika işareti yapıp içeri koştu; hemen sırtına bir kazak geçirip balkona çıktı ve kızlara gösterdi:"Tamam mı, oldu mu? Namusum kurtuldu mu?"Kızlar, "Eyvallah..." işareti yaptılar ve mesele gülüşmelerle kapandı. Tüm öğrenciler Annem'i tanıyorlar: Garip'in annesi olduğu için ve biz kedi ailesi yüzünden.Yaş dalga geçme, herşeyi "ti"ye alma yaşı. Kızlar isteseler Annem'i hiç ikaz etmez, sonuna kadar seyreder, eğlenirlerdi. Ama, yapmadılar:İşe dalıp çocukları unutan Hatun'a sahip çıktılar, gırgır merakı değil de "hanım dayanışması" galip geldi diye düşündüm.Az sonra, Annem'in olan biteni telefonda anlatırken, Babam'a söyledikleri ise sahiden matraktı:"Sakin ol sevgilim, namusum kurtuldu. Asıl hoşuma giden, kızların bana 'abla' demesiydi. Biliyorsun, 40 kilonun altına düşünce, millet bana 'teyze' demeye başlamıştı. Moralim bozulmadı diyemem. Tekrar 'abla'ya döndüklerine göre, demek ki iyi kötü toparlanıyorum.""Roketatarını seveyim..."Bu şehir akşam saatlerinde aşırı gürültülü olmaya başladı, yeniden.
Galatasaray'ın maçları da bitti, sükunet avdet etti derken, tekrar huzurumuz kaçıyor. Ne güzel mamalarımızı yemiÅŸiz, tok karnına tatlı tatlı uyurken, korkunç klakson yaygaraları ile fırlıyoruz yerimizden.NeymiÅŸ efendim, delikanlılarımız askere uÄŸurlanıyormuÅŸ. Hani bir bakan var, ismi Tantan mı ne... Güya, gürültüye karşı savaÅŸ açmıştı. Asker uÄŸurlama gürültüsüne niçin savaÅŸ açmıyor? Ä°ÅŸin ucu geleneklere dokunuyor diye mi?Klakson sesi bir yandan, silah atışları da cabası. Adam vurmaya amma da meraklı bir millet. Bir de, bizim belli zamanlardaki miyavlamalarımıza laf ederler. Annem de sinirleniyor bu gürültü anarÅŸisine. Amma, asıl içi acıyor; delikanlılar saÄŸ salim gitsin ve dönsün istiyor, dualar ediyor. Geçen akÅŸam haberlerde iÅŸitmiÅŸ, babam gelince hemen anlattı. Bilmem nerede adamın biri coÅŸmuÅŸ, normal ateÅŸli silahlar kesmemiÅŸ olmalı ki, asker konvoyunu uÄŸurlayayım derken, tutmuÅŸ roketatarlarıyla taramış ortalığı.Bana kalsa, herifi korucu morucu dinlemeyip hemen tımarhaneye kapatacağım. Ama, fikrimi soran mı var? Uykumuzun rezil oluÅŸu bir yana, öfkemden aÄŸzıma geleni söyledim:"Hay senin uÄŸurlamana... Roketatarını seveyim..."Jülide ERGÃœDER - 10 Temmuz 2000, Pazartesi Â
button