Güncelleme Tarihi:
Hep iyi geceler demiştim Atina'ya.. Çünkü bize benzeyen insanların yaşadığı bu kentin gecelerini çok sevmiştim.. O geceler midye tava ve anason kokuyor, buzikilerden dökülen oynak notalar insanın kanını kaynatıyordu.
'Kalinikta...' Öyle demiştim, sabaha karşı meyhaneden çıkarken.. Güneş uyanırken, 'iyi geceler' demem biraz anlamsız kaçmıştı ama ne yapabilirdim ki?.. Etraf aydınlıkta olsa ben yine 'kalinikta' diyecektim.. Çünkü öğrendiğim ilk ve tek Yunanca kelimeydi bu.
Plaka'daki meyhanede, buzlu uzolar birbiri arkasından nasıl da tükenmişti.. Küçük tabaklarda gelen zeytinyağlı dolma, horoz fasulyesinden yapılmış pilaki, cacık, ciğer tava, kalamata zeytin, uzonun her yudumuna ne güzel de eşlik etmişlerdi. Bir de buziki çalan Barba geceyi uzatmıştı. Benim Türk olduğumu öğrenince, 'Karabiberim' şarkısına başlamış, kırık Türkçesiyle beni piste davet etmişti. 'Karabüberim büberim.. tonton şekerüm şekerüm..' Arkasından da 'İzmir'in Kavakları’nı çalmıştı. Şarkıyı benim söylememi istemişti ama, iki satırdan öteye gidememiştim. O sırada piste fırlayan Poli, beni bu sıkıntıdan kurtarmış, karşıma geçip, efeleri kıskandıracak kıvraklıkta oynamıştı..
'Kalinikta..' deyip çıktığımda, Barba hala buzikisinin tellerine vuruyor, kalanlarda ona 'yassu' diyerek kadeh kaldırıyorlardı..
KUŞBAKIŞI ATİNA
Atina'ya ilk kez geliyordum. Nasıldı, neye benziyordu, kimdi bu kent?.. Acaba birbirimizi kucaklayabilecek miydik?.. Önce tümünü görmek istediğim için Likavitos tepesine çıkmıştım. Orada oturduğum kahveden, Atina'nın her yanını görebiliyordum. Birbiri üstüne abanmış beyaz evler, ışığı yansıtan caddeler, alanlar, kahve terasları, çamaşır asılmış balkonlar.. Ne yalan söyleyeyim, ilk görüşte pek sarsmamıştı kent beni, aşkımız için 'bir bakış' yetmemişti.
Elimin altında Nedim Gürsel'in 'Seyir Defteri' vardı. Omonia Meydanı'nda, ucuz bir otel odasında, yanında çırılçıplak yatan sevgilisini düşleyen yazar, benim 'kuşbakışı' gördüğüm kenti şöyle anlatmıştı: 'Deniz kıyısında, yosun kokusundan uzak bir kent. Tam deniz kıyısında da sayılmaz. Biraz içerde, tepelerin yamacına kurulmuş, inişli çıkışlı sokaklarında, sıcakta asfaltı eriyen caddelerinde, denizi çağrıştıran hiçbir işaretin bulunmadığı, bozkırda yalnız bir ağaç gibi kuruyan, kurudukça içine kapanan, tentelerinin, balkonlarının, boyalı pancurlarının, hatta serin sofalarının berisindeki dar odalara çekilen bir kent...'
TANIDIK GÖRÜNTÜLER
Tepeden aşağıya arka sokaklardan yürüyerek inmek zorunda kalmıştım. Çünkü kent hakkında ilk öğrendiklerimden biri de, taksi bulmanın zor bir iş olduğuydu. Ana caddeye yaklaştıkça kalabalıklar artmış, sesler yükselmiş yani kent gerçek yüzünü göstermeye başlamıştı. Gördüklerim hep bildik şeylerdi.. Simitçiler, kestane kebabçılar, kuru yemişçiler, piyango satıcıları, kundak çocuklarıyla dilenen kadınlar, yürümeyen arabalar, kulakları tırmalayan klakson sesleri.. Ve omuz omuza yürüyen insanlar.. İstanbul'un her hangi bir semtinde yürüdüğüme yemin edebilirdim. Sütunlarla süslenmiş tarihi bir binanın yanıbaşında, hiçbir mimari kaygı taşımayan binaların yükseldiğini, 2-3 katlı balkonlu eski Atina evlerinin, biçimsiz binalarla çevrelendiğini başka nerede görebilirdim ki.. Kaldırımın iki yanına park eden arabaların yolu kapadığını da.. Ben İstanbul'un bu karmaşasını da sevdiğime göre Atinayı da sever miydim?..
ESKİ ZAMAN DÜŞÜ
Akropol'ün asırlık taşlardan oluşmuş merdivenlerini tırmanırken, bir eski zaman düşüne dalmıştım. Bu yolları kimler arşınlamıştı, Atina'nın koruyucusu tanrıçası Athena, Parthenon'un dev sütunlarının ardından aşağıdaki kente baktığında neler görüyordu?.. Hangi düşünürler hangi düşünceleriyle bu merdivenleri tırmanmıştı?.. Tepenin yamacında bulunan Dionysos tiyatrosunda hangi replikler havalarda uçuşmuştu?.. Yaklaşık 2500 yıllık taşların üstüne oturup, uzaktan görünen denizin maviliğine bakarken, aklıma ne de çok soru üşüşmüştü..
Monastraki, Amalias, Pesmazoğlu, Panepistimiou, Kolonaki.. Meydanlarda ve caddelerde öylesine dolanıp durmuştum. Metro inşaatı yüzünden trafiğe kapatılan Omonia Meydanı'nda, bir kahvede yorgunluk giderirken aklıma Sait Faik gelmişti. Ünlü yazar son hikayesinde hiç görmediği bu meydan hakkında şunları yazmıştı:
'Şimdi Atina'nada Omonya Meydanı'nda akşam oluyor. Atina kahvelerinin teraslarında bir ançüezle, bir yeşil zeytin ve bir kadeh mastika duruyor kimin önünde? Kimin önünde olursa olsun. Pire'den denizanası kokusu geliyor. Akropol'den Sokrates iniyor... Omonya Meydanı'nda ışıklar sönüyor. Kahve kapanmak üzere. Yeşil zeytini ye. Şu uzoyu yuvarla. İşittin mi Pire'den gelen vapur düdüğünü? Ben Galata Köprüsü'ndeyim o dakka. Bir Hollanda şilebi, Okmeydanı'nda dolaşan mapushane kaçağına sesleniyor acı acı. Üsküdar iskelesine iniyorum. Parmaklığa dayanıyorum. Sen yeşil zeytini neden yemedin?.. Omonya Meydanı'ndaki Ekselsiyor kahvesinin garsonu: 'Kalinikta Kiryos' diyor bana. Benden de sana bir Kalinikta Panco...'
NOBELİNİZ KAÇ TANE?
Ben de Ekselsiyor kahvesinin güzeller güzeli garsonuna iyi geceler deyip, buzikili bir geceyi sabaha erdirmek için yine Plaka'da bir meyhaneye gitmiştim. Gökyüne yıldızlar yapışmıştı. Önümde bir sakız rakısı, biraz yeşil zeytin, bir cacık.. Hava midye tava ve anason kokuyordu. Yanıma oturan buziki çalan gence, 'söyle be canım, ne söylersen söyle..' demiştim. O da söylemişti.. Ben de 'yassu' diye kadeh kaldırmıştım. Sonra siyah saçlı, siyah elbiseli kadının sirtakisine dalıp gitmiştim. Daha sonra, yan masalarla dost olmuş, birbirimizi ne kadar sevdiğimizden, İzmir'den, İstanbul'dan dem vurmuştuk. Birara, 'Yunanlılar ne kadar Avrupalıysa biz de o kadar Avrupalıyız' demiştim. Normalda böyle konulara pek girmezdim ama, uzonun gözü kör olsun. Birisi, 'Kaç Nobel ödülünüz var?..' deyince susup kalmıştım.. O Seferis'i ve Ritsos'u sayarken, ben Seferis'in İzmir doğumlu olmasından pay çıkarmaya çalışmıştım. Onlar da üstüme fazla gelmemişlerdi. Gecenin bitiminde, dudaklarıma bir ıslık oturtup otele doğru yürürken, geceye boyanan Atina'yı daha çok sevdiğimi anlamıştım. Havada melodiler uçuşmaya, benzin kokusunun yerini anason kokusu almaya, eller havaya kalkıp, topuklar pisti dövmeye başlayınca, kent asıl kimliğine bürünüyordu. İşte ben bu Atina'yı sevmiştim.
TURKO LİMANO
Ertesi sabah bindiğim taksi şoförüne, 'Turko Limano' deyince Pire'ye gitmek istediğimi anlamıştı. Yolda İstanbul'dan geldiğimi öğrenince, torpido gözünden çıkardığı bir kaseti çalmaya başlamıştı. Ağdalı bir arabeskti ve ben ne şarkıcıyı tanıyordum ne de sözleri ezberimdeydi. Ama yine de biliyormuşçasına elimle tempo tutmuştum şarkıya.. Pire'de inerken şoför Türkiye'yi çok sevdiğini, İstanbul'a gelmek istediğini söylemişti.
Atina'ya ulaşamayan yosun kokusu burada her yanı sarmıştı.. Yunanlıların adını 'Mikrolimano'ya çevirdikleri küçük liman, çepeçevre balıkçı lokantalarıyla sarılmıştı. Limanda bir yerlere gitmeyen veya bir yerlerden gelmeyen balıkçı tekneleri, kayıklar, gezi botları demir atmıştı. Her adımda bir karşıma çıkan garsonlar, kendi lokantalarında yemem için ısrarcı olmuşlardı.. Öğle oluncaya kadar hiçbirine yüzvermemiş, karnım acıkınca da, limanın girişindeki Zorba adlı lokantada karar kılmıştım.. Onun da diğerlerinden farkı yoktu ama adı bana aşina gelmişti.
Orta boy bir deniz Çipurası, yanına biraz kalamar, zeytinyağı bol yeşil salata söylemiştim. Güneşli hava öylesine tahrik ediciydi ki, soğukça bir beyaz şarabı kendimden esirgeyememiştim. Siparişlerin gelmesini beklerken, masanın üstündeki beyaz kağıt örtüye Sait Faik'in bir şiirini karalamadan edememiştim. Sanki benden sonra birileri oturup okur da anlar diye:
'Bize bir masa ayır Yanakimu/ Aleksandramla benim için/ Bir masa/ Üstü çiçeksiz/ Örtüsü gazeteden/ Şarabı aşktan/ Hem hülyadan/ Aleksandram mızıka çalsın/ Siyaha çalar parmaklarıyla/ Adi havalar/ Güftesi bayağı şarkılar/ Meyhane acı zeytinyağı koksun/ Sen hoşnut ol Yanakimu.'
Kalinikta Atina.. Yine görüşmek üzere.