Ayrıca, birbirimizin aklından geçenleri okuma yeteneği, sadakat ve dostlukla ilgili toplumsal değerlerimiz, dahası dil ve teknoloji gibi, insanı insan yapan kimi temel özellikler de geçmişimizden geliyor.
Doymak bilmez bir dinozor, avının peşine düşer ve yakaladığında onu paramparça eder. İri kediler dehşete kapılmış bir ceylanın üzerine atılmadan önce ceylan sürülerini usulca izlerler. Biz insanlar da, TV’deki bu tür belgeselleri (iğrenç görüntüleri) izlemekten geri durmayız. Bunun nedeni, o talihsiz kurbanlarla geçmişte paylaştığımız ortak bir özelliğimiz olabilir.
Kaliforniya Üniversitesi ruhbilimcilerinden Richard Coss’a göre, insanoğlunun avcı aşamasına, düşmanlarımızı alt etmek için verilen uzun uğraşlarla ulaştı. O zamana kadar insanlar düşmanları tarafından avlanan bir türdü. Yem olma korkusuyla geçen o uzun tarihi dönem, insanoğlunu bugünkü konumuna getirdi.
Bu yeni görüş doğru ise, insanın evrimindeki bu yem olma dönemi, yalnızca bize özgü korku ve ürkülerin kaynağı olabilir.
Ayrıca, birbirimizin aklından geçenleri okuma yeteneği, sadakat ve dostlukla ilgili toplumsal değerlerimiz, dahası dil ve teknoloji gibi, insanı insan yapan kimi temel özelliklere de açıklık kazandırabilir.
Yaygın görüş
İnsanlık tarihiyle ilgili yaygın görüşlerde insanların, yaklaşık beş milyon yıl önce meydana gelen uzun süreli iklim değişikliği nedeniyle ağaç üstündeki cennetten toprağa yöneldikleri, tarihöncesi ‘Düşüş’ dönemine ağırlık verilir.
Ancak bunların çoğunda yeni ortamın korkunç doğası göz ardı edilir. Ormanlar leoparlar ve dev etçil ayılarla doludur. Daha da tehlikeli olan savanlıklarda dev sırtlanlar, kurt büyüklüğünde keskin dişli köpekler, aslanlar ve daha nice ürkütücü hayvanlar cirit atmaktadır. Avlanma konusunda çok daha deneyimli olan bu çevik hayvanların uyuşuk ve çelimsiz insanlara ağızları sulanarak baktıklarından kuşku yok.
Primatlar bugün de aynı tehlikelerle karşı karşıyalar. Yırtıcılığın çağdaş örneklerini inceleyen araştırmacılar, büyük etoburların dışkılarında sık sık primat kalıntılarına rastlıyorlar. Dahası, New Mexico Üniversitesi’nden Kim Hill ve Anna Magdalena Hurtado araştırmaları sonucunda, Amazonlu Ache kabilesindeki genç erişkin ölümlerinin %6’sının kaplanlardan kaynaklandığını ortaya koydular.
393 insan av oldu
Uluslararası Koruma örgütü biyologlarından Adrian Treves tarafından yapılan bir araştırma, kısa bir süre öncesine dek uzanan 80 yıl içinde, Uganda’da 393 kişinin
aslan, leopar ve benekli sırtlan gibi yırtıcı hayvanlar tarafından öldürüldüklerini, ya da yaralandıklarını gözler önüne serdi.
Tüm bunlar büyük etoburların, yaşlılık ya da sakatlık nedeniyle insan
yemek zorunda olmadıkları sürece, insanlara saldırmadıkları görüşünü yerle bir ediyor.
Coss, bu durumun doğrudan tarihöncesi atalarımızı etkileyebileceğini belirterek, ‘Leopar ve aslanlar insan etinin kemiğinden kolaylıkla sıyrılabildiğini öğrenir öğrenmez, yalnızca insanları hedef alan doymak bilmez katillere dönüşebilirler. Bu tür etkiler eski çağlarda insan nüfusunun büyük bir bölümünü bir gecede yok etmiş olabilir,’ diyor.
Bir başka hayvanın yiyeceği olmak her zaman evrimsel bir anlam taşır. Avcı ile av arasındaki silahlanma yarışı izi sürülen hayvanda, bedensel büyüme, daha hızlı koşma ve daha güçlü duyular gibi birtakım değişikliklere yol açabildiği gibi, kimi davranış farklılıklarına da neden olabilir.
Böylesi bir durum ilk insanlar için de söz konusu ise, bunun bizlerdeki yansımaları neler olabilir?
İzleri taşıyoruz
Coss, insanoğlunun avlanan bir yaratık olduğu dönemden gelen izleri bugün de taşıdığına inanıyor. Kalıtımsal içgüdü ve sezgiler, artık geçersiz olsalar bile, çok uzun bir süre beyindeki yerlerini koruyabilirler. Bu durum, yeni doğan bebeklerde görülen, irkildiklerinde bir şeyi yakalama ya da ona sarılma biçiminde sergilenen Moro tepkesine bir açıklama getirebilir.
Coss’a göre, bebeklerde yaklaşık altı ay içinde yok olan bu tepkenin kökleri, en az altı milyon yıl öncesine uzanıyor.
Kimi bilim insanları artık işe yaramayan kimi özelliklerin bu denli uzun ömürlü oldukları görüşüne kuşkuyla yaklaşıyorlar. Ne var ki, Coss bununla ilgili somut kanıtlar olduğunu öne sürüyor. Coss, düşman yılanlar karşısında bedenlerini uzatıp dondurarak ve düşmanın üzerine kum ve yaprak fırlatarak kendilerini savunmaya çalışan Kaliforniya kara sincaplarını inceledi.
Üç milyon yıl boyunca yılansız bir ortamda yaşayan Arktik kara sincaplarında böylesi bir davranış biçimine rastlanmamakla birlikte, 300 bin yıldır yılanlardan uzak yaşayan Kaliforniya sincapları bu özelliklerini korumaktaydılar.
Araba mı, örümcek mi?
Araştırmacıların bir bölümü de mantığa dayanmayan korkularımızın atalarımızdan kalan evrimsel bir özellik olduğuna inanıyor. Kaliforniya Üniversitesi insanbilim uzmanlarından Clark Barrett, söz gelimi örümcek korkusunun, çağdaş kent ortamında çok daha büyük bir tehlike olmasına karşın, araba korkusundan çok daha yaygın olduğuna dikkat çekiyor.
Yırtıcı hayvanların insanın evriminde önemli bir etkisi olduğu düşünüldüğünde, insanların bu hayvanlara uyum sağlamaları gerektiğine inanan Barrett tam da bunu araştırıyor. Söz gelimi, farklı kültürlerden gelen çocuklar, hayvanların ne denli tehlikeli olduğu yönündeki bilgileri yaşadıkları ortamın öteki doğal özelliklerinden çok daha önce öğreniyorlar.
Barrett buna ‘Jurassic Park’ sendromu adını veriyor. Dahası, küçük çocuklar her ne kadar ‘Aslan Kral’ türü gerçeğe aykırı dost canlısı aslan ve benzeri imgelerle yetiştirilseler de, bu yırtıcı hayvanların gerçek doğalarının bilincinde bir davranış biçimi sergiliyorlar.
Korunmanın kökeni
Londra University College ruhbilim uzmanlarından Celia Hayes çağımızda çocukların çok ender olarak yırtıcı hayvanlarla yüz yüze gelmelerine karşın, sergiledikleri bu incelikli uslamlama yetisinin öğrenme yoluyla kazanılmış olamayacağına, ancak doğal ayıklamanın bir sonucu olabileceğine dikkat çekiyor.
İnsanlar ve üstün zekaya sahip birkaç başka canlının, ruhbilimcilerin ‘zeka kuramı’ adını verdikleri, kendilerini bir başkasının yerine koyma ve onlara belli özellikler yakıştırma gibi bir yeteneğe sahip oldukları belirtiliyor. Söz konusu yetenek, bireyin toplum içinde yaşamasına olanak tanıyor ve genellikle başkalarını alt etme amacıyla kullanıldığından Makyavelist zeka olarak da anılıyor.
Bu tür yararları nedeniyle, başkasının kafasından geçenleri okuma yeteneğinin toplumsal yaşama uyum sağlama yönünde evrilmiş bir özellik olduğu düşünülüyor.
Gelgelelim, eski kuramların rafa kaldırılması için varsayımların ötesine geçilmesi gerekiyor.
Ancak, düşmana yem olma korkusunun toplumsal yaşamımızı doğrudan etkilemiş olduğu kuşku götürmez bir gerçek. Liverpool Üniversitesi primatoloji uzmanı Louise Barrett bunun primatların toplum içinde yaşamalarını sağlayan temel itici güç olduğunu dile getiriyor. Bunun salt niceliksel bir güvence sorunu olmadığına, çelişkilerden uzak, sakin bir toplumun her zaman daha güvenli olduğuna dikkat çekiliyor.
Treves kendi içlerinde çatışan toplulukların gürültücü ve dikkat çekici olmaları nedeniyle tehlikelere daha açık olduklarına inanıyor. Olası tehlikelere karşı uyanık olmanın gerekliliğine parmak basan Treves, bir tek primatlarda bu yeteneğin topluluğun boyutuyla değil, üyelerin birbirleriyle yakınlığıyla bağlantılı olduğunu ortaya koydu.
Treves’e göre güvence, yakınlık kurma, güvenme ve yalnızca birkaç kişiyle ilişki kurmakla elde edilebilen bir şey olabilir. Bir başka deyişle, tehlikelere açık olmamız insan uygarlığının temelini oluşturan davranış biçimlerinin gelişmesine katkıda bulunmuş olabilir.
Dil ve araç gereç
İnsanlara özgü iki özellik olan dil ve araç-gereç yapma yetileri bile birer savunma mekanizması olarak ortaya çıkmış olabilir. Çeşitli maymun türleri kartal, leopar ve yılan gibi yırtıcı hayvanların kimliklerini belirlemek amacıyla uyarı çığlıkları üretirler. St.Andrews Üniversitesi primatologlarından Klaus Zuberbühler bu maymunların davranışlarından yola çıkıp bir karara vararak bu tür çığlıkları anlamlı sinyaller olarak algıladıklarını, bu tür çığlıkların insan dilinin kökenlerine inilmesinde önemli bir payı olduğunu dile getiriyor.
Şempanzelerin düşmanlarına karşı silah olarak sopa ve taşlardan yararlandıkları yönünde de kayıtlar var. Dil ve araçların bu yolla geliştiği görüşüne çok sıcak bakan Coss, özellikle bağrışma ve taş atma gibi uyarıcı ve karşı koyucu davranışların atalarımızda iki ayak üzerinde yürümekten çok daha eskilere dayandığını belirtiyor.
Öne sürülen bu görüşlerin bir bölümü çok akla yatkın gelebilir, ama yem olmayı engelleme dürtüsünün insanın düşüncelerine biçim verdiğini söylemekle çok mu ileriye gidilmiş olur?
New Scientist bilim dergisinin 13 Nisan tarihli sayısında yayımlanan araştırmaya göre, kimileri bu görüşü son derece etkileyici bulurken, çok sayıda insanbilimci ilkel insanların yaşadıkları ortama bakarak bugünkü zeka düzeyine nasıl ulaştığımız konusunda bir görüş sahibi olabileceğimiz görüşüne katılmıyor.
Yırtıcı hayvanların insan evrimini büyük ölçüde etkilediğine inanan Coss, Clark Barrett ve Treves konuyu çok daha ayrıntılı bir biçimde incelemeleri gerektiğini biliyorlar. Gücümüzü atalarımızın güçsüzlüğüne borçlu olabileceğimizi anlamanın tam zamanı olabilir. Oldum olası ilkel insanların avcı olduklarının düşünüldüğüne parmak basan Louise Barrett,’Kimbilir, atalarımız belki de zamanlarının büyük bir bölümünü mağaralarda gizlenerek geçirdiler,’ diyor.