Güncelleme Tarihi:
- Hayatta şöyle bir hataya sakın düşme, karar verdiğin bir şeyi uygulamak adına, kendini zorlama!
Dese, bilge biri, kulak asar mıydım?
- Çünkü, bazen karar verdiğin bir şeyi uygulamak istemezsin ama kendine söz verdiğin için de inat edersin. İlk kararında direnirsin ama yeni kararından da vaz geçmek istemezsin. Çatışma devam eder. Sonunda da sen kendinden nefret edersin, bir Dostoyevski kahramanı haline gelirsin. En iyisi önceden karar vermemek, seçenekler önüne sürüldükçe, ‘‘Tamam işte bu’’ demek!
Diye de, devam etse inanır mıydım?
* * *
Doğruyu söyleyeyim mi?
Ne kulak asardım.
Ne de inanırdım!
- Benim ilkelerim var, tamam mı?
Derdim.
Ve o konuşmayı orada keserdim.
İlkeli, ilkeli yoluma devam ederdim.
* * *
72 saat öncesine kadar ilkelerime sadık olduğumu zannediyordum.
Gerçi, kimseye açık açık bunu söylemiyordum.
Ama gerçekten öyle düşünüyordum.
İlkelerim ve ben!
Çaktırmadan yaşayıp gidiyorduk, ne güzel!
* * *
72 saat önce...
Milano'ya ilkelerimle birlikte gittim.
Şimdi düşünüyorum da, başıma bunların geleceğini bilsem, kalkıp oralara gider miydim? Kendime duyduğum saygının sıfırın altına inmesini izler miydim? Kendi gözümde bu kadar kepaze bir hale düşer miydim?
Bilmiyorum.
Ama kendime şu anda sormadan da edemiyorum, hani ben iradeliydim? Hani bir şeye karar verdim mi yapardım? Hani, kendi kendime verdiğim sözleri tutardım?
Olan bitenden sonra kendimle ilgili verebileceğim tek karar ise...
İlke-milke hikaye...
Bütün prensiplerim çöpe!
* * *
Oysa, her şey muazzam başlamıştı.
Pazartesi sabahı 10:30'da binilen uçak, kazasız belasız Milano'ya zamanında ulaşmıştı. Saatler bir saat geriye alınmış daha alana iner inmez şık şıkıdım insanlara rastlanmıştı.
İçim açılmıştı!
Oh be!
Ne güzel, herkes ne kadar bakımlıydı...
Böyle bir ülkede yaşamak çok hoş olmalıydı!
Üstelik Milano ziyareti ne gazete işiydi, ne bir şey. Yani yazı yok, sorumluluk yok. Sadece sokak gezmek, vitrin bakmak, güzel yemekler yemek ve şarap içmek, anlayacağınız iyi vakit geçirmek...
O kadar!
* * *
Kendime söz vermiştim.
Önümde iki seçenek vardı.
Ya para biriktirip ‘‘lap-top’’ bilgisayar almak, ya da vitrinlerde gördüğüm her şeye saldırmak...
Ben ‘‘lap-top’’u seçmiştim.
Ben bir alışveriş kumkuması değildim.
Diğer kadınlardan farklıydım.
Ve bir kaç kitap, dışında sadece bakacaktım...
Bakmak serbest, almak yasak!
O bakmanın cılkını çıkarttım, her taraflara girdim çıktım, o vitrinlerde aklım kaldı, ne kadar da güzel şeyler vardı Yarabbim, burası Milano'ydu estetiğin başkenti, o ceketler, o pantalonlar, ah hele o ayakkabılar...
Sadece bakmadım.
Onları üzerimde giymiş olarak kendimi hayal de ettim.
Bir de yakıştılar ki...
O siyah kadife ceket çok güzel durdu üzerimde.
O pantalon, Allahım beni ne kadar incecik gösteriyordu.
Beyaz bluz belime oturuyor, güzelliğime güzellik katıyordu.
Belim ortaya çıkıyordu.
Sanki ince gibi duruyordu.
Siyah ayakkabılar zarafetimi tamamlıyordu.
Ama ben bunları sadece hayal ediyordum.
Kararlıydım, almayacaktım.
Ben güçlü bir kadındım.
Ve ‘‘lap-top’’u seçmiştim.
* * *
İyi bok yemiştim!
Uçak Milano'dan havalanmaya başladığında, ben artık sinir krizinin eşiğindeki bir kadındım.
- Durdurun uçağı, inecek var!
Diye bağırmak istedim.
Ama yapamadım.
Galiba utandım.
Ama ağlamaktan utanmadım.
Milano'da başladım, İstanbul'a gelinceye kadar ağladım.
Ben ne yaptım?
Onlara, o güzel giysilere o kadar yakındım, ellerimle dokundum, onları okşadım, ne kadar yakışacağını hayal ettim, ama...
Almadım!
O lanet ‘‘lap-top’’u bir ilke meselesi haline getirip hayal kırıklığı içinde Milano'dan dönerken, bir an önce o bilgisayarı elime geçirip hırsla yerlere atıp, kırmak istedim.
O lanet şey yüzünden, ben o giysilerden mahrum kalmıştım.
Hostes neyim olduğunu merak etti.
- Hiç bir şeyi yok!
Dedim.
Hakikaten de doğruydu.
Onca güzellik arasından hiç bir şey almadan dönmüştüm.
Allah o ‘‘lap-top’’un da, benim de belamı versin!
* * *
Perşembe sabahı...
Hafif çarpılmış ama keyifli sayılabilecek bir suratla, iş yerinden içeri girdiğimde, ‘‘Hoşgeldin’’ diyen arkadaşlarımın hemen hepsi, ‘‘İtalya alışverişin çok verimli geçmiş anlaşılan’’ dediler.
Utandım.
- Hayır Milano'dan değil...
Diyemedim.
Hafif mahçup teşekkür ettim.
* * *
Oysa, İstanbul'a iner inmez, ilk işim toprağı öpmek olmamıştı...
Şiş gözlerle, taksi şöförüne...
- Akmerkez lütfen!
Deyip, kendimi Homestore'un içindeki Massimo mağazasında bulmuştum.
İtalya'da o lanet lap-top yüzünden alamadığım her şeyi, Akmerkez'deki Massimo mağazından (İtalyan mağazası, İtalyanca konuşuluyor, tax free!) toparlayıp eve götürmüştüm.
Gözlerimin şişinin inmesi için yarım saat...
Beynimin kendine gelmesi için üç saat geçmesi gerekti!
* * *
İlkelerimi Milano'da bırakmamıştım.
Ama Türkiye'de Akmerkez'de bir güzel bıraktım!
Sigarayı bırakmak gibi.
Çünkü o ilkeler benim sinir sistemimi, dolayısıyla belli bir zaman parçası içindeki hayatımı mahvetmişti. Ve inandım ki, ben böyleyim, ilkelerim bana acı çektirmekten başka bir işe yaramıyor.
Bundan sonra mı?
İlkelerin canı cehenneme!