Oluşturulma Tarihi: Eylül 09, 2003 19:52
Tüp bebek yöntemi bir zamanlar insanlığa yönelik en büyük tehdit olarak kabul ediliyordu. Bugünse aynı korkular klonlama için gündeme geliyor. 25 Temmuz’da bir zamanların eşsiz insanı 25 yaşına girdi. İngiltere’de bir hemşİre okulunda okuyan Louise Brown doğduğunda gazeteler ‘asrın bebeğİ’ başlıklarını atmışlardı. Brown, tüp bebek yöntemiyle doğan dünyanın ilk bebeğiydi.
Ülkemizde de yüzlerce doğan ve aramızda yaşayan tüp bebek düşüncesi, teoriden gerçeği dönüşürken birileri tüm olanların gösteriş amacında olduğuna inanıyordu. Birileri, ‘Tüp bebek yöntemi, domuzların uçması için kanat geliştirmeyle kıyaslanabilir’ dedi.
Diğerleriyse, bunun ‘doğaya tehlikeli bir hakaret’ olduğunu ileri sürdü. İngiliz dergisi Nova, 1972 ilkbaharındaki yazısında,bu yöntemle doğan bebekler için ‘atom bombasından beri en büyük tehdit’ ifadesini kullandı.
Biyoetik alanının gelişmesinde rol oynayan Chicago Üniversitesi'nden Leon Kass da IVF’nin önde gelen düşmanlarındandı. Louise Brown’un doğumundan sonra kaleme aldığı yazıda, toplumun IVF’nin ilerlemesine izin vermesi durumunda, ‘yaşamın insanlığının, varlık nedenimizin, cinsel varlığımızın ve atalarımıza ve çocuklarımıza olan bağlılığımızın çok büyük tehlike altında olduğunu’ öne sürdü.
Üreme teknolojisinin son 30 yıl içindeki her yeni şekline karşı çıkan Kaas, bugünse ‘Klonlama, bir nesle diğerinin genetik kontrolünü vererek insanın doğum kutsallığını tehdit ediyor’ diyor. Kaas’ın bu yorumları dikkate değer, çünkü Kaas, son 2 yıldır Başkan George Bush’a bağlı olan ve ilk görevi klonlamanın düzenlenmesine yönelik bir öneriler listesi sunan biyoetik konseyinin başındaki isim aynı zamanda.
Son 10 yılda, yardımlı doğumun birçok ileri yöntemi geliştirildi. Öte yandan yapılan ilk tahminlerden biri gerçeğe dönüşmedi değil. 1970’lerde, IVF’nin laboratuvarda insan yumurtasının döllenmesinin önünü açmasıyla, gelecekte insanları hiçbir şeyin durduramayacağı yönünde uyarılarda bulunulmuştu.
Gelişmekte olan bir embriyonu değiştirebilme tekniklerinin tümünü düşünürsek, bu uyarılarda doğruluk payı olduğunu görürüz.
Herşey bir yana doğum öncesi genetik tanı, seks hücrelerine gen aktarımı, embriyonların hastalıklarının tedavisi, yeni embriyonik kök hücresi yaratımı ve klonlama gibi bugün tartışılan genetik müdahalelerin hiçbiri IVF ile birlikte ortaya çıkmadı.
Peki bu gidiş, üreme teknolojisinin kaçınılmaz şekilde iğrenç gelişmeler doğurması anlamına mı geliyor? Bunlar arasında, doku toplama için embriyonlar ile insan-insan olmayan melezler ve insan klonlarının üretilmesi bulunuyor. Birçok insan bundan korkmuş olmalı ki bilim adamlarının henüz başlamayan çalışmalarını önlemek için ABD çaba harcıyor.
Kontrolsüz IVF
Klonlamanın bu kadar yoğun derecede ortadan kaldırılmaya çalışılmasının nedeni, IVF gibi kolay ilerlemesini önlemek için. İlginç olarak, IVF’nin ABD’de bu kadar kontrolsüz ve kolay ulaşılabilen bir hale gelmesinin nedeni, kürtaj karşıtı grupların yöntemin tamamen ortadan kaldırılmasını istemeleriydi.
Kürtaj karşıtı grupların asıl tepkileri, fazladan üretilen embriyonların anında yok edilmesiydi ve bunun herhangi bir kürtaj kliniğinden bile daha kötü bir soykırıma neden olduğuna inanıyorlardı. Bu nedenle hükümetin mali kaynağı kesmesinin en iyi yöntem olduğunu düşündüler.
1974’te, fetal araştırmalara ve 8 haftalıktan küçük olarak tanımlanan insan embriyonu çalışmalarına ayrılan pay kesildi. 1993’te dönemin başkanı Bill Clinton yardıma yeniden onay verse de 1996’da ABD Kongresi embriyon araştırmalarını yasakladı.
Böylece özel sektörler araştırmalara destek vermeye başladı. Bu özgür kurumlar, bilim adamlarının her istediklerini yaptı ve IVF’yi piyasanın yönlendirdiği ve hiçbir yönetmeliğe bağlı olmayan bir ‘kovboy bilimi’ haline soktular. Kliniklerin sayısı 1990’da 160’a ulaşmıştı.
Bugünse IVF de yaptığı hataları tekrarlamak istemeyen hükümet, klonlamanın düzenlenmesinde etkin olarak çalışıyor. Kongre, herhangi bir insan klonlanmasına, 1 milyon dolar para ve 10 yıla kadar da hapis cezası vermeyi planlıyor. Karar Senato’da tartışılıyor.
IVF’nin riskleri var
Tüp bebek yönteminde düzenlemelerin olmaması nedeniyle, bu yöntemle doğan çocukların artan sağlık tehlikesi altında oldukları ancak 25 yıl sonra belirlenebildi. 1980 ve 90’lar boyunca IVF’nin doğumlarda, çoklu doğumlar dışında hiçbir etki göstermediği düşünüldü. Rahme 6, 8, hatta 10 embriyon yerleştirilmesi ve bunlardan en azından birinin tutmasının umulması gibi yaygın uygulama nedeniyle, tüp bebek yöntemiyle kalınan hamileliklerin üçte biri ikiz veya üçüzlerle sonuçlanıyordu.
IVF’nin güvenliği konusunda ortaya konulan kaygılar, düşük oranının ikiye ve ölü doğumların üçe katlanmasını içeriyordu. Tüm bu sorunlarsa IVF’ye değil çoklu hamileliklere bağlanıyordu.
Ancak geçen yıl IVF’nin tıbbi açıdan ‘karanlık yüzü’ artık reddedilemez hale geldi.
İki araştırma
New England Journal of Medicine dergisi Mart 2002’de iki araştırma yaptı. Bunlardan ilkinde, ABD’de 1996-97 yılları arasında IVF de dahil, yardımlı üreme teknolojisiyle dünyaya gelen 42 bin çocuğun ağırlığı, doğal yollarla hamile kalınan 3 milyon bebeğin kilosuyla karşılaştırıldı.
Prematüre ve çoklu doğumları dahil etmeyen araştırmaya göre, tüp bebeklerin yetersiz kiloda olma oranı 2.5 kat daha fazlaydı. Az kilo, 2.5 kilo olarak belirlenmişti.
Diğer araştırmaysa, Avustralya’da yüzde 22’si IVF ile olmak üzere 1993-97 yılları arasında doğan 5 binden fazla bebeği kapsadı. Sonuca göre, IVF bebeklerinde kromozomlara, kaslara ve iskelete ait önemli doğum hasarlarının meydana gelme olasılığı, normal yollarla doğan bebeklerin 2 katıydı.
Bilim adamları, bu problemlerin, yumurtlamayı başlatmak ve erken safhalarda hamileliği sağlamak için alınan ilaçlar nedeniyle ortaya çıkabileceğini söylüyorlar.
Çocuk Sağlığı ve İnsan Gelişimi Enstitüsü Başkanı Duane Alexander, ‘Hükümet IVF’yi desteklemiş olsaydı, daha hızlı ilerlemeler sağlanırdı’ diyor.
Gerçekleşmeyen kehanetler
Scientific American dergisindeki araştırmaya göre, IVF’nin tıp açısından olumsuz yanları açığa çıkarken, daha telaşlı tahminler hiçbir zaman gerçekleşmedi. Sözgelimi, yoksul kadınlara para verilerek bebekleri rahimlerinde taşıyacakları öne sürüldü. Ancak bu hem çok pahalı hem de taraflar açısından oldukça duygusal olduğundan asla yaygınlaşmadı.
IVF’nin geçmişi, klonlamanın önündeki zorluklara bir örnek oluşturuyor. Aslında IVF ile klonlamaya verilen tepkiler benzer olsalar da iki teknoloji felsefi açıdan birbirinden hayli farklı. IVF’nin amacı, genetik olarak benzersiz bir insan üretmek için cinsel üremeyi sağlamak. Cinsel üremeyi önemsemeyen klonlamanın hedefiyse, varolan bir varlığın aynısını yaratmak.
Belki de iki teknoloji arasındaki en önemli farklılık endişelerimizdedir. 1970’lerde tüp bebek yöntemine ilişkin en büyük kaygı, yöntemin çökmesi, üzüntüye, hayal kırıklığına ve anormal bebeklerin doğumuna neden olma olasılığıydı. Bugün klonlama için en önemli korkumuzsa, yöntemin başarıya ulaşması.
IVF gerçekleri
Geçmişte tüp bebek yöntemine, bugünse klonlamaya yönelik eleştirilerin birçoğu insanlığın asıl doğasına tehdit iddiasındadır.
IVF’yi eleştirenler zamanında hükümetin mali yardımı kesmesini istemişti, ancak böylelikle yöntemin yayılmasına olanak tanınmıştı.
Gözetimin az olması nedeniyle, doğum bozuklukları ve bebeklerin yetersiz kiloda olmaları gibi IVF’ye bağlı sorunlar ancak bugün gün ışığına çıkabiliyor.