Güncelleme Tarihi:
Eski ve yeni Babıali efsaneleri
1953 yılında tıfıl bir çizerken, fiyaka olsun diye karikatürümün minik bir köşesine kendimi ve o zamanki okul sevgilimi de çiziktirmiştim. Karikatürün yayınlandığı Hafta Dergisi'nin yönetmeni Rakım Çalapala Hocam;
‘‘Gazetecilikte, özel hayatımızı ve sorunlarımızı okurlara teşhir etmek yakışık almaz. Bir daha kendini veya özel hayatını asla yazıp çizme!.. İlerde, anılarını yazarsan orada istediğini yaparsın!..'' demişti.
***
‘‘Meraklısına biraz bilgi:
Hafta Dergisi'ni çıkaran Türkiye Yayınevi, o zamanlar efsane gibi bir dergicilik okuluydu. Hafta, Yıldız, Ev İş, Çocuk Haftası, 1001 Roman gibi daha onlarca derginin yayımcısıydı. Ayrıca Steinbeck ve Cronin gibi yazarların kitaplarını da yayınlardı. Yayınevinin sahibi sonradan başarısız bir politika hayatı geçiren Tahsin Demiray'dı. Ama yayınevini yönetenler, Rakım Çalapala, Cemil Cahit Cem, Sezai Solelli, Oğuz Özdeş gibi yıldız dergicilerdi. Bu kadro, Türkiye'ye dergiciliği öğretmiştir dersek, abartmış olmayız. Tabii, başa da 7 Gün ve Karikatür dergilerini yıllarca sürdürüp sonra Hürriyet'i çıkaran Sedat Simavi Usta'yı koyarak... Ve Yusuf Ziya Ortaç'ı Türkiye Yayınevi okulundan geçmemiş yazar ve özellikle çizer azdır. Cumartesi sabahları Hafta Dergisi'nin kapısında 25-30 kişilik karikatürcü kuyrukları oluşurdu. Çünkü Hafta Dergisi, beğenip aldığı karikatüre tam 5 Lira öderdi. Gerçi, bu 5 Lira'nın 75 kuruşunu vergi olarak öderdik, ama olsundu... Çünkü bu para, peşin paraydı. Peşin para, Gırgır Dergisi'ne kadar Babıali'de bir daha pek görülmeyecekti.
Bu kuyrukta Altan Erbulak'tan Nehar Tüblek'e, Suat Yalaz'dan bendenize kadar kimler yoktu ki... Ayhan Işık (Işıyan) bile Hafta Dergisi'nin ressamıydı...
Türkiye Yayınevi'nin bütün çalışanlarını çok özlüyorum... Allah'ın gani rahmeti göçenlerin üstüne olsun!..''
***
‘‘BU SATIRLARIN YAZARI''
SÖZÜNDEN ‘‘ORAYA GELİRSEM, KULAĞINI ÇEKERİM!''E...
En az 20 yaş farkımıza rağmen, benimle arkadaş olma alçakgönüllülüğünü gösteren Rakım Hoca'nın dediği, basının en katı kurallarından biriydi. Başyazarlar bile köşe yazılarda ‘‘ben'' diyemez, kendilerinden söz etmek gerektiği zaman ‘‘bu satırların yazarı'' diye lafı geçiştirirlerdi. Bu kuralı kim koymuştu bilinmez. Ama niye konduğu bana göre ortada... O zamanın patronları, yazar ve çizerlerinin ünlenmesni istemezlerdi. Yıldız bir yazar, önünde sonunda başlarına dert olur, ceplerinden daha fazla para çıkmasına neden olurdu. O zamanki patron anlayışına göre, para tirajdan ve reklamdan değil, çalışandan kısarak kazanılırdı.
Bu katı basın kuralını önce, ünlü olmak için içimizde en fazla yanıp tutuşan Bedri Koraman bozdu... Bir karikatür tipiymiş gibi kendini ve çevresini yazıp çizmeye başladı. (Çok da iyi etti. Bu tavır karikatüre bir sıcaklık ve içtenlik getirdi.) Ama onca yayınlanmış portresine rağmen, sokakta Bedri'yi yine kimsecikler tanıyamadı. Çünkü, dayanamayıp kendisini yakışıklı olarak çiziyordu.
***
Ama bu kural, asıl Gırgır'da paralandı. Altan Erbulak'la Orhan Alev, ‘‘Üşütükler'' köşesinde güzel sekreter Mevhibe Hanım'dan çaycıya kadar tüm çalışanlarıyla Gırgır'ın mutfağını çizmeye başladılar. 12 Eylül Darbesi'nden sonra da ortalıkta saldırabilecekleri ‘‘otorite'', yani ‘‘kötü adam'' kalmayınca, Behiç Pek ve Latif Demirci ‘‘Muhsin Bey'' sayfalarında Ovuz Bey tipiyle dalgalarını geçmeye başladılar. Artık okur için, Gırgır çalışanlarının burunlarındaki sivilceleri dahil, hiçbir gizlisi ve saklısı kalmadı.
BİR BABIALİ ANARŞİSTİ!..
Bu yazar-çizer ünlüleşmesini, gazeteye taşıyıp basında yaygınlaştıran asıl Sabah Canavarı Zafer Mutlu oldu. Tan Gazetesi'nin ikiz kardeşi olarak doğan Sabah Gazetesi, ‘‘Tanrım beni baştan yarat!'' şarkısını söylerken başına Zafer Mutlu geçti ve o güne dek yazılmadığı halde uyulan tüm basın kurallarına saldırdı. Ne kadarını eğri, ne kadarını doğru yaptı bilmiyorum. Buna ilerde, basın tarihi karar verecek. Ama basının bugünkü patlamasında, yenileşmesinde, hareketliliğinde ve iktidarında müthiş bir itici güç işlevi gördü. Mutlu'nun dağıttıklarını Ertuğrul Özkök, bir entellektüel sükunetiyle toparladı. Baştaki gazetelerarası gereksiz itiş kakıştan sonra bu ikili Basın'ın Korsikalı Kardeşleri'ne benzedi. Susurluk Çetesi ve Laik Cumhuriyet kavgalarından sonra Türk basını 12 Eylül'ün mirası olan miskinliği üzerinden attı. Bugünkü ‘‘yıldızının parladığı günlere'' geldi. Tabii, bu saygınlıkta, Korsikalı kardeşler kadar, Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet ve Günaydın'ın eski deneyimli kadrolarının da payı çok büyüktür.
Gazetecilikteki ‘‘bu satırların yazarı'' dönemi Mutlu'nun Ahmet Vardar'a kulak çektirmesiyle son buldu.
Ahmet Vardar, gazeteciliğe Yeni Sabah Gazetesi'nde başlayan, karda kışta patlak pabuçla haber kovalayan, olay mahalline tramvayla yetişen çilekeş gazeteci kuşağının hala yaşamayı beceren son temsilcilerindendir. Beraber çalıştığımız yıllarda, yayınladığı bir haber yüzünden Akgün Tekin'le birlikte Dündar Kılıç'ın yeğeninin sıktığı kurşunları leblebi niyetine yemiş, ama geleneksel neşesini kaybetmemişti.
‘‘Oraya gelirsem, çekerim kulağını haa!..'' sloganı da Vardar'ın babacanlığına cuk oturmuştu.
Ne olduysa bundan sonra oldu. Gazetelerdeki köşe yazıları, yazarların sevdiği barlar, yakın arkadaşları, kedileri, kanaryaları, terlikleri, iç çamaşırları, asansör sohbetleri, aile içi çekişmeleri, sevdikleri viski markası ve pastırmalı kuru fasulye ile doldu. Hatta, müzik kulağından bile nasibini almamış Nihavend'le Saba makamını birbirinden ayıramayan bazı ünlü yazarlar, müzik eleştirmenliğine soyunup şarkıcı meşhur etmeye kalktılar. Biri teke sesli, at suratlı bir şarkıcıyı başımıza sardı. Biri, ‘‘Bu sahillerdeee!..'' şarkısındaki felsefi ve sosyo-platonik hicransallığı tam dört sütun anlattı. (Bu nedenle sahile inemediğim için artık denize de giremiyorum.)
İşin şakası bir yana, bizim gibi mahcubiyet özürlü, eskiyip eprimiş gazeteci kuşağının,
‘‘Tüh!.. Tüh!.. Bunlar yüzünden bir gün başımıza taş yağacak!..'' yakınmalarına rağmen, manşetlerde bile kullanılan bu gırgırsal yeni gazetecilik dili tuttu.
Bugüne dek binlerce politikacıyı, şarkıcıyı, artisti ve futbolcuyu meşhur etmiş, ama kendileri ‘‘adsız'' kalmış gazeteciler, bu ünlenmeden nasiplerini almaya başladılar. Yazıları büyüklüğünde başlık fotoğrafları yayınlandı. Gazetecilerin de birer insan olduğunu, üstelik sıradan değil de bir miktar özel kişiler olduğunu anlatan tam sayfa röportajlar yayınlanmaya başladı. Hatta içlerinde Bedri Koraman'a inat ‘‘Türkiye'nin en seksi 10 kişisi'' listelerinde başı çekenler bile görüldü!..
***
Arada bir;
‘‘Mizahın gazeteciliğe bu kadar bulaşması ve bunca kişilik teşhiri doğru değil. İşin ciddiyeti kaçtı. Artık okur bize inanmayacak!..'' gibisinden huysuz ihtiyar vıdı vıdıları yapmıyor değilim. Ama pek haklı olmadığımı da biliyorum. Çünkü;
Gazeteciler, Karagöz oynatıcılığını bırakıp artık perdenin önüne kendileri çıktılar. Eskiden sopa ucunda oynattıkları suretlere diledikleri sözü söyletebiliyorlardı. Ama şimdi, yüz yüze ve göz göze kalınca yalan söylemek zorlaştı. Hatta geleneksel gazeteci dönekliği bile yara aldı.
Okur, gazete aldığı zaman kendini eskisi gibi bir devlet dairesinin otoriter ezikliği içinde değil, bir akraba ve tanış sohbetinin sıcaklığı içinde hissediyor.
Politikacıların tüm vaatlerine karşı partilerden ve devletten önce basın şeffaflaştığı için halk, onlara değil, gazetelere inanıyor. Bu inanç da gazeteleri ülkenin kaderini etkileyebilecek bir güç haline getiriyor. Refah'ın ve Çiller'in ipliklerinin pazara çıkması bu sayede oldu... Baskınlı, kurşunlu öfkeler de bu gücün sonucudur.
Bu, tepeden bakmayan ama pek halk dalkavukluğu da yapmayan içtenlikli gazeteci dili, basına genç okurlar kazandırdı. Okur çok şükür gençleşmeye başladı. Eskiden, sadece babalarının aldığı gazeteyi okuyan gençler, kendi gazetesini satın almaya başladı. Artık oğlumla değişik gazeteleri ve dergileri okuyoruz. Tabii, favori yazarlarımız da değişti.
SON SÖZ:
45 yıllık basın yaşamımda hep ‘‘gelişim'' yaşamıştım. Ama ‘‘değişim''i altmışından sonra da olsa gördüm çok şükür.
Yine de genç hanım yazarların iç çamaşırlarından söz etmelerine bir türlü alışamadım. Oysa yetişmelerine katkıda bulunmak için emek verdiğim hanım karikatürcülerin ‘‘adet zamanlarıyla'' ilgili yaptıkları esprileri ve karikatürleri yayınlayan ben değil miyim?.. Acaba, Zafer Mutlu'ya anarşist diyerek haksızlık mı ettim?