Oluşturulma Tarihi: Aralık 05, 1999 00:00
Vardır bir dümeni!.. ‘Haberi gördün mü Arif? Demek ki dünyada insanlık daha ölmemiş. Adam, gökdelenini, otellerinden ve çiftliklerinden gelecek bütün gelirini Darülaceze'yle Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağışlamış.’’ ‘‘Vardır bir dümeni!..’’ ‘‘Adam yaşlı ve kimi kimsesi yok. Ne dümeni olacak be?’’ ‘‘Ya vergiden kaçırmak içindir, ya da bir dümeni yakalanmıştır... Kamuoyunu ve dolayısıyla mahkemeyi etkilemek için hayırseverliğe soyunmuştur. Hatta, yeni bir ihale üçkáğıdı bile olabilir. 70'inden sonra bir herif durup dururken niye hayırsever kesilsin?’’ Arif, işte böyle bir herifti. Çok yaman bir gazeteciydi. Birkaç yabancı dili sular seller gibi konuştuğu için Arif'i Dış Haberler Servisi'nin şefi yapmışlardı. Zaten o yıllarda gazetemizin Dış Haberler Servisi bir kişiden oluşuyordu. Bizim gibi genç insanların iyiliğe ve güzelliğe hemen inanma coşkusuna Arif, ‘‘Vardır bir dümeni!..’’ diye soğan doğrar ve fren işlevi görürdü. Nasıl bir çocukluk geçirmiş, ne kazıklar yemişti, hiç anlatmadığı için bilemem. Ama havadaki kara sinekten bile hile sezerdi. Bu nedenle gazetedeki arkadaşlarımın çoğu Arif'ten hoşlanmazdı. Ama ben Arif'i severdim. Zaten ben polisiye romanları da çok severdim. Bütün sevgime rağmen Arif'le arkadaşlık edebilmek pek kolay değildi. Örneğin, zar zor para biriktirip bir araba almaya kalksa benden yardım ister, ben de çok eski bir İstanbul şoförü olarak ona ikinci el ama tertemiz ve okazyon bir araba bulurdum. ‘‘Bu kadar yeni bir araba bu kadar ucuza olmaz. Vardır bir dümeni!..’’ deyip hurdaya dönmüş bir otomobili yeni bir araba parasına satın alırdı. Sonra da insanların onu kazıklamak için nasıl pusuya yattıklarını anlatıp dururdu. Eskiden gazetelerde bize
yemek vermezlerdi. Öğle yemeğini civar esnaf lokantalarında yerdik. Arif lezzetli, temiz ve ucuz lokantalara, ‘‘Vardır bir dümeni!..’’ diye girmezdi. Gidip en kenar kıyı köftecilerde bizden daha pahalıya karnını doyururdu. Meyhaneye gittiğimizde hesabı ödemeye kalksam, ‘‘Hesabı niye ödüyorsun? Mutlaka vardır bir dümenin!..’’ diye hır çıkarırdı. ‘‘Öyleyse sen ver be!..’’ ‘‘Bak, ben demedim mi?.. Aslında hesabı bana yüklemek için cömertlik dümenine yatıyorsun!..’’ * O yıllarda Amerika'yla ilgili haberler çok önemliydi. Yazıişleri Müdürümüz Arif'i gazetenin devamlı Amerika muhabiri olarak New York'a göndermeye kalktı. Üstelik maaşını da dolar olarak alacaktı. Değil Amerika, Edirne'den 10 km.'ye gidebilmek için hepimiz can atıyorduk. Örneğin Bedri, yılda 1-2 kez futbol takımlarının yurt dışı maçlarına gazete adına gidebilmek için her hafta bedava karikatürler çiziyordu. Ama Arif New York haberini duyunca, ‘‘Vardır bir dümeni!..’’ diye kederler içinde inlemeye başlamıştı. ‘‘Bre salak, arada bir iki
haber patlatacaksın, Hollywood senin, Broadway benim sürtüp duracaksın. Amerika'da yaşamanın dümeni ne olabilir ki?’’ ‘‘Patron beni seviyor ya...’’ ‘‘Evet, gazeteciliğini beğeniyor.’’ ‘‘Beni gözü önünden uzaklaştırıp adama unutturacaklar. Sonra da ilk fırsatta sepetleyecekler.’’ Arif hastalıklar filan icat edip Amerika'ya gitmedi. Arif, bir gün dut gibi aşık oldu. Demek ki aşk dümen filan dinlemiyordu. İşin garip yanı, kız da bizimkine fena tutulmuştu. Hem de ne kız!.. Bir bahar dalı gibi incecik ve güzelcecik... Bir kanarya gibi şen ve şakrak... Üstelik akıllı ve de kültürlü. Boyu Arif'ten 2 parmak uzun olduğu için hep altı düz pabuçla dolaşacak kadar fedakár. Arabasıyla Arif'i işe getirip, akşamları da almacasına fedakár!.. Kaderimden midir nedir, kimi kimsesi olmayan arkadaşlarım kız istemeye giderken nedense beni de yanlarında götürürler. Belki de ikna yeteneğime güvendiklerindendir. Oysa, benim gibi bir herif kızımı istemeye gelse, vereceğim olsa bile vermem!.. Arif'e mübarek ağzını açma fırsatı vermemek için Yasemin'in babasıyla konuşacağım lafları içimden talim ederken verilen adresteki eve geldik. Sözün gelişi ev diyorum, aslında koru içinde Boğaz'a nazır bir saray cünyor (yani bir saray yavrusu.) Kapıda bizi İngiliz filmlerindeki gibi bir uşak karşılayıp pardesülerimizi aldı. Yerdeki Bünyan ve Acem halılarına ayak bileğimize kadar gömülerek yürüdük. Salondaki bir tek antika sehpanın ederi bile Arif'in bir yıllık maaşından fazla görünüyordu. Yasemin'in babasının yüzünden nur, her yanından asalet akıyordu. Kembriç Üniversitesi'ni bitirdikten sonra aile şirketinin başına geçmiş, servetini 50'ye katlamış, Türkiye'nin önde gelen holdinglerinden biri haline getirmişti. Ama tutkunu olduğu sanattan da kopmadığı, duvardaki Picasso, Modigliani, Şeker Ahmet Paşa ve İbrahim Çallı'nın orijinal tablolarından belli oluyordu. Adamı görünce hazırladığım tiyatro konuşmalarının hepsi kafamdan uçtu gitti. Ağzım yarı aralık Neşet Bey'i dinlemeye başladım. ‘‘Benim gerçek ve tek servetim Yasemin'dir. Annesini küçük yaşta kaybettiğimiz için ona hem ana hem de baba olmaya çalıştım. Onu mutlu görmek için tüm varlığımı derhal vermeye hazırım. Yasemin'in aşkı benim için bir emirdir. Şimdi bize düşen, Yasemin kızımla Arif Bey oğlumun düğünlerinin ayrıntısını konuşmaktır efendim.’’ Dönüşte her şeyin bu kadar kolay ve güzel geçmesinin şaşkınlığı içindeydim. Hatta, Arif'i bir miktar kıskandığımı da itiraf ediyorum. Arif nihayet suskunluğunu bozdu: ‘‘Vay canına, ben bu kadar zengin olduklarını tahmin etmiyordum. Bunlar isterlerse bizim gazeteyi bile satın alabilirler değil mi?’’ ‘‘Evet alabilirler.’’ ‘‘Üstelik sonradan görmelerden değil, kültürlü ve köklü bir aile!..’’ ‘‘Vallahi ben de bayıldım.’’ ‘‘Yasemin de genç ve güzel bir kız.’’ ‘‘Güzel ne demek be!.. Kız ahu... Kız ceylan... Kız bahar yeli gibi... Geçip giderken yürek töpürdetir ve enfarktüse neden olur.’’ ‘‘Peki bu kadar zengin, bu kadar kültürlü, bu kadar güzel bir kızı benim gibi çulsuz ve çirkin bir gazeteci parçasına niye veriyorlar bakalım?’’ ‘‘Sen şanslı bir itsin de ondan!..’’ ‘‘Ben şansa inanmam. Eğer beş paralık şansım olsaydı, Neşet Bey'in çocuğu Yasemin değil, ben olurdum.’’ ‘‘Eee, öyleyse kızı sana niye veriyorlar?’’ ‘‘Veriyorlar, çünkü bu işte bir dümen var!..’’ Böylece Arif Yasemin'le evlenmekten vazgeçti. Neşet Bey de aşk yareleri tamir olsun diye kızını Roma'ya gönderdi. Çok sonra Yasemin'in malikaneleri olan bir İtalyan kontuyla evlendiğini duyduk. * O olaydan sonra Arif kendinden bir hayli yaşlı ve çirkin bir kadınla evlendi ve de bir süre sonra hastalandı. Kesik kesik öksürüp ateşler içinde yanarken salla sırt edip zorla doktora götürdüm. Doktor, derhal hastaneye yatması gerektiğini söyledi. ‘‘Vardır bunların bir dümeni... Beni sağmal inek gibi sağacaklar!..’’ deyip hastaneye yatmayı reddetti. Hatta, ilaç bile almadı. Son günlerinde evine ziyarete gittiğimde yine herkesin ne kadar dümenci olduğundan uzun uzun söz etti. ‘‘Peki be Arif, senin dümenin ne?’’ diye sordum. ‘‘Beni kimse kandıramaz. Bana kimse dümen yapamaz. Beni kimse aptal yerine koyamaz!..’’ deyip sonra da şüpheyle yüzüme baktı. ‘‘Peki, ya senin dümenin ne?’’ ‘‘Ben herkese ve bana her söylenene inanırım. Birinden şüphe etmeye utanırım.’’ ‘‘O zaman seni fena kazıklarlar!..’’ ‘‘Evet ama, insanlara inanmadan yaşamak daha büyük bir kazık!..’’ Arif, kesik kesik öksürürken, ‘‘Sen dümencilerin şahıymışsın be!..’’ dedi. Bu hafta sizlere, yıllardır kafama takıldığı için bir arkadaşımın öyküsünü anlatmaya çalıştım. Öykü, isimler dışında gerçektir. İnanmayanların da ‘‘Mutlaka vardır bir dümeni!..’’
button