Oluşturulma Tarihi: Haziran 21, 1998 00:00
Mecidiyeköy günlerimBir aydır, ıvırını zıvırını bir türlü tamamlayamadığım Mecidiyeköy'deki yeni çalışma evimde yazıp çiziyorum. Doğrusu ev güzel, ışık içinde... Günün her saati güneş alıyor, denizi bile görüyor... Salacak'ta, Harem'de yüzdüğüm kıyılara dürbünle de olsa bakıp gençliğimle hasret gideriyorum. Ama en güzel yanı, küçük bir koltuk meyhanesine 60 adım uzaklıkta olması...Meyhaneye genellikle dükkanlarını kapatan esnaf, paydos eden şoförler filan geliyor. Arada, gel-geç tektekçiler de uğruyor. Gide gele ahbap olduk. Geçen akşam uğradığımda Vasfi, en asık suratıyla tezgaha yaslanmış duruyordu. Önünde meze vardı ama rakı yoktu. Vasfi, meyhaneye en erken gelip en geç ayrılan müşteridir. Selamıma cevap bile vermedi.‘‘Nesi var bunun?’’‘‘Sorma apicuğum, durumlar kötü. Vasfi pugün içecek bir sepep pulamamış.’’dedi şoför Metin. İçkiciler iyi bilir, içmek için okkalı bir sebebin varsa rakı kaymak kesilir, mezeyi unutturur. Sebepsiz içki yumruk olur, ayıboğan armudu gibi adamın gırtlağına takılır. ‘‘İçiyorsam sebebi var’’ diye boşuna şarkı icat etmemişler.Ama sebebin, gayet kahırlı bir sebep olmalı. Acemiliğimde, neden içtiğimi sordukları zaman ‘‘keyfimden’’ deyince bana küçümseyerek bakarlardı. Hatta sandalyesini çevirip sırtını dönenler bile olurdu. Çünkü, kahırdan içmenin bir asaleti vardır. Bir de, karşı konulamaz bir mazerettir kahır. Yani, adam aslında içmeyecek ama, ne halt etsin?.. İçiyorsa kahrından içiyor!..*Demek ki Vasfi, o gece kendine münasip bir kahır bulamamıştı. İnsaniyetliğimden Vasfi'ye kahır aramaya başladım.‘‘Of, off!.. Ne olacak bu ülkenin hali? Her gün daha beter oluyor... Değil mi be Vasfi?’’diye ortalama bir giriş yaptım. Vasfi, cevap vermek tenezzülünde bulunmadı.‘‘Dolar çıktı 270'e... Yakında bu rakıya hasret kalıp ispirtoyla nefis körleteceğiz.’’Şoför Metin yardıma koştu.‘‘Ha, sen pizu pırak apicuğum, sapi süpyan acından çöplüklerde yiyecek aramaya paşladu daa!..’’Vasfi,‘‘Onlara iki yıldır içiyorum!..’’diye homurdandı. Demek daha güncel bir kahır gerekti.‘‘Yazık be yazık!.. Gül gibi kız, bir kırık not için canına kıydı. Gelinliğe giremeden kara topraklara girdi.’’‘‘Ona geçen hafta içtim.’’‘‘Ya, 2 milyar bulamadığı için ameliyat olamayıp 6 çocuğunu öksüz bırakan sigortasız inşaat işçisi?..’’‘‘İçtim!..’’‘‘Kamyonun çarptığı arabadaki bebek?’’‘‘İçtim!..’’‘‘Piknikte magandanın vurduğu ilkokul öğrencisi kız?’’‘‘İki gece üst üste içtim!..’’‘‘Ulan Vasfi, saçların fena dökülüyor. Yakında benden daha kel olacaksın.’’‘‘Ona da içildi!..’’‘‘Mesut Yılmaz...’’‘‘İçildi!..’’‘‘Yeşil...’’‘‘İçtim!..’’O sırada, Metin'den‘‘Uyy!.. Ha pu Firansa Güney Afrika'ya gol atacak takim midur?’’diye bir çığlık yükseldi. Metin, aslen Ege'li olmasına rağmen, Mecidiyeköy'de doğup büyüdüğü mahalle silme Karadenizlilerin yaşadığı bölge olduğundan, Türkçe'yi Laz şivesiyle konuşurdu. Ege kökenli olup, İstanbul'da doğup büyüyüp de Laz olmayı beceren tanıdığım tek insandı. Meyhanenin televizyonuna bakıp, Fransa'ya düz gidiyor, arada bir de rakı bardağını hızla dipliyordu.‘‘Fransa'dan, Güney Afrika'dan sana ne?..’’‘‘Pana ne olur mu abicuğum? Pizum Moşe nerede oynayı?’’‘‘Nerede oynuyor?..’’‘‘Paksana, Güney Afrika'da oynayı. Herifler Fener'e gol atmış oldular yani!.. Yahu, katılmadığımız tünya kupasında yine piz yeniliyoruz. Ha, ittuğumun tünyası!.. Gelen Fener'e vuriy, giden Fener'e vuriy!..’’Bu Fener lafından sonra, birden Vasfi'den de Fransa'ya hitaben okkalı bir küfür duyuldu. Sonra, bir ofoff çekip garsona‘‘Remzi, bana bir ufak getir, ama Tekirdağ olsun!..’’ dedi.*Padişah, öğle uykusuna yatmış. Uykusunun en koyu ve en tatlı yerinde:‘‘Leblebiciiieyy!..’’diye bir feryatla kuştüyü yatağında hoplamış. Cini tepesinde,‘‘Getirin bana şu leblebiciyi!..’’diye feryat etmiş. Sarayın önünden bağırarak geçen leblebiciyi yaka paça padişahın huzuruna getirmişler. Padişah,‘‘Şu herifin leblebilerini teker teker kıçına sokun!..’’diye gürlemiş. Muhafızlar, leblebileri yerleştirirlerken, leblebici hababam gülermiş. Gülmesi, padişahın tuhafına gitmiş.‘‘Bre rezil, haline mi gülüyorsun?’’‘‘Kendime değil, arkamdan bağıra bağıra asma kabakçı geliyordu, ona gülüyorum sultanım!..’’Bu fıkra aşağı yukarı her gün aklıma geliyor. Çünkü, padişahın leblebicisi gibi bana da bir Tomatisçi musallat oldu. Herif eve gizli kamera mı yerleştirdi, fala mı bakıyor bilmiyorum. Ama ne zaman öğle üstü şekerlemesine yatsam, uykumun en mayışmış yerine rastlatıp,‘‘Tomatiss!.. 70 bin lira!..’’diye iğrenç bir sesle höykürüp beni yatağımda bir karış zıplatıyor. Kimi, çirkin bir görüntüye bakamaz, gözünü kapatır. Kiminin burnu hassastır, kötü bir koku duysa başı ağrır, ben de çirkin sese hiç dayanamam. Çıldırasım, öldüresim gelir sahibini!.. Tomatisçi herifin sesi, ömrümde duyduğum en berbat höykürüştü. Keçi sesiyle, yokuş çıkan damperli kamyon gıcırtısı karışımı bir şey... Herifin kulağı odun gibi... Bir de makamla ünülemeye çalışıyor ki, can dayanmaz. Ama en kötüsü, bu sesin bir kamyonetin tepesine bağlanmış en ilkelinden cazırtılı bir hoparlörden gelmesi!.. Öylesine tozutuyorum ki, pencereden sağa sola ateş eden magandalara bile hak veresim geliyor. Ah, Silivri'de olacaktım ki, üç numaralı sopamı kaptığım gibi, Tomatisçi'nin burnunun dibinde bitiverecektim. Ne çare ki, bir apartmanın altıncı katındayım.Rica, minnet, tehdit kâr etmedi. Herif her gün sokağın ortasına demir atıyor, yarım saat bağırmadan gitmiyor. Bir gün, mikrofonumu Sony marka amplifikatöre soktum. Camları açıp 80'er vatlık iki hoparlörü de pencere önüne koydum. Herif,‘‘Tomatis 70 bin liraa!..’’diye bağırdıkça, ben de,‘‘Tomatis 60 bin lira!..’’diye haykırmaya başladım.Birkaç dakika sesi kesildi. Sonra,‘‘Bahçe tomatisi bunlaar!..’’diye işi kaliteye vurdu aklınca. Hemen bastırdım;‘‘Hollanda ithal tomatisii... Hem hormonsuz, hem 60 binee!..’’‘‘Elma gibi tomatis... 50 bin lira... Yetişen alıyoor!..’’‘‘Haydi 40 bine... Vatandaş menfaatinee!..’’‘‘30 bine len, 30 bine diyom!..’’Düello sürerken, perde aralığından sokağa da göz atıyorum arada bir. Tomatis'çinin başı kalabalıklaşmış. Plastik
kova, leğen kapan ev hanımı apartmanından fırlayıp 30 binlik domatese koşuşturmuş...İki gün sağır bir halde ve felaket bir başağrısıyla dolaştım. Ne kapı, ne telefon zilini duyabildim. Ama domatesçiyi de mahvetmiştim.*Ben, Tomatisçi'nin iğrenç sesinden kurtuldum diye sevinirken, herif üç gün sonra apartmanın önüne kamyonetiyle tekrar demir attı. Üstelik, daha yüksek volümlü ve daha cırtlak yeni bir hoparlör takmış olarak...Şimdi, Tomatisçi'ye ses dersi veriyorum. Nota, usul, makam öğretip, sesini gırtlaktan nasıl titreteceğini, diyaframını nasıl kullanacağını gösteriyorum. Arada türkü geçtiğimiz de oluyor.O da aldığı bu derslere karşılık, bana her gün 80 binden 5 kilo domates satıyor. Bitiremediğim için domatesleri önce komşulara dağıtıyordum, sonra aklıma dahiyane bir fikir geldi. Artık kilosu 20 binden karşıdaki manava satıyorum.
button