Huysuz İhtiyar

Güncelleme Tarihi:

Huysuz İhtiyar
Oluşturulma Tarihi: Eylül 27, 1998 00:00

Barbaros’un torunlarıZurnacı, çatlak zurnasını üfürür üfürür de nefesi tükenince zurnadan cıyırrrt diye bir ses çıkar ya işte o sese, zurnanın zırt dediği yer denir. Ben de artık zurnanın zırt dediği yerdeydim. İstanbul'u, Cağaloğlu Hamamı'nın göbek taşına çeviren bütün o ıslak yaz günlerini bir apartmanın çatı katında çalışarak geçirmiştim. Sonunda utanmayı bıraktığım için tandıra dönen betonların içinde anadan üryan dolaşırken burnuma vücudumdan yükselen yanmış biftek kokuları geliyordu. Üstelik, pencereler benimle eğlenir gibi Salacak ve Harem sahillerine bakıyordu. Evde hem denizi seyran edip, hem de kulaç atarak dolaşıyordum. Adım atarken de hayali sularda ayaklarımı çırpıyordum.*Hıçkırıklı yalvarma ve tehditkar girişimlerimden sonra tam 7 (tam yedi) gün izin yapabileceğime dörde karşı bir muhalefet oyuyla karar verildi. (Muhalefet oyu konusunda yazıişleri müdürlerimizden Cafer Yarkent'ten şiddetle şüphelenmekteyim. Ama Fikret Ercan da olabilir. Çünkü, o da son günlerde bana fazla sevgiyle davranmaya başladı.)*Kalkıp güneyde bir tatil köyüne gitmek enayilik olacaktı. İki günümüz, gidiş ve dönüşte uçağa, arabaya binip inerek heba olacaktı. Allah'tan kadim dostum Lütfi Akad'ın eşi Şükran hanım imdadımıza yetişti. Gazetede bir gemi turu ilanı bulmuştu. Karaköy'den gemiye binilecek, Ege ve Akdeniz'de Yunan adaları dolaşılacakmış. Lütfi Bey'le ikimizin de gözleri parladı. O, benden önce ihtiyarlık lüksünün tadını almış, hatta felsefesini yapıp huysuzluğu ve tembelliği bir sanat haline getirmişti. Bu durumda, biz değil oturduğumuz ev seyahate çıkacaktı. Biz, hem evde yaşamanın hiçbir nimetinden mahrum kalmayacak, hem de oturak yerlerimizi kımıldatmadan gezmiş olacaktık. Üstelik o evde yüzme havuzumuz bile olacaktı. Keyfe bakın keyfee!..*Karaköy rıhtımına varıp da gemiyi görünce biraz bozuldum. Bizim Yunan gemisi, televizyondaki Kaptan Stübing'in Aşk Gemisi'ne hiç benzemiyordu. Hatta, ilanda fotoğrafı basılan gemiye bile benzemiyordu. Keyfimizi bozmamak için rıhtımda kurt denizci bakışlarıyla gemimizi süzüp birbirimize tekneyi uzun uzun methettik. Gemiye çıkmak için Lütfi Bey branda beziyle kaplı ve sallanan iskeleye adımını attı. Sonra durup geri çekti. Sonra da her zamanki dayanılmaz nezaketiyle bana yol verdi. Benim gemiye sağ salim varışımı dikkatli bakışlarıyla izledikten sonra kendisi de tırmanmaya karar verdi. Arkadan da hanımlar geldi.İlk işim gidip geminin yüzme havuzunu görmek oldu. Havuz sözcüğü tabii lafın gelişi... Geminin banyo küveti, ancak iki kişilikti. Bir üçüncü turist yüzmek isterse, bu küvetten birinin çıkmasını beklemek zorundaydı.Ama bizi karşılayan İrem Tur'un pırıl pırıl genç rehberleri Melek ve Sarper ve de Trama'nın Zeki'sinin canayakın konukseverliği gemi konusundaki hoşnutsuzluğumuzu derhal unutturdu. Aslında turu düzenleyen bir Yunan turizm şirketiydi. Amerika'dan, Avrupa ülkelerinden, hatta Brezilya'dan müşteri buluyordu. İrem Tur ise bu Yunan turuna Türk turistlerle katılıyordu. Yunan şirketi, dünyanın her yerinden getirttiği turistlere İstanbul'u pazarlıyor, yani İstanbul'un haracını yiyordu. Gemide 300'e yakın yolcu vardı ve bunların ancak 27'si Türk'tü. Demek ki ayağını karadan çekince, üç yanı denizle çevrili bir ülkede yaşayan Türkleri deniz tutuyordu.*Gemiyle gezi gerçekten çok keyifli ve dinlendirici... Havuz kenarında bir dakika kitabıma bakıyordum, on dakika da denize... Akdeniz'in mavi dalgaları kırılınca çıkan beyaz köpükler dalgaların tepesinde gelin tacı gibi duruyordu. Koca ummanın üstünde binlerce gelin tacı yüzüyordu. (İşte, lafın burasında derin bir edebiyat yaptım ki, Doğan Hızlan bile gık diyemez!)Tabii bu arada Uzo'mdan daha derin fırtlar çekiyordum. Şimdi bana,‘‘Havuz kenarında yedi düvelin üryana mek kala mayo giyinmiş onca hatunu güneşlenirken sen ne halt etmeye denize bakınıp duruyorsun!..’’diyeceksiniz. Ama ne yapalım ki Allah her şeyi bir arada vermiyor. Bir kere, gemi yolcularının içinde belki de en genç çift bizdik. Üstelik, tüketim toplumlarındaki orta sınıfın bütün oburluğuyla fast-foodlara öyle bir yumulmuşlar ki, terazi kırmacasına!.. Ben, 90 kiloluk bedenim ve haşmetli göbeğimle en zayıf Amerikalı veya Hollandalı'nın yanında Hint fakiri gibi kalıyordum. Hanımların her adım atışlarında etleri rüzgara tutulmuş entari gibi dalgalanıyordu. İzin verin de, ben yine denizi seyredeyim olur mu?..*Geminin restoranı çok şıktı, ama yemekler kötüydü. Etler ve sebzeler yağ içinde yüzüyordu. Lütfi Bey'in kalbi çok hassastır. En küçük olaya bile üzülür. Ama sindirim sistemi daha da hassastır. O cambul cumbul yağlı yemeklerden sonra Lütfi Bey,‘‘Beni bir Yunan adasında bırakmayın ve cesedimi denize atmayın, Türkiye'de gömün. Kitaplarımı da Tarih Vakfı'na bağışlıyorum!..’’ diye vasiyete başladı. Demek ki Yunanlılar Türk sanatına da düşmandı. En büyük rejisörümüze yemek suikastı düzenlemişlerdi.Bu arada, tabii ben de boş durmuyordum. Önce, sabahın 8'inde kahvaltı bitti diyen bir garsonu, sonra da durduk yerde şarkı söyleyen ve herkesle akraba çıkmaya çalışan laubali bir kamarotu benzettim. Bir gün, herife sabahın köründe ve kulağımın dibinde bu bet sesle niye höykürdüğünü sordum. Kamarot, Zorba rolüne çıkmış bir Antoni Kuin edasıyla,‘‘Benim yaşamımda iki şey önemlidir; müzik ve seks!..’’dedi. Ben de,‘‘Eğer seks yapman da şarkı söylemene benziyorsa vah vahh!..’’dedim. Ünüm yavaş yavaş yayılmaya başlamıştı. Artık gemide özel bir ihtimam görmeye başlamıştım. Hatta, kaptanın verdiği yemekte kaptanın masasında özel konuk olarak davet edildik. Ben de kaptan Van Gelidis'i bizi masasına davet ettiğine pişman ettim. Kıbrıs'a aldıkları füzelerden başlayıp lafı Samson Cuntası'na getirince adam, yemeğini hızlı çekilmiş Şarlo filmlerindeki süratle yiyip bitirdi. Tolga'nın ateş saçan bakışları olmasaydı, Yunan kahvesi, Yunan yoğurdu, Yunan dolmades'i, Yunan zeybekikos'unun hesabını da soracaktım. Herhalde, kaptan da beni en yakın Yunan adasında indirip gemisiyle tüyecekti. Ne yapayım, o gece Yunan Uzo'su bize bedavaydı.*Gemimiz Rodos, Girit, San Torini, Patmos, Mikanos gibi bir türü Yunan adasına uğradı. Ben de bir İstanbullu olarak hafif tertip şok geçirdim.‘‘Heey misteer!.. Süvenir, leder!..’’diye üstüme kimse atlamadı. Kolumdan çekiştirip beni dükkanlara sürüklemeye kalkan da çıkmadı. Bütün adalarda huzur dolu bir sessizlik vardı. İnsanlar güleç yüzlü, sıcakkanlı ve kibardılar. Patırtıcı Atinalılar'a hiç benzemiyorlardı. Tabii aralarında tek tük dangalak da çıkıyordu. Ege haritası satın aldığım bir dükkancı, beni İngiliz sanıp haritayı açtı.‘‘Bak, burası İstanbul değil, Konstantinopolis'tir. Bu İzmir'in adı da Yunanca Simirna'dan gelir. Buraların hepsi Helen memleketidir. Buraların hepsi aslında bizimdir!..’’diye bir propaganda nutku çekti. Ben de dükkancıya,‘‘Madem ki sizin, gidip İstanbul veya İzmir'de niye oturmuyorsunuz?’’diye sordum. Herifin yüzünün aldığı yeşile çalan morumsu kırmızı rengi paletimde bir tutturabilsem dünyanın en büyük ressamı olurum.Ama beni en çok etkileyen adaların temizliği oldu. Adalı Yunanlılar, belediyeyi beklemeden sokaklarını kendileri üç beş kez yıkıyorlar. Hem de sabunlu sularla!.. Çarşılarda herkes vitrinlere bakarken, ben Malta taşı döşenmiş sokaklara bakıyordum. Bir İstanbullu olarak, temiz bir sokakla hasret gideriyordum.*Geceleri gemide şov da vardı. Geminin yağlı yemekleri yüzünden besiye çekilmiş İngiliz kızları, bacaklarını müzik eşliğinde kaldırıp indiriyorlardı. Oysa, indirmeyip hep kalkık tutsalar bence sanatsal açıdan daha mükemmel olacaktı.*Gemide tuhaf şeyler olmaya başladı. Önce aşçı kayboldu, sonra da bizim kamarotla bir garson... Geniş arama tarama sonucu heriflerin uğradığımız Yunan adalarında gemiyi terk edip dönmediklerine karar verildi. Gemiler, limana uğrayınca bu kayıplar olağanmış. Kimi tayfa sarhoş olur, kimi de bir sevgili bulup dönmezmiş. Aşçı gidince de yemekler bir hayli düzeldi.*Gemide yok yok!.. Gemin
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!