Bilim, bugünkü koşulların oluşumunda en büyük rolü oynayan gelişmelerin şu 10 olay olduğu konusunda birleşiyor:
ÇOK HÜCRELİ YAŞAMA GEÇİŞ
GÖZ: HAYATIN KURALLARI DEĞİŞTİ
BEYİN: BİTKİSELLİKTEN KURTULUŞ
KONUŞMA YETİSİ: EVRİMİN EN MUHTEŞEM İCADI
FOTOSENTEZ: YAŞAM İÇİN UYGUN ORTAM SAĞLADI
SEKS: YAŞAMI SÜRDÜRMENİN GARANTİSİ
ÖLÜM: DOĞUMUN SÜREKLİLİĞİNİN GARANTİSİ
ASALAKLIK: CANLI GELİŞMESİNİN İTİCİ GÜCÜ
SÜPER ORGANİZMALAR: İNSANLARIN ÜTOPYASINI GERÇEKLEŞTİRDİ
SİMBİYOZ: KARŞILIKLI ÇIKARA DAYALI YAŞAM
1) ÇOK HÜCRELİ YAŞAMA GEÇİŞ Yaşam, tek hücreli olmaktan kurtulup, karmaşık yapılar anlamına gelen çok hücreliliğe dönüşmesiyle büyük bir atılım yaptı. Peki bu geçiş birden mi oldu? Hayır, diyor uzmanlar, geçişte en az 16 kez evrim yaşanmış olmalı.. Hayat bir kez çok hücreliliği keşfettikten sonra, hayvanlar, yosunlar, kara bitkileri ve mantarlar, özetle tüm canlılar bu gelişime uydu ve bugüne kadar vardı.
Bu güç birleştirme süreciydi. Hücreler milyarlarca yıldır güçlerini birleştiriyor. Bakteriler de üç boyutlu yapılı koloniler kurdu. Canlıları bir üst düzeye, ökaryot (çekirdekli) hücreler taşıdı. Onlar yüzlerce milyon yıl önce kalıcı koloniler kurdu, bu sayede bazı hücreler dışkılama veya beslenme gibi çok özel görevler edindi ve uzmanlaştı. Bu gelişim müthiş bir eşgüdüm içinde oldu. Peki ökaryotlar bu büyük hamleyi nasıl ve neden başardı? Çünkü onlar, farklı amaçlara yönelik özellikleri geliştirdi. Çok sayıda tek hücreli ökaryot, başka hücrelerle eşleşmek gibi özel görevler olan hücre tipleri için uzmanlaşabilir veya başkalaşabilir. Bunu da, kimyasal sinyalleme sistemleri ile yapar, bu sistelerle çevrelerini hissederler. Ökaryotların avlarını yakalamalarını sağlayan yapışkan yüzeyli moleküller sayesinde, hücreleri bir arada tutar.
Burada belki de en önemli soru şu: Çok hücreliliği tetikleyen ne oldu? Bir görüşe göre hücreler birbirine yapışarak, tek hücreli düşmanları için yutamayacakları kadar büyük bir "lokma" haline geldj. Bir başka görüş: tek hücrelilerin kapasiteleri çoğunlukla sınırlıydı.
Bilim adamları, çok hücrelilerin en yakın akrabalarının genomlarını inceleyerek, ilk çok hücreli yaratıkların biyolojisini yeniden oluşturmak ve 600 milyon yıl önce tek hücreliden çok hücreliliğe geçişi anlamaya çalışıyor..
2) GÖZ: HAYATIN KURALLARININ DEĞİŞİMİ
Yapılan araştırmalar göre ilk gözler yaklaşık 543 milyon yıl önce, Kambriyen döneminin başlangıcında, Redlichia adı
verilen trilobit'lerde ortaya çıktı. Tribolitlerin gözleri, modern böceklerdeki gibi bileşikti. Ve fosil kayıtlarına göre gözün ortaya çıkışı çok ani oldu. Hemen hemen bir milyon yıl içinde.
Peki 543 ile 544 milyon yıl arasındaki bir milyon yılda ne oldu? Çünkü gözler birdenbire ortaya çıkamayacak kadar karmaşıktır. Bu konuda garkil görüşler olsa da örneğin İsveç'teki Lund Üniversitesi'nden Dan-Eric Nilsson'a göre gözler aniden ortaya çıkmadı, ışığa-duyarlı hücreler, yarım milyon yılda bileşik gözlere dönüştü.
Gözle birlikte hayatın kuralları sonsuza dek değişti. Gözlerden önce yaşam sakin seyrediyordu ve o dönemler denizlerde tembel tembel dolaşan yumuşak gövdeli solucanların egemendi. Gözlerin evriminden, icadından itibaren hayatın sakinliği sona erdi, vahşileşme ve rekabet dönemi başladı. Bu, evrimsel silahlanma yarışıldı adeta.
Trilobitler, gözleri sayesinde ilk aktif avcı gurubu oldu. Böylece avlarını kovalayıp yiyen ilk canlı oldu. Doğal olarak bunların avları da yine göz geliştirerek evrimleşmeye ve kendini korumaya başladı. Birkaç milyon yıl sonra gözler yaygınlaştı ve hayvanların hareket yeteneği arttı. Kambriyan patlaması olayının temelinde gözlerin gelişmesi var.
Işığa-duyarlı hücre gurubu büyük bir olasılıkla Kambriyan döneminden önce de vardı. Bu hücreler sayesinde ilk canlılar ışığın hangi yönden geldiğini anlayabiliyordu. Mesela bugün de bu ilkel duyu organlarına denizanaları, şerit solucanlar sahipler. Ancak gözle birlikte bir merceğin varlığı görme duyusu yüzde 1'den yüzde 100'e çıktı.
Tabii hepsinde göz gelişmedi. Çok hücreli hayvanların 37 kolundan aralarında omurgalılar, eklembacaklılar, yumuşakçalarda bulunan yalnızca 6'sının gözü evrimleştirebildi. Zaten bunlar da en yaygın, en başarılı hayvanlardır.
GÖZ IŞIĞI NASIL GÖRDÜ?Bazı canlılar göz yerine sadece ışığa duyarlı organa sahipti. Kambriyen döneminde, bir milyon yıl içinde gözün aniden evrimleştiği görüldü. Bu süreci çeşitli canlılarda açıklayan bu şeklin ortasındaki prototip göz, daha sonra bugünkü görme organına dönüştü.
3) BEYİN: BİTKİSELLİKTEN KURTULUŞ
Beyin, genellikle evrimin en büyük başarısı olarak değerlendirilir. Beyin bir sinir sistemidir tabii, öncelikle. Bitkisel
düzeyden bu sadeye kurtulabildi hayat. İnsanoğlu ayrıca lisan, zeká ve bilinç gibi özellikleri beyin sayesinde edindi. Sinir sisteminin oluşması hareket ve belleğin oluşmasına yol açtı. Mesela ‘beyni olmayan’ bir bitkinin yiyecek kaynağını biterse, yapacağı bir şeyi yok.
En basit sinir sistemi mercan, denizanası, denizkestanesi ve anemon gibi selentereler denilen hayvanlardaki halka şeklindeki devrelerdir. Bu sistemler çok akıllı olmayabilir, ancak bu organizmalar yine de ihtiyaçları olan şeyleri bulabilir ve bir bitkiden daha becerikli bir şekilde çevreleriyle etkileşim kurabilir.
Bir sonraki evrimsel aşamada, büyük bir olasılıkla Kambriyan dönemindeki şerit solucanlarda, hareketleri biraz daha güdümlü kılmak için bir tür kontrol sistemi gelişti.
Suda yaşayan canlılar bu sayede zehirli yiyeceklerin arasından besin değeri yüksek zararsız olanları ayıklama olanağına kavuştu. Bu tür hayvanların pek çoğunda beyinleri ağız kısmına yakındır. En ilkel omurgasızların pek çoğunda
yemek borusu beynin ortasından geçer.
Beyin ile birlikte duyular ve bellek oluştu. Ve hayvanlar çevredeki koşulların iyiye mi yoksa kötüye mi gittiğini anlayabilmeye başladılar. Basit bir beyni olan böcekler, sümüklüböcek ve yassı solucanlar bile bir adım sonrasında neler olacağını deneyimleriyle kestirebilir.
İnsan beyninin daha gelişmiş fonksiyonlarının -sosyal etkileşim, karar verme ve empati gibi- bu basit sistemlerin evrimleşmesiyle oluştuğu sanılıyor. İnsanlarda karar verme ve sosyal etkileşim ile ilgili frontal korteksin en gelişmiş kısımları, koku ve tat, ağız/dil ve bağırsak hareketleri ile ilgili kısımların hemen yakınlarındadır. Sözgelimi insanoğlunun, potansiyel eşini öpmesi, bilgi toplama ve kontrol etme amacını taşır.
4) KONUŞMA YETİSİ: EVRİMİN EN MUHTEŞEM İCADI
Konuşma yetisi bizim türümüze özgüdür. İnsanlar açısından konuşma yetisi evrimin en muhteşem icadıdır. Bizi bütün
canlılar dünyasında özel kılan her şeyin -bilinç, mistisizm, sembolizme uzanan zihinsel yolculuk, empati ve ahlak- başında konuşma yetisi gelir. Peki, evrim açısından konuşmanın önemi nedir?
İngiltere'den John Maynard Smith ve Budapeşte'den Eors Szathmary 10 yıl kadar önce evrimde ana geçişler başlıklı (The Major Transitions in Evolution) makalelerinde evrimdeki büyük adımları ‘bilginin bir nesilden diğerine aktarılması’ olarak tanımladı. Çalışmalarını, konuşma yetisinin ortaya çıkışı ile bitirdiler. Konuşma yetisinden öncesi, onlara göre evrimin en zor aşamasıydı!
Szathmary’ye göre yalnızca insan beyni lisan üretebilir; ayrıca yaygın kanının tersine, bu yetenek sadece Broca ve Wernicke bölgeleri ile sınırlı değil, bu bölgeler zarara uğrarsa, beyindeki diğer bölgeler bu eksikliği giderebilir.
Peki mesela şempanzelerde beyin neden böyel gelişmiyor? Ona göre bunun yanıtı yalnızca insanlarda varolan sinirsel ağ ile ilgili. Bu ağ, dil için gerekli olan karmaşık hiyerarşik işlemleri gerçekleştiriyor, hem genlerimiz hem de deneyimlerimiz tarafından biçimlendiriliyor. Dil genleri de saptanmaya başladı İnsanlar ve şempanzelerin genleri yüzde 98,5 ortak, ancak insan beynini biçimlendiren gen versiyonlarının, şempanze beynindekilerden daha aktif olduğu sanılıyor. Dahası, yeni doğmuş insan bebeklerinin beyinleri, yeni doğmuş şempanze yavrularının beyinlerinden daha az gelişmiş durumda. Dolayısıyla insan beyninde sinir ağlarının oluşumu uzun bir zaman gerektiriyor.
Atalarımız lisan sayesinde kendi çevrelerini yaratma, kültür oluşturma olanağına kavuştu ve genetik değişikliklere gerek kalmadan bu çevrelere uyum sağlayabildi.
5) FOTOSENTEZ : YAŞAM İÇİN UYGUN ORTAM SAĞLADI
Hayat dünya üzerinde belki de fotosentez ile başladı. Bu, güneş ışığından enerji sağlama yeteneği derin sonuçlar doğurdu ve atmosferi değiştirerek, Dünya'nın koruyucu bir tabaka ile öldürücü radyasyondan korunmasını sağladı. Fotosentez olmasaydı, atmosferde çok az oksijen olurdu. Dolayısıyla bitki ve hayvan da bu ortamda olamazdı. Dolayısıyla fotosentezin yarattığı oksijen, yaşamın gelişmesi için uygun ortamı yarattı.
Fotosentezden önce yaşam tek hücreli bakterilerden oluşuyordu. Bunların enerji kaynakları kükürt, demir ve metandı. Derken 3.5 milyar yıl kadar önce bir bakteri gurubu herhalde kükürt v edemir yemekten bıkmış olacak ki, yakıt ihtiyaçları için gerekli olan karbonhidratı sağlamak için, güneş ışığından enerji alma yeteneğini geliştirdi ve ortaya fotosentezin ilk tipi çıktı
Sonra yeni bir fotosentez tipi evrimleşti. Bu yeni tip, ana girdi olarak sudan yararlanıyor ve oksijen üretiyordu. Ancak bu dönemdeki oksijen zehirleyiciydi. Atmosferde oksijen birikiminden olumsuz etkilenmemek için bazı bakteriler özel bir mekanizma geliştirdi. Ve, bakteriler oksijeni enerji kaynağı olarak kullanmaya başladı.
Bu, çok önemli bir gelişme oldu. Çünkü Dünya üzerindeki yaşam, doping almış gibi çok hücreli yaşam şekillerine dönüştü. Bugün doğrudan veya dolaylı olarak fotosentez, Dünya'daki yaşamın kullandığı enerjinin tümünü üretir. Yakıt olarak kullanılan maddeleri yakmak için etkili bir araçtır, ayrıca, fotosentez tarafından üretilen oksijen, yaşamı koruyucu bir rol daha üstlenir. Dünya güneşten gelen morötesi radyasyonun bombardımanı altındadır. Oksijenli atmosferimizin yan ürün olarak ürettiği ve atmosferin 20-60 km arasında olan ozon tabakası zararlı radyasyonun çoğunu süzer. Bu koruyucu şemsiye sayesinde yaşam, denizlerin koruyucu ortamının dışına çıkarak karalarda gelişme şansını yakalayabilmiştir.
6) SEKS: YAŞAMI SÜRDÜRMENİN GARANTİSİ
Pek çok canlı türü eşeyli üreyerek (seksüel) yaşamını sürdürür. Seks, ayrıca Dünya üzerindeki çok sayıda ilginç
görüntünün de sorumlusudur. Sözgelimi bazı kuş türlerinin kur yapma dansları, erkek geyiklerin boynuz savaşı, háttá şiir, müzik ve resim gibi sanatsal faaliyetler cinsel güdülerin dışa vurumudur. Seks, yaşamın devamlılığından da sorumlu. Seksten vazgeçen türler birkaç yüz nesilden sonra yeryüzünden siliniyor.
Yararları bir yana, seksin nasıl başladığı konusunda bilgimiz çok az. Seks, DNA onarımı kadar sıradan ve olağan bir eylem olabilir. Tek hücreli eşeysiz organizmalar periyodik olarak genetik malzemelerini ikiye katlamak ve daha sonra bunları yarıya indirmek gibi bir alışkanlık edinmiş olabilirlerdi.
Bu alışkanlık, herhangi bir DNA hasarını onarmak için hasarlı DNA'yı farklı bir DNA takımı ile değiş tokuş etme şansını kazandırabilirdi. Bugün benzer bir DNA değiş tokuşu yumurta ve sperm üretiminde izleniyor.
7) ÖLÜM: DOĞUMUN SÜREKLİLİĞİNİN GARANTİSİ
Ölüm evrimsel bir stratejidir, bu açıdan bakıldığında, ölümün tanımına göre, bazıları Azrail'i de evrim yaratmış olabilir diyebilir! Hücreler ölümden fayda sağladıkları için yok olmayı tercih eder. Buna apoptosis, yani programlanmış hücre ölümü denir..
Ellerimizin 5 parmağı vardır, çünkü parmakların arasında bulunması gereken hücreler biz daha embriyo halindeyken apoptosis yolu ile ölür. Böylece parmaklar ortaya çıkar. Embriyo daha 8 ya da 16 hücre halindeyken hücre ölümü ile gelişimini sürdürür. Apoptosisi engellediğiniz anda büyüme rayından çıkar. Eğer ölüm olmasaydı doğamazdık.
Yetişkin haldeyken bile ölüm olmadan yaşayamayız. Apoptosis olmasa hepimiz kansere yenik düşebilirdik. Hücrelerimiz, hücre çoğalmasının kaosa dönüşmesini önlemek için çeşitli kontrol sistemlerinden yararlanır. Bu kontrol sistemleri bu tip hataları tespit eder ve rayından çıkmaya hazırlanan hücreleri intihara zorlar.
Programlanmış hücre ölümü günlük yaşamımızda da önemli bir rol oynar. Sözgelimi bağırsakların içini saran hücreler bu şekilde sürekli olarak yenilenir ve cildimiz dış yüzeyini ölü hücrelerle kaplayarak alt tabakaları korur. Bağışıklık sistemi bir enfeksiyonu temizlediği zaman, fazlalık oluşturan akyuvarlar düzenli bir şekilde intihar ederek enflamasyonun sönmesini sağlar. Bitkiler de hücre ölümünden yararlanır; patojenlere karşı mücadelede hastalıklı bölgeyi abluka altına alır ve daha sonra bölgenin içindeki tüm hücreleri öldürür. Yani organizma birkaç hücresini feda ederek kendisini kurtarır..
Fakat evrim bazı durumlarda tüm organizmanın ortadan yok olması doğrultusunda çalışır. Daha gelişmiş organizmalarda hücreler, birkaç düzine kadar hücre bölünmesinden sonra yaşlanmaya başlar ve bir süre sonra bu gidişat tüm organizmanın ölümü ile son bulur. Ancak bu görüşe karşı çıkan başka bir kurama göre bu, doğuştan gelen genetik yaşlanma programının bir parçasıdır ve bu program, yaşam sürelerinin belirli bir sınırın altında kalmasını sağlar.
Bazı evrim biyologları bu doğal "ölüm programı"nı kabul etmez. Yaşlılığı evrimin çöplüğü olarar görür. Yaşlılık nedeniyle ölen hayvanların, çok farklı şekillerde öldüğüne dikkat çeker. Onlara göre, doğal ayıklama ileri yaşlarda ortaya çıkan sorunlara çözüm bulmaya yanaşmaz, çünkü çok az sayıda insan ileri yaşlara kadar yaşama şansına sahiptir. Ancak son yıllarda insanlar üreme yeteneklerini yitirdikten sonra da yaşamaya devam ettikleri için, evrimin bu icadı bizim aleyhimize işliyor.
8) ASALAKLIK: CANLI GELİŞMESİNİN İTİCİ GÜCÜ
Günlük yaşam dilinde asalaklığa kızarız, bizim için asalaklık, çalma, kandırma ve kötülük yapmak ile eşanlamlıdır. Ancak asalaklar ile bunların konakçıları arasındaki savaş, evrimin en önemli itici güçlerinden biri. Bu mücadele olmasaydı yaşam çok farklı olurdu.
Virüslerden tenyalara, midyelerden kuşlara, asalaklar gezegenin üzerindeki en başarılı organizmaların başında gelir. Bunlar tüm yaratıklardan yararlanmaya bakar. Sözgelimi tenyalar, bağırsakların içinde, besin açısından zengin bir ortamda, başlarının üzerindeki kancalarla yaşama tutunur. Ortalama 18 yıllık ömründe insan tenyası 10 milyar yumurta üretir.
Karaciğer üzerinde yaşayan küçük parazit kurdu gibi çok sayıda asalak, konakçının davranışlarını yönlendirme becerisine sahiptir. Beyinleri asalaklı karıncalar, genellikle otların uç kısımlarına tırmanır. Çünkü karıncanın burada, asalağın nihai konakçısı olan koyunlar tarafından yenme olasılığı çok yüksektir.
Tennessee Üniversitesi'nden çevre bilimci Daniel Simberloff, "Evrimi büyük ölçüde yönlendiren parazitlerdir. Eşeyli üremenin devamı konusunda çok önemli bir rol oynarlar" görüşünde. Evrim üzerinde en fazla etkisi olan asalaklar en küçükleridir. Bakteriler, protozoanlar ve virüsler konakçılarının evrimini şekillendirirler, çünkü en dayanıklılar enfeksiyon karşısında hayatta kalır.
9) SÜPER ORGANİZMALAR: İNSANLARIN ÜTOPYASINI GERÇEKLEŞTİRDİ
Cok sayıda bireyin işbirliği yaparak uyum içinde bir yaşam sürmesi herkes için daha kaliteli bir yaşam ortamı yaratır.
Aslında bu yaşam biçimi insanların ütopyasıdır ve buna bugüne kadar varamamışlardır. Fakat, dünyamızda çok canlı bunu şaramşı durumdadır.
Mesela Portekiz sularında yaşayan bir denizanası türü buna bir örnektir. Bu yaratık, aslında tek hücreli organizmaların oluşturduğu bir kolonidir. Bu koloni içindeki iş bölümü o kadar mükemmel bir düzen içinde yürütülür ki, bazı bilim adamları bu işbirliğini sanatsal bir eylem olarak değerlendirir. Bu tek hücreli yaratıklardan bazıları hareketten sorumlu iken, bazıları beslenme, bazıları ise besinlerin dağıtımından...
Bu komün yaşamın avantajları çoktur. Tek başlarına olsa, deniz tabanına yayılacak olacak organizmalar, birlikte özgürce yüzebiliyor. Ayrıca birlikte düşmanlarına karşı kendilerini daha iyi savunabiliyorlar; çevresel felaketlere karşı daha iyi direnebiliyorlar; yeni bölgeleri istila edebiliyorlar. Portekiz denizanaları aslında bir süper organizmadır.
Evrimin, bu süper organizmaları nasıl yarattığı konusunda ilk ipuçları koloni halinde yaşayan böcek türlerinde görüldü. Bu hayvanlarda dişiler döllenmiş yumurtalardan çıkarken, erkekler döllenmemişlerden çıkar. Seksin bu şekilde belirlendiği yöntemlerde kız kardeşler, çocuklarından çok birbirleriyle daha yakın akraba konumundalar. Bu koşullarda genlerinin geleceğini garantiye almanın en kestirme yolu, yumurtlamaktan çok birbirilerine destek olmaktır. Arı kovanlarında tanık olduğumuz işbirliği ve desteğin altında yatan neden budur.
Gerçek komün hayatı termit ve karıncalarda görülür. Ancak en gelişmiş şekli arılarda yaygındır. Bu küçük topluluklar bugün dünya üzerinde ütopyaya en yakın sosyal ilişki örneklerini oluştururlar.
10) SİMBİYOZ: KARŞILIKLI ÇIKARA DAYALI YAŞAM
Simbiyoz: iki farklı türün fiziksel olarak, karşılıklı yarar sağlamaya yönelik bir dayanışma içine girmesidir. Hepsinde
ortak payda yiyecek bulmaktır. Simbiyoz, evrimi tetikleyen en güçlü itici gücü oluşturdu ve yeni simbiyotik ilişkiler bu nedenle durmadan yeşerir. En temel eşleşme karmaşık ökaryotik hücrelerde görülür. Ökaryotlar mitokondriya ve kloroplast adı verilen küçük, özel organlar yardımıyla yiyecek veya güneş ışığından enerji toplar. Bu organlar ilk başta daha basitti. Bunlar olmasaydı, çok hücrelilik gibi yaşamın temel oluşumları vücut bulamayacaktı. Bunların dünyasında iki önemli şey vardı. Biri soluk alma, diğeri ise fotosentezdi. Ökaryotlar bunları simbiyoz aracılığı ile prokaryotlardan (karyot öncesi) ödünç aldı.
Simbiyoz evrim boyunca çok sık ortaya çıktı ve bir kural olduğu düşünülüyor. Okyanusun derinliklerinde yaşayan fenerbalığı, ışık saçan bir bakteriyi ağzının çevresindeki uzantılarda barındırır. Bunların ışığına gelen küçük balıklar fenerbalığı için kolay bir av oluşturur. Okyanusun yüzeyinde mercan polipleri, fotosentez yapan yosunlar için ideal bir barınaktır. Polipler, inorganik atık maddeleri, organik karbon bileşimi karşılığında değiş tokuş eder. Besin açısından yoksul tropik denizlerde bu kadar fazla canlının bulunmasının nedeni de buna bağlıdır. Yosunlar ayrıca morötesi ışığı emen ve mercanları koruyan kimyasal bir madde üretir.
Bitki türlerinin yüzde 90'ından fazlasının simbiyotik eşleşme faaliyeti içinde bulunduğu tahmin ediliyor. Orkide tohumlarının en ufak bir besleyici özelliği yoktur. Toprakta filiz vermek ve gelişmek için tohumları etkileyen bir mantarı sindirirler. Tohumların yayılmasında etkili olan kuşlar, hayvanlar ve böcekler sembiyozun en önemli örnekleridir. Bunlar olmasaydı bugün çiçek açan çiçekler olmazdı..
New Scientist’den derlediğimiz bu yazıda göre, bir tür karınca, yeraltındaki yuvalarında büyüttükleri bir mantara gübre oluşturması için biçilmiş yapraklardan yararlanır. Karıncalar bu yaprakları yemez, ancak bunlardan beslenen mantarlar, yapraklardaki toksinleri parçalayarak şeker ve nişastadan oluşan çok lezzetli bir yiyecek üretirler. Ayrıca bağırsaklarımızda yaşayan ve yiyecekleri sindirip, vitamin üreten bakteriler olmasa bizler de yaşayamazdık.