Elinizde bir seçenek var; o da trenin makas değiştirmesini sağlamak. Ancak, o zaman da öteki hatta takılı kişiyi ezip geçmesi söz konusu. Bu durumda ne yaparsınız?
Zararı en azına indirmek amacıyla, belki de çoğu kişi gibi, trenin makas değiştirmesini sağlamanın en doğru yol olacağını düşünebilirsiniz.
Peki, ya durum biraz daha farklıysa? Söz gelimi, trenin gelişini bir köprüden izliyorsunuz. Ancak, trenin makas değiştirmesini sağlamak elinizde değil.
Tek çare, önünüzde duran iri yarı adamı itip treni durdurmasını sağlamak.
Bir kişiyi feda mı?
Böylece, beş kişinin yaşamını kurtarmak uğruna bir kişinin yaşamını feda etmeniz gerekebilir. O zaman ne yaparsınız? Bu durumda, sorun farklı bir boyut kazanıyor. Çoğu insan gibi davranacak olursanız, bu çaresiz adamı ölüme terk etmezsiniz.
Sonuçta daha çok insanın yaşamını kurtaracağınızı bilseniz de, birilerini durup dururken ölüme sürükleme fikri size pek
doğru gelmeyebilir.
Burada aynı mantığa dayanan, ancak sonuçları birbirlerinden çok farklı iki durum söz konusu. Yıllardır düşün insanları ve ruhbilimcilerin kafalarını kurcalayan bu deney sonuçta bilim çevrelerinin de iki farklı cepheye ayrılmalarına neden oluyor.
Bir grup ahlaki değer yargılarının mantıklı düşünceden kaynaklandığına inanırken, bu görüşün karşısında yer alan grup ahlakın köklerinin duygulara dayandığını öne sürüyor. Gelgelelim, tren ikilemi böylesine düz bir mantık çerçevesine uymuyor.
Ahlak laboratuvarda
Ahlak konusu düşünsel boyuttan giderek laboratuvar ortamına taşınırken, bu ikiye bölünmenin de yanlışlığı giderek tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmiş oluyor.
Ahlakın temelindeki ruhsal etmenleri araştıran bilim insanları bunda hem mantık, hem de duyguların bir payı olduğunu giderek fark etmeye başlıyorlar.
Bu arada beyin taramaları ikisi arasındaki etkileşimi ve her birinin hangi durumlarda öne çıktığını da açıklığa kavuşturuyor. Elde edilen bu bulgular kök hücre araştırmalarından tutun da, kürtaj, ölüm cezası ve savaşa dek uzanan son derece çetrefilli kişisel ve toplumsal konularda nasıl bir düşünce sürecinden geçtiğimize ışık tutuyor.
Törebilim ahlaki görüşlerin davranışlarımızı nasıl etkilediğini, hem kendi ahlaki değerlerimizi, hem de içinde yaşadığımız toplumun değerlerini nasıl değiştirebileceğini de ortaya koyuyor.
Kimler el attı
İskoçyalı David Hume, 1777’de kaleme aldığı bir yazısında, ahlakın temelinin mantık mı yoksa duygu mu olduğu konusunda ateşli bir tartışma yaşandığını dile getiriyor ve kendisinin duyguyu savunanlardan yana olduğuna dikkat çekiyordu.
Başta Immanuel Kant olmak üzere, mantıktan yana olan kimi düşünürler iki yüzyıl boyunca Hume’un "duygusalcı" görüşüne karşı savaştılar.
Derken, 1960’larda, Harvard Üniversitesi ruhbilimcilerinden ve Kant’ın savunucularından Lawrence Kohlberg 30 yıl boyunca egemen olacak bir kuram ortaya attı.
Jean Piaget’nin bilişsel ruhbilimle ilgili çalışmalarından yola çıkan Kohlberg, çocuklarda ahlaki değerlerin akıl yürütme yeteneğinin bir ürünü olduğunu ve bilişsel yetileri geliştikçe ahlaki değer yargılarının da giderek daha incelikli bir boyut kazandığını öne sürüyordu.
Kohlberg’in görüşü on yıl öncesine dek ahlaki kararlarla ilgili ruhbilimsel tartışmaların çıkış noktasını oluşturmaktaydı. Ne var ki, son beş on yıldır bu konuda köklü değişimler yaşandı.
Kökenleri nerede
Bu değişimlerin başında evrimsel biyoloji uzmanlarının ahlakın kökenlerini, amaç ve işlevlerini araştırmaya başlamaları ve ahlaki uygulamaların bir bakıma evrildiği yönünde bir görüşün ortaya çıkması yer alıyor.
İnsan dışındaki canlı türlerinde, özellikle de başka primatlarda ahlaki özelliklere tanık olunması ahlakın tümden üst düzey bir düşünce biçiminin ürünü olduğu görüşünü yerle bir ediyor.
Dahası, ruhbilimciler görsel algılamadan dilin kavranmasına dek uzanan bir dizi ruhsal alanda bilinçsiz, hızlı süreçlerin önemini giderek fark etmeye başlıyorlar. Bu bağlamda, bilginin kısıtlı olması durumunda etkili kararlar almamızı sağlayan ve duyguların ağırlıkta olduğu düzeneklerin incelenmesi büyük bir önem taşıyor.
Söz gelimi, tiksinti duygusunu ele alalım. Sokakta küflenmiş, ya da kokuşmuş bir yiyeceğe rastladığımızda, muhtemelen mikroplar bulaşmıştır bu yüzden tehlikeli olabilir diye düşünmek yerine, ilk tepkimiz genellikle ondan iğrenmek ve bir yana fırlatmak olur.
Sezgilerin ürünü mü?Araştırmalardan elde edilen bu verileri biraraya getiren Virginia Üniversitesi toplumsal ruhbilim uzmanlarından Jonathan Haidt, ahlaki değer yargılarının uzun bir düşünce sürecinden çok, "sezgilerin" ürünü olduğuna inanıyor.
Sezgilerin nereden kaynaklandığı konusunda da, söz gelimi, "kendi çocuğunu öldürmek doğru değildir" türü değerlendirmelerin tıpkı tiksinme duygusu gibi beyinde evrildiğine, "ölüm cezası yanlıştır" türü yargıların da toplumsallaşma süreci içinde zamanla edinildiğine parmak basıyor.
Haidt ve arkadaşları tarafından yapılan incelemeler derin düşünce sürecinin ahlaki değer yargılarının oluşmasında yalnızca kısıtlı bir rolü olduğu görüşünü destekliyor.
Örneğin, bir keresinde insanlara biri kız öteki erkek iki kardeşin çadırda tatil yaparken cinsel ilişkiyi aralarında denemeye karar verdikleri bir senaryo sunuldu.
Her iki taraf da korunduğundan, sakat çocuk doğurmak gibi bir olasılık söz konusu değildi. İlk denemenin ardından her ikisi de normal yaşamlarına döndü ve olay ruhsal açıdan hiç birinde olumsuz bir etki yaratmadı.
Ahlaki şaşkınlıkBu senaryo karşısında irkiliyorsanız, yalnız değilsiniz. Ne var ki birçok kişi yalnızca irkilmekle kalmayıp, bunun ahlaki açıdan tümden yanlış olduğunu öne sürüyor ve olayı tu kaka ilan ediyor.
Bu kişilere neden öyle düşündükleri sorulduğunda da, genellikle elle tutulur bir açıklamaları olmadığını, ancak içlerindeki sesin onlara bunun yanlış olduğunu söylediğini getirmekle yetiniyorlar.
Haidt’e göre bu "ahlaki şaşkınlık" ahlak konusundaki mantık yürütme sürecinin ahlaki kararların ardından yaşandığını ve bu sürecin de gerçekte daha önce sezgi ve duygularla varılan ahlaki değer yargılarını kamu önünde haklı çıkarmak yönünde bir girişim olduğunu ortaya koyuyor.
Yale Üniversitesi gelişimsel ruhbilim uzmanlarından Paul Bloom da kimi ahlaki değerlerimizin herhangi bir mantığa dayanmadığına, bunların ya doğuştan var olduklarına ya da toplumsallaşma süreci içinde edinilmiş olabileceklerine parmak basıyor.
Ancak Bloom akıl yürütmenin, temel bir unsur olmasa bile, karar verme sürecinde yine de önemli bir yere sahip olduğuna inanıyor.
Köleliğin kötülüğü
Akıl yürütme en azından iki biçimde can alıcı bir rol oynayabilir. Tarihsel açıdan ahlaki düşünce ahlaki değişim için bir hızlandırıcı işlevi görür. Örneğin, köleliğin kötü olduğu ya da kadınla erkeğin eşit haklara sahip olması gerektiği gibi görüşler ancak uzun bir düşünce sürecinin sonucunda ortaya çıkmıştır.
Dahası, ahlaki düşünce süreci günlük yaşamımızda da önemli bir yere sahiptir."Hepimiz nasıl bir yaşam sürdüreceğimize, zamanımızı ailemizle işimiz arasında nasıl bölüştüreceğimize, iş arkadaşlarımız ve dostlarımıza karşı ne tür yükümlülüklerimiz olduğuna karar vermek zorundayız. Bu sorunlara çözüm getirmemiz de ancak üzerinde düşündüğümüz sürece mümkün olabilir," diyor Bloom.
Insanda ahlakın hem biyolojik, hem de kültürel temellere dayandığı görüşünün giderek yaygınlık kazanması üzerine Bloom ve öteki gelişimsel ruhbilim uzmanları hangi ahlaki bilgilerin doğuştan var olduğunu araştırmaya koyuldular.
Yardımlaşma ve dostluk
Bloom ekibinin bir araştırmasında 12 aylık bebeklere bir çizgi
film gösterildi. Bir topun tepeye tırmanmaya çalıştığı filmde "kare" ona yardımcı olurken, "üçgen" işi baltalamaktaydı.
Öteki iki filmden birinde top "kare"ye yakınlaşıyor, ötekinde de "üçgen" ile dost oluyordu. Bebeklerin seçimlerini topla karenin dost oldukları filmden yana yaptıkları onu izleme süresinden açıkça belli oluyordu. Bloom’a göre bu durum, ahlakın en temel yapı taşlarından biri olan yardımlaşma ve dostluk arasındaki ilintiyi çok küçük çocukların bile kavrayabildiklerini gösteriyor.
İnsanoğlunun evrim süreci sonucunda ne tür ahlaki ikilemlerle donatıldığı konusu yalnızca gelişimsel ruhbilimciler tarafından araştırılmıyor. Princeton Üniversitesi felsefe ve bilişsel ruhbilim uzmanlarından Joshua Greene ahlaki
seçimler yaparken beyinde neler olup bittiğini anlamak için beyin görüntüleme yöntemlerinden yararlanıyor.
Greene ve arkadaşları özellikle de tren ikilemine çözüm getirirken beyin etkinliklerinde ne gibi farklılıklar meydana geldiğini anlamaya çalışıyorlar. Çağdaş beyin görüntüleme yöntemleri sayesinde düşün insanlarının hangi konularda yanılgıya düştükleri giderek aydınlığa kavuşuyor.
Karar verme zamanı
Manyetik titreşimli görüntüler farklı durumların beyinde farklı tepkilere yol açtığını ortaya koyuyor. Makas değiştirme seçeneği verildiğinde, herhangi bir maliyet-gelir çözümlemesinde olduğu gibi, beynin "sonuca götürücü" karar-alma işlevlerinden sorumlu olan ön kısmının devinime geçtiği görülüyor.
Oysa, bir insanı ölüme sürükleme ya da sürüklememe konusunda karar verirken beynin hızlı duygusal tepkilerle bağlantılı bölümlerinde yoğun bir etkinliğe tanık olunuyor. Green’e göre, birilerini ölüme sürüklemek kişiyi bire bir etkileyen ahlaki bir karar olduğundan beyin bununla baş edebilecek biçimde evrilmiş olabilir.
Öte yandan, makas değiştirmek gibi yeni ve soyut bir sorun daha mantıklı bir çözümlemeyi gerektirebilir.
Köprü senaryosunda beynin farklı bölgeleri devinime geçmekle kalmayıp, karar alma süreci de uzuyor- öldürme kararı verildiğinde süreç daha da uzuyor. Ardında iyi bir niyet olsa bile, böylesine tatsız bir karar kişinin kendi içinde bir çelişki yaşamasına neden oluyor.
Duygulara hitapBu çelişki beynin bilişsel denetimden sorumlu bölgelerinde yoğun bir etkinliğe yol açıyor. Greene bu etkinliğin başkalarına zarar vermenin yarattığı hoşnutsuzluğun üstesinden gelinmesi için gerekli olan bilişsel çabanın bir yansıması olduğuna inanıyor.
Şimdilerde tren senaryosuna başka ahlaki değerleri de eklemeyi tasarlayan Greene kök hücre araştırmaları, kürtaj ve ölüm cezası gibi konularla ilgili ahlaki düşüncelerin daha yakından kavranmasının bu konulara bakış açısını da değiştirebileceğine inanıyor.
Haidt’in deneyleri içimizdeki tiksinti duygusunun ahlaki değerlere nasıl da ters düşebileceğini ortaya koyuyor.
Örneğin, fırına verilmeye hazır bir piliçle cinsel ilişkiye girmek gibi tiksinti verici bir edim bile kimi zaman değerinden yitirip, ahlaki açıdan ancak yakışık kalmaz bir davranış biçiminde algılanabiliyor.
Haidt birilerinin duygularına hitap etmenin genellikle mantıklı görüşler öne sürmekten daha ağır bastığına dikkat çekiyor. Bir başka deyişle, insanların gönüllerini fethetmenin onların kafa yapılarını değiştirmekten daha kolay olduğuna inanıyor.
Ahlakı etkilemekBir toplumun ahlaki görüşlerini etkilemek amacıyla insanların duygularıyla oynanabileceği gerçeği insana son derece çarpıcı gelebilir. Rutgers Üniversitesi filozoflarından Stephen Stich,"Dünyayı huzursuz eden sorunların çoğu kimi inançların belli ahlaki normlarla aynı kefeye konmasından kaynaklanıyor. İnsanların normlarıyla nasıl oynandığını bilecek bilgiye ulaştıkça, bunun nasıl yola sokulacağını da düşünmeye başlamalıyız," diyor.
New Scientist’te yayımlanan yazı şöyle devam ediyor: Çözüm, ahlakın hem duygulara hem de mantıklı düşünceye dayandığının fark edilmesinde yatabilir. İnsanların ahlaki düşüncelerinin nereden kaynaklandığı konusunu daha ciddiye almaları gerektiğine dikkat çeken Greene,"Ahlak konusundaki kişisel görüşlerimizi sorgulamaya ve onları nesnel bir biçimde değerlendirip herhangi bir önyargı ya da eğilimi yansıtıp yansıtmadığını araştırmaya başlamak bile ahlaki açıdan bir gelişme sayılır," diye ekliyor.