Güncelleme Tarihi:
Dünyanın tepesindeki cennet
Bir barda tanıştığım Alaskalı yarış köpeği yetiştiricisi Mike, beni çiftliğine davet etmişti. Hiç düşünmeden 'evet' demiştim.. Ama bu daveti kabul ederken, çiftliğe ulaşabilmek için 4 metre uzunluğundaki bir kayıkla, Susitma Nehri'nde 12 saat yolculuk yapacağımı bilmiyordum.. Kah sütliman olan kah azgınlaşan nehirde yaptığım zorlu yolculuk sonunda, bir yerde karaya ayak basmıştık.. Ben bu zahmetli yolculuğun bittiğine sevinirken, önümüzde daha 3-4 saatlik zahmetli bir yürüyüşün olduğunu öğrenince adeta yıkılmıştım..
12 saatlik nehir yolculuğunun şokunu üstümden daha atmamıştım ki, Mike'ın söyledikleri bir tokat gibi patlamıştı yüzümde.. Alaskalı köpek yetiştiricisi, hedefe ulaşabilmemiz için 3-4 saat yürümemiz gerektiğini söylüyordu.. Yapacak hiçbir şeyim yoktu. 'Benden bu kadar, geri dönüyorum' diyemezdim.. Kayığı boşalttıktan sonra, ıslak elbiselerimle kendimi çimenlerin üstüne atmıştım.. Bir yandan gülüyor, bir yandan da Türkçe küfürler savuruyordum.. Sinirlerim laçka olmuştu.. Attığı kazığın farkında olan Mike da kahkahadan kırılıyordu.
Çimen sefam fazla sürmemişti. Çünkü binlerce sivrisineğin hücumuna uğramıştım.
Kulaklarımın içi, burun deliklerim, gözlerim, yüzüm, ensem, ellerim yani açıkta nerem varsa orası, sivrisinek ordusu tarafından işgal edilmişti.. Elimi her silkeleyişte yüzlercesi ölüyor, bir kaç saniye sonra diğer yüzlercesi, onların yerini alıyordu.. Mücadelemi izleyen Mike, elinde bir kutu sinek öldürücü spreyle yanıma gelmiş, 'gözlerini kapa' demişti.. Ve elindeki kutuyu başımdan aşağıya sıkıp bitirmişti.. Bu geçici bir rahatlamaydı. İlaç etkisini yitirir yitirmez saldırı tekrar başlayacaktı.
SİVRİSİNEK CENNETİ
Ülkede kaldığım günler bana ,Alaska'nın gerçekten bir sivrisinek cenneti olduğunu öğretmişti.. Eriyen buzulların oluşturduğu bataklıklar, bu yaratıklar için en elverişli üreme alanı haline gelmişti.. Yaz aylarında, insanların sokaklarda yürürken, arıcıların kullandıkları maskelerden taktıklarını söylemişlerdi de inanmamıştım.. Daha sonra, ben de o maskelerden takmak zorunda kalınca dehşete düşmüştüm.. Fotoğraf çekerken objektifin üstüne üşüşen sinekleri kovmakta akla karayı seçmiştim.. Onun için, Alaska'da bulunduğum süre içinde, çantamda her zaman bir kaç kutu sinek kovar bulundurdum..
Çantadan oltaları çıkartan Mike, anlaşılan bu yorucu yolculuğu biraz olsun tadlandırmaya çalışıyordu. Akıntıya salladığım misinayı, ondan öğrendiğim gibi çekiyor, tekrar atıyordum.. Benim oltam her seferinde sudan boş çıkıyordu. Mike ise fazla büyük olmayan bir kaç somon yakalamıştı.. Tam bu işten sıkılmıya başlamıştım ki, birden elimdeki misina gerilmiş, kopacak hale gelmişti.. Ben daha ne olduğunu anlamadan, Mike, 'Kral Somon' diye bir nağra atmıştı. Ben de o heyecanla oltaya asılmış, balığı karaya çekmeye çalışmıştım.. Ama 'Kral Somon'un benim gibi acemiye pabuç bırakmaya hiç niyeti yoktu.. Kafasını şöyle bir sallayıp, misinayı koparmış ve nehrin bulanık sularında kaybolmuştu..
SOMONUN LEZZETİ
Kralı yakalayamamıştım ama, bu mücadele bile keyfimi yerine getirmişti.. Mike'ın yakaladığı balıkları temizleyip, çubuklara geçirmiş, meydan ateşinde pişirdikten sonra bir güzel yemiştik.. Köpek yetiştiricisi hoş bir sürpriz yapıp, balığın yanına bir şişe de beyaz Kaliforniya şarabı açmıştı.. Bu mini ziyafet, öfkemi biraz olsun dindirmişti.. O yemekten sonra, Susitma Nehri'nin soğuk sularında beslenen kırmızı etli somon balıklarının, dünyanın en lezzetli balıkları olduğuna karar vermiştim..
Eşyalarımızı sırtlayıp yola koyulmadan önce, gözüm Mike'ın silahlarına takılmıştı. Belinde uzun namlulu bir toplu tabanca, sırtında da bir tüfek asılıydı. Bunları görünce, ormanın içinde bizi neler beklediği konusunda soru sormayı gereksiz bulmuştum. Tehlike oranı yüksek bir yürüyüş yapacağımız belli olmuştu.
Yüksek ağaçlar gökyüzünü kapattığı için, ormanın içinde loş bir aydınlık vardı. Zemin ise yer yer bataklıktı. Yürüyüşümüzün daha 10. dakikasında, dizlerime kadar çamura batmış, dallara tutunarak güç bela çıkabilmiştim.. Otlar, çamuru ve suyu gizlediği için bastığım yeri göremiyordum.. Benimki düşe kalka bir yürüyüştü.. Belden aşağım çamurlu sudan, belden yukarım da terden sırılsıklam olmuştu. Saçlarımın dibinden fışkıran ter, ilacın etkisini yokettiği için sivirisinek hücumu da tekrar başlamıştı..
GEZGİNİN KADERİ
Bataklık, sivrisinekler, ter, tıkanan nefesim, ayı çıkacak korkusu.. Dünyanın bir ucuna bu işkenceyi yaşamak için mi gelmiştim?.. Bir yandan kendime ve Mike'a okkalı küfürler savuruyor, bir yandan da geride kalmamak için hızlı adımlarla yürümeye çalışıyordum.. Birinci saatin sonunda öylesine yorulmuştum ki, kendimi bir ağacın dibine zor atmıştım.. Bağıracak bile halim kalmadığı için Mike'ı ıslıkla uyarmış, beklemesini işaret etmiştim..
Bir yandan körük gibi inip çıkan göğsümü sakinleştirmeye çalışıyor, bir yandan da, acımasız şekilde saldırılarını sürdüren sivrisineklere karşı bir çözüm arıyordum.. Aslında Alaska hep hedefimdeki ülke olmuştu.. Yıllar boyu buralara gelmek için yanıp tutuşmuştum. Bu toprakları anlatan belgeselleri soluksuz izlemiştim. Alaska, yalnızlık ve mutluluk.. Nedense kurduğum düşlerde, bu üç kelimeyi birbirlerinden hiç ayırmamıştım.. Oysa şimdi, ıslak, terli ve nefes nefese oturduğum bu ağacın altında, Alaska'ya niçin geldiğimi sorgulamaya başlamıştım.. Halbuki romantik düşlerin gerçek yüzleriyle ilk kez karşılaşmıyordum ki.. Dağ zirvelerinde, çöllerde, yoksul kentlerde, dayanılmaz sıcakta, dondurucu soğukta, buraların fotoğraflarda göründüğü gibi pek cazip yerler olmadığının farkına varmıştım.. Ama bu gerçeklik beni hiç vazgeçirememişti.. Gezgin olmak, bu zorluklara katlanmakla gerçekleşiyordu. Esas keyifin, arka sokaklarda, sarp yamaçlarda, kızgın kumlarda, geçit vermez ormanlarda olduğunu öğrenmiştim artık.. Her zorlu yolculukta önce yenilir gibi oluyor, pişmanlıklar yaşıyor, yolculuk dönüşünde de anlata anlata bitiremiyordum.. Bu gezim de onlardan biri olacaktı.
VE YOLUN SONU
Yorgunluğumu biraz atınca, tekrar yürüyüşe başlamıştık.. Bir süre ilerledikten sonra, Mike'ın işareti ile olduğum yerde kalmıştım.. Parmağıyla işaret ettiği yerde, kocaman siyah bir ayı duruyordu. Yürüyüşe çıkarken, ormanın derinliklerindeki ayıların varlığı beni ürkütmüştü ama gerçeği ile karşılaşınca pek korkmamıştım. Belki de Mike'ın silahlarına güvenmiştim. Ayı bir süre bizi süzmüş, sonra ormanın içine doğru koşar adım kaçmıştı.
Dört saatlik bir yürüyüşten sonra ormandan çıktığımızda, kendimi cennetin ortasında bulmuştum. Gözüme ilk çarpan manzara, ağaçların gölgelerinin yansıdığı ayna gibi bir göl ve onun kıyısındaki odundan yapılmış iki kulübe olmuştu. Gücümün son kırıntılarını da harcayıp, kulübenin birinin verandasındaki sallanır koltuğa çökmüş, ciğerlerimi ağaç kokan havayla doldurup, uzun yolculuğun ilk yorgunluğundan sıyrılmaya çalışmıştım.
Gözden uzak bir eldeğmemişliğin ortasına düşmüştüm. Kulübelerde elektrik yoktu. Yayın dalgaları bu ücra köşeye kadar ulaşamadığı için, televizyon ve radyoya da gerek duyulmamıştı. Modern dünya ile bağlantıyı bir telsiz aracı sağlıyordu. Mike burada kendine, tam bir ilkel yaşam kurmuştu. Islak elbiselerimi çıkarttıktan sonra, Mike'ın icadı derme çatma duşun altında, buz gibi suda yıkanmak, tüm yorgunluğumu alıp götürmüştü. Hatta sabahtan beri ettiğim küfürleri unutup, 'iyiki gelmişim' demeye bile başlamıştım.
HUZURLU BİR UYKU
Verandada bir yandan, 'Bookers Noe' adlı 60 derecelik bir Bourbon viskiden küçük yudumlar alarak ısınmaya çalışıyor, bir yandan da, şömine için odun kıran Mike'ı seyrediyordum.. Isı sıfırın altına bir kaç derece düşünce içeri girip, şöminenin üstünde geyik eti kızartmış, bir şişe kırmızı şarapla işi şölene dönüştürmüştük..
Elime gaz lambasını alıp, kendi kulübeme giderken bir ara durmuş, ciğerlerimi donduran ayazı soluyup, bulutlarla saklambaç oynayan ayı seyretmiştim.. Sobayı odunla doldurup, kalın yorganın altında kıvrıldığımda, yaşamımın en huzurlu uykusuna dalacağımı biliyordum.
Sabah ilk işim, bu kadar zahmete katlanmama neden olan köpekleri görmek olmuştu. Yan yatırılmış mavi bidondan kulübelerinin önünde, miskin miskin oturan köpeklerde hiçbir özellik yakalayamamıştım.. Bana göre sıradan köpeklerdi bunlar. Akşama kadar vaktimi onlarla geçirmiştim. Antrenmanlarını izlemiş, kaplarına yemek ve su koymuş, başlarını okşamıştım.
KAYBOLMANIN KEYFİ
Ertesi gün, evlerin önündeki küçük gölde balık yakalamaya çalışmış, karşı kıyıya su içmeye gelen geyikleri seyretmiş, ormanın kıyılarında keşif yürüyüşleri yapmıştım. Çimenlerin üstüne uzandığım zaman, dünyanın diğer ucunda kaybolmanın ne kadar keyifli olduğunu farketmiştim. Kimsenin benden, benim de kimseden haberim yoktu. Dünyada neler oluyordu, savaşlar, barışlar, aşklar, ekonomiler ne alemdeydi?.. Bir anda bütün dünyadan kopmuştum. Burası tam bir sığınaktı. Günün birinde dünyadan kaçmak gereksinimini duyarsam, geleceğim yer burası olacaktı.
Bu gizli cennette tam dört gün zamanı durdurmuştum. Gelirken ne kadar isteksiz davrandıysam, gitme zamanı gelince de o kadar isteksizdim. Köpekleri görmeye gelen bir yarışçının, göle inen küçük uçağı ile kente zahmetsizce dönmüştüm. Ama yüreğimi o ıssız köşede bırakmıştım.. Şimdi her sıkıntılı anımda küçük gölü, ahşap kulübeleri, su içen geyikleri, sessizce süzülen kartalları, ard ayaklarının üstüne dikilip havayı koklayan ayıları gözümün önüne getirip rahatlamaya çalışıyorum.
Alaska'nın bu ıssız topraklarında kaybolmayı sizlere de öneriyorum.
Zorlu yolculuğun sonunda ulaştığım gölün kıyısındaki kulübeler bana tüm yorgunluğumu unutturmuştu. Her türlü konfordan uzak bu kulübelerde hayatımın en huzurlu günlerini geçirdim.
Kış ayında yapılacak olan 1800 kilometrelik zorlu yarışta kızakları çekecek olan köpekler, kulübelerinin önünde miskin miskin oturup güç topluyorlardı.