Oluşturulma Tarihi: Aralık 12, 2003 23:50
Ölümsüzlerle ilgili mitosu araştıran bir Alman bilim adamı, ‘gerçek’ vampirlerin kan emmediklerini, insanların boyunlarını dişlemediklerini ve gün ışığında dağılmadıklarını söylüyor.
Uzun bir süredir güney Avrupa’daki vampir ve ölümsüzlerle ilgili inanışları araştıran Bonn Üniversitesi tarihçilerinden Peter Kreuter, incelemeleri sırasında mesela vampirleriyle ünlü olan Romanya’da insanların bu tür yaratıklardan korkmadıklarını ve aslında vampir hakkındaki düşüncelerinin de söylentilerden farklı olduğunu görmüş. Ve Ortodokslukta ölümden sonraki yaşam düşüncesinin bulunmamasına rağmen özellikle de kırsal alanda yaşayan güney Avrupalıların önemli ölçüde batıl inançlara sahip olduklarını söylüyor araştırmacı.
Edebiyat ve
sinema sayesinde ünlenen Bram Stokers’in Dracula’sının güney Avrupa halkının vampir inancıyla yakından uzaktan ilgisi yok. Bunlar kimsenin boynunu dişlemedikleri gibi kan da içmiyorlar diyor tarihçi. Güney Avrupa’daki vampirler gündelik yaşamda meydana gelebilecek tüm aksiliklerden sorumlu tutulmakta. Mesela nedeni bilinmeyen ölümler, havada uçuşan eşyalar veya aniden sönen ateşler vb olayların hepsi vampirlere mal edilmekte.
Kazık çakma
Vampirler genelde yaşamda olduğu kadar ölümde de ayrıcalıklar taşıyan kişiler arasında çıkıyor. Ölüleri gömmekle yükümlü köylüler ölülerin bedenlerinde vampirliğe işaret edebilecek izler arıyorlar. Normalden daha uzun olan kuyruksokumu kemiği, benler veya lekeler potansiyel vampir özellikleri olarak kabul edilmekte. Hatta çok erken ya da geç ölenlere bile kuşkuyla bakılmakta. Kesin izler bulunduğunda ölünün tabuttan çıkmaması için alınan önlemler arasında ise ölünün kalbine kazık veya kızgın bıçak saplamak, ayakları bağlamak ya da bacak sinirlerini kesmek gibi işlemler yer almakta.
Kreuter araştırmaları sırasında etnologlara ve ordu doktorlarına ait belgeleri incelerken vampirlerle ilgili en eski kanıtı Sırp kralının 1382 yılına ait bir belgesinde bulmuş. Ayrıca ordu doktorları neredeyse hiç bozulmayan cesetlerden söz ediyorlar diyor Kreuter. Batıl inanışların kökeni de zaten toprakta yatıyor. Yoğun miktarda kum cesetlerin kurumasını engellerken, kil de cesedin oksijenle temasını engelleyerek cesetlerin ‘mumyalaşmasına’ yol açacak koşulları oluşturmuştu. Güney Avrupa’da ölüler genelde sadece yarım metre kadar derinliğe gömülüyordu. Dolayısıyla da çürüme sırasında ortaya çıkan sesler duyuluyordu diyor Kreuter. Ve insanlar mezarı açtıklarında doğal olarak henüz yeni yeni çürümeye başlamış cesetle karşı karşıya kalıyorlardı. Bu durumlarda ruhunun öbür dünyaya gitmesi için cesedin bedenine kazık çakılıyordu.
Ayrıca cesetlerin doğru dürüst incelenmemesi de zaman zaman insanların diri diri gömülmelerine yol açıyorlardı. Ve bu tür mezarlar açıldığında insanlar tuhaf pozisyonlarda yatan cesetlerle karşılaşıyorlardı. Hatta insanların ölmeden gömülmeleri ölü habercisi olarak adlandırılan bir buluşa neden olmuştu. Ölünün bedenine bağlanan ipin diğer ucu mezarlık bekçisinin ziline bağlıydı. Biri ipin ucundan çektiği zaman bekçinin evinde ‘alarm’ çalıyordu.
Tıp çözemedi
Bugüne değin vampirliği hastalıklarla açıklamaya çalışan bilim adamları mesela porfirya hastalığı üzerinde durmuşlardı. Koproporfin ve üroporfin metabolizma bozuklarına bağlı olarak gelişen hastalık, kişilerin ışığa karşı duyarlı olmalarını yüzlerinin soluklaşmasına ve dişetlerinin kızarmasına yol açar. Fakat hastalık dünya genelinde en fazla 250 kişide görüldüğü için vampir inanışı gibi bir kitle fenomeninin açıklanması için yeterli olmamış ve vampirliğin tıpla açıklaması başarısızlıkla sonuçlanmıştı.