Güncelleme Tarihi:
Mazbut bir erkek olarak geceleri evimde paşa paşa otururken, nasıl oldu bilmiyorum, kendimi sokaklara bir attım; pir attım... Günlerdir geceyarılarına dek o gösteri senin, bu bar benim sokaklarda sürtüp duruyorum... Artık neredeyse aradabir üstbaş değiştirmek için eve uğruyorum...
Tüm bunları da ekmek parası uğruna yapıyorum...
Yalnız, gösteri, bar deyince sözlerim yanlış anlaşılmasın; ekmek parası için orda burda gösteri yapıp, barlarda çalıştığım sanılmasın...
Ben bu mekanları arada bir burada yazmak, sizlere anlatmak için dolaşıyorum...
Gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, benim böyle evsiz yurtsuz insanlar gibi ortalıkta dolanıp durmamdan çok hoşlanıyor...
Bana sürekli, çevrede ne kadar ‘‘etkinlik'' varsa bir ‘‘araştırmacı gazeteci'' olarak gidip görmemi ve yazmamı telkin ediyor...
Ve bana oradan buradan, akla hayale gelmedik yerlerden davetiyeler yollattırıyor... Üstüne üstlük, davet edildiğim yere mutlaka gelmemi rica eden telefonlar da alıyorum...
Bazen bu telefonları sesini değiştirerek kendisinin ettiğinden de şüpheleniyorum ya, neyse!..
Uzatmayalım...
İşte size son günlerdeki sokak yaşamımdan seçmeler!..
***
Geçtiğimiz günlerde bir gece karımla, Sezen Aksu'nun Açıkhava Tiyatrosu'ndaki gösterisine gittik...
Gösteriyi, incelik gösterip bizi de davet eden Mustafa Oğuz düzenlemişti...
Ünlü Rumelihisarı konserlerini de düzenleyen Mustafa Oğuz bu alanda gerçekten çok başarılı...
Gösteride adı geçen bir başka Oğuz daha vardı... Yıllardır kendine şöyle esaslı bir iş bulamayan ağabeyim Oğuz Aral'ın da bu gösteride de tuzu bulunuyordu... Sezen'e gösterinin özellikle oyun bölümlerinde yardımcı olmuştu...
Sezen de herhalde iki Oğuz'u karıştırmamak için Mustafa'ya ‘‘Senin adın bundan böyle Mustağa Oğuz olsun...'' demiş, sevgili Mustafa Oğuz da böyle Mustafa Oğuz olmuştu!..
Olmazsa olmazmış gibi gösteriye konulan aradaki politik göndermeleri pek saymazsak, Sezen'in gösterisi çok başarılıydı... Sezen gerçekten müthişti... Oyunculuğu da hani neredeyse şarkıcılığıyla yarışır düzeydeydi...
Evliliklerini anlattığı bölümler keyifliydi ama, evlilik sayısı biraz kabarıkça olduğundan, gösterinin neredeyse yarısını aldı götürdü...
Sezen şarkı söylerken bir ara arkamda biri, ‘‘Yahu bu kadarcık kadından bu ses nasıl çıkıyor, hayret...'' dedi.
Adama dönüp, ‘‘Yahu sen onun ne kadarcık olduğunu nerden biliyorsun ki?..'' diyecektim, vazgeçtim...
Sezen aslında kısa boylu değildir... Belki pek yukarlardan bakmaktan hoşlanmadığından, kısa boylu taklidi yapar...
Birtakım evliliklerden sonra, benim de tanıdığım sevgili Sinan ve Ahmet gibi 1.90'lıklarla evlenme nedeni, görüş mesafesi dışında kalıp hır çıkmasını olabildiğince önlemek içindir sanırım!..
Sezen Aksu'yu ilk keşfedenlerden, ‘‘Haydi Şansım'' adlı ilk kırkbeşlik plağını alıp onu hayata atılması için sermaye sahibi yapanlardan biri benimdir...
‘‘Haydi Şansım'' Sezen'e sanıyorum şans getirdi ama, bana pek getirmedi...
Plağı aldığımın ertesi günü Topağacı'nda oturduğum evden o plağı çaldığım Dual marka plak araklandı!..
Ben Sezen Aksu'yu 1980'li yıllarda yazar da yaptım.
O zamanki Günaydın gazetesinde pazar günleri Lak Lak harika bir mizah eki veriyorduk... Sezen'i oraya baş yazar yaptım... Ve Sezen orada nefis yazılar yazdı... Çok da kolay yazardı... Yazının yetişmesine ramak kala gazeteye gelip oturur, saçını bıyık gibi dudağının üstüne kıvırıp şıpınişi yazardı yazısını... Yazıyı evirir çevirir, hemen beğenmez gibi yapardım ama, gerçekten keyifli yazılar yazardı...
Mithat Can'ı da o sıralar doğurdu zaten... Hiç unutmuyorum, hastaneye gittiğimde minik Mithat Can diye Sezen'i kucağıma almıştım!..
***
Tabi insanın gezmekten yana talihi böyle açık olunca, gittiği yer de hep Açıkhava oluyor...
Geçtiğimiz salı gecesi de Pamukbank'ın davetlisi olarak gene Açıkhava'ya İngiliz Northern Bale Tiyatrosu'nun gerçekten enfes ‘‘Romeo Jüliet'' gösterisine gittik...
Girerken kapıda herkese içine girilecek, şöyle insan boyu naylonlar dağıtıyorlardı...
O sıralar gazete ve televizyonlarda şu ‘‘ceset torbası'' haberleri çıktığından, tam ‘‘Demek hemen uygulamaya başladılar!..'' diyordum ki bunların yağmurluk olduğu, Banka'nın büyük bir incelik gösterip, yağmur yağma olasılığına karşı konuklara yağmurluk dağıttığı anlaşıldı...
Az sonra da yağmur başladı zaten... Gösteri süresince de durmadı...
Romeo Juliet, ünlü ‘‘Singin The Rain'' gibi biraz ‘‘Romeo Jüliet In The Rain'' oldu ama, o nefis olayı, o yağmur altında kimse yerini terketmeden izledi...
Yağmur nedeniyle orkestranın canlı olarak çalamadığı ve müziğini banttan izlediğimiz gösteride sahnenin üstü nispeten kapalı olmasına karşın, sahnedeki oyuncular bile ıslandılar!..
Ama iyi oldu...
Romeo ile Jüliet birbirlerine zaten aşıktılar, bu sayede sırılsıklam aşık oldular!..
***
Arada, geçen pazar günü Alkent, Çekmece Belediyesi ve Kürek Federasyonu'nun tertiplediği Büyükçekmece Gölü kıyısında yapılan Oxford, Cambridge, Boğaziçi üniversiteleri Kürek Yarışları vardı ama, Cumartesi gecesi oldukça hasarlı geçtiğinden, çok istememe karşın ona yetişemedim...
Dünyanın popüler üniversitelerinden olan İngiliz Oxford ve Cambridge Üniversiteleri arasındaki ananevi kürek yarışları, bizim Boğaziçi Üniversitesi'nin de katılımıyla bir süredir ülkemizde de yapılıyor...
Bu ülkemizin tanıtımı açısından son derece hoş bir olay...
Aslında bizim de karşı bir jest olarak buna cevap vermemiz... Örneğin Kırkpınar'ı her yıl bir de Londra'daki ünlü Hyde Park ya da Regent Park'ın o geniş çimleri üzerinde yapmamız lazım...
***
Geçen hafta katıldığım son etkinlik ise; beni, takla atan cip, dans barda rock roll yapmak gibi hep sakatlık çıkaracak işlere davet eden Deniz Adanalı'nın bu defa sevgili Leyla Üstel'le bir olup davet ettikleri Boğaz gezisiydi...
Geziyi ‘‘Lüfer'' adlı, içine minderler yerleştirilmiş sandalye masa konmuş, çok şirin bir balıkçı teknesiyle yaptık...
Benim daha önce bir kez daha bindiğim, bu Lüfer'ler 3 tane... Anadoluhisar'lı balıkçı bir aile çalıştırıyor Lüfer'leri...
Nefis yemekler yapıyorlar... Yemeğinizi yiyip içkinizi içerken size kıyı kıyı nefis bir Boğaz turu yaptırıyorlar...
Bu teknelerde düğün yapanlar bile varmış...
Yalnız bu teknelere binebilmek için aylar önceden yer ayırtmak gerekiyormuş...
O gece Lüfer'le tüm Boğaz'ı dolaştık... Kıyı kıyı, yalıları (!) seyrettik...
Yalı diyorum ama, bakmayın... O bildiğimiz eski, güzel yalıların çoğu, işbilir erbabı tarafından ketenpereye getirilmiş, yerlerini abuk sabuk, görgüsüzlük örneği villalar, apartmanlar almış...
Beni en çok, küçük, onarımsız eski yalılar etkiledi... Onların içleri, dışlarından da güzeldi...
İçlerinde oymalı kakmalı aynalar, yuvarlak çerçeveli resimler, dededen, babadan kalma evinde koltuğuna oturmuş televizyon seyreden, bir son kuşak vardı...
Uzatmayalım... Keyifli bir gezi yaptık...
Yalnız, iki Köprü'nün altından geçerken, her an yukardan biri atlayabilir diye hepimiz gözümüzü yukarı diktik, hayli tedirgin olduk!..
Sahildeki Boğaz lokantalarının önünden geçerken birbirimize en çok kazıklandığımız lokantaları gösterdik...
Yeniköy'de bir yalının önünden geçerken de, ne olur ne olmaz diye hafif açıktan aldık!..
***
Beni bu etkinlikler biraz fazla ‘‘etkinliyor!'' ama size bunları arada bir gene yazacağım...