Oluşturulma Tarihi: Kasım 12, 2005 00:00
Endonezya kökenli "hobbit"in dünyaya duyurulmasının üzerinden sekiz ay geçmesine karşın, yaratığın kimliği hálá bir sır. Canlı, Afrika’da yaşayan ve iki milyon yılı aşkın bir süre önce soyu tükenmiş bir canlıyı andırmaktaydı.
Sanki de Kuzey Kutbu’nda bir penguen bulunmuş ve bu canlının bedeninde hem insanı hem maymunu andıran gizemli bir yaratıkla konuşan bir köpek iç içe geçmişti. Bir süre önce Endonezya’daki Flores adasında yer alan Liang Bua mağarasında gün yüzüne çıkartılan kalıntılar, günümüz insanını da içeren ilk insansılarla çok yakın benzerlikler taşımaktaydı.
Ne var ki, bu daha çok Afrika’da yaşayan ve iki milyon yılı aşkın bir süre önce soyu tükenmiş bir canlıyı andırmaktaydı.
Öte yandan, o bölgeye özgü ve yalnızca halk öykülerine konu olup bilim dünyasının pek tanımadığı garip görünümlü yaratıkla da ortak birçok özelliğe sahipti.
Ancak buluntuların en çarpıcı özelliği, şempanzeninkine eşit boyutta bir beyni olmasına karşın, bu yaratıklarla birlikte bugüne dek yalnızca çağdaş insanla bağlantılı olarak tanık olunan taş aletlerin de bulunmuş olmasıydı.
Kazılara önderlik eden ve konuyla ilgili makaleyi kaleme alan New England Üniversitesi uzmanlarından Peter Brown, "Bir uzaylıyı gün yüzüne çıkarsak bu denli dehşete kapılmazdım," diyordu. Brown ve arkadaşları Liang Bua 1’i (LB1) "Homo floresiensis" adıyla bilinen yeni bir türe dahil etseler de, tüm dünya onları araştırmacıların taktığı "hobbit" adıyla tanıdı.
18 bin yıl önce
Kısa süreliğine bu yakıştırmalara karşı çıkan olmadı. Ancak, bulgulara ayaklar da eklenip yaratıkların savaşma biçimleri de aydınlığa kavuşunca tartışma yeniden alevlendi. Farklı açıklamaların giderek yoğunlaştığı şimdilerde Brown bile sıradışı bulgusunu nereye oturtacağı konusunda emin olmadığını itiraf ediyor.
Brown ve arkadaşları Avustralya ve Asya’da homininlerin tarih öncesini inceleyen geniş kapsamlı bir proje çerçevesinde Liang Bua’da çalışıyorlardı. 2003 Eylül’ünde hiç bozulmamış bir kafatası, alt çene, kalça kemiği ve sağ bacaktan oluşan bir iskeleti kısmen ortaya çıkartınca daha ciddi bir şeyin peşinde olduklarını fark ettiler. Ekip bulunan yaratığın boyunun topu topu 105 santimetre kadar olduğunu görünce önce bunun bir çocuğa ait olabileceğini düşündüler.
Ne var ki, dişler durumun çok farklı olduğunun bir göstergesiydi. Dişlerin yirmi yaş dişleri olması bulunan iskeletin bir ergine, kalça kemiğiyse bunun bir dişiye ait olduğunu ortaya koyuyordu. Yaklaşık 400 santimetreküplük beyin ise tipik bir çağdaş insan beyninin üçte biri kadardı. Hesaplamalar sonucunda fosilleşmemiş kemiklerin de yaklaşık 18,000 yıl öncesinden kaldığı anlaşılıyordu.
Tartışmalar suçlamalar
Tüm bu bulgular geçtiğimiz Ekim ayında Nature dergisinde yayımlandığında büyük bir yankı uyandırdı ve kısaca Flo olarak bilinen iskelet o gün bugündür hiç gündemden düşmedi.
Önce paleoantropolojinin duayenlerinden Endonezyalı Teuku Jacob araştırmacılar tarafından iskeleti kendisine almakla suçlandı. Jacob bu yılın başlarında Flo’yu iade etti. Ancak bu kez de Jacob’un bu değerli bulguya ciddi bir zarar verdiği yönünde söylentiler ortalıkta dolanmaya başladı.
Kısa bir süre sonra Science dergisinde Flo’nun beynini kimi hominin akrabalarının ve çağdaş insanın beyniyle karşılaştıran bir yazı yayımlandı. Hemen ardından konuyla ilgili farklı görüşler ortaya atılmaya başladı. Bu arada Liang Bua mağarasında aralarında LB1’in kolları, ikinci bir alt çene ve kimileri 74,000 yıl öncesine uzanan başka canlılara ait birtakım kemiklerin olduğu, başka bulguların da ele geçirildiği haberi duyuldu.
Üç yaygın görüş
Bu aşamada Liang Bua bulgularıyla ilgili üç yaygın görüş var. Bunlardan ilki Nature dergisinde yayımlanan ve H. floresiensis’in doğrudan Homo erectus’un soyundan geldiği yönündeki görüş.
Buna göre, söz konusu türün yaklaşık 840,000 yıl önce Flores’e ulaştığı ve daha sonra uyum sağlamak amacıyla ada küçülmesi adı verilen süreçten geçtiğine inanılıyor.
İkinci görüş, gerek H. floresiensis gerekse H. erectus’un kimliği belirlenemeyen, daha ufak tefek ve minik beyinli ortak bir atanın soyundan geldiği yönünde.
Üçüncü görüş ise, H. floresiensis diye bir türün olmadığını, iskeletin yalnızca kısa boylu ve beynin olağanüstü düzeyde küçülmesine yol açan ikincil mikrosefali adıyla bilinen bir hastalığı olan çağdaş bir insana ait olduğunu öne sürüyor.
İskelete "hobbit" adının erilmesi bile konuyla ilgili görüş ayrılığını gözler önüne sermeye yetiyor. Kimileri yöreye özgü halk öykülerindeki yerden bitme yaratıklardan esinlenip ona "ebu gogo" adının verilmesine çalışıyor.
Ancak gerçeğe çok daha yakın gelmekle birlikte, bu adın pek tutmadığı görülüyor. LB1’in mikrosefali hastası bir insan türü olmadığı varsayılırsa, bu iki ad geriye kalan iki olasılık arasındaki temel farklılığı da gözler önüne seriyor: ebu gogo insana özgü zekasal yeteneklerden yoksun yaratıklarken, hobbit’ler gerçek insanı daha çok andıran, yalnızca boyut olarak daha küçük yaratıklar.
Aletler sorun
Bu görüşlerin ardında birtakım gizli çıkarların yattığı bir gerçek. Ne var ki, ortada gizemli bir durum olduğu da kuşkusuz. Peki, tarafsız bir gözlemci eldeki tüm bu kanıtlardan nasıl bir sonuca varabilir?
Öncelikle o akılalmaz aletleri ele alalım. Flo’nun kalıntılarının yanı sıra bir dizi incelikli taş avadanlık da su yüzüne çıkarıldı.
Bu bulgular kaba saba aletlerle Homo türünün 2,5 milyon yıl önce aşağı yukarı aynı dönemde ortaya çıktığı, daha incelikli aletlerin ise ancak 200,000 yıl önce Homo sapiens’lerin evrimiyle birlikte geliştiği yönündeki bildik öyküyü yerle bir eder gibi.
En küçük australopitesin’lerin, beyin büyüklüğü hemen hemen Flo’nunkine eşit homininlerin en basit aletleri bile yaptıkları yönünde pek fazla kanıt bulunmuyor. O halde, Flo’nun yanında bulunan bu taş aletler onların maymununkine eşit büyüklükte beyinleri olan homininler tarafından yapıldığı görüşünü kanıtlamaya yeterli olabilir mi?
Afrika’da bulunsaydı
Brown bunların yeterli bir kanıt sayılabileceğine inanıyor ve bölgede yapılan kazılar sonucunda 95,000 ile 12,000 yıl öncesine uzanan, benzer malzemelerden oluşmuş benzer türde aletler ele geçirildiğine, bunlarla birlikte ortaya çıkan tek kalıntıların H. floresiensis iskeletleri olduğuna dikkat çekiyor.
Gelgelelim, sıradışı görüşler çarpıcı kanıtları da gerektiriyor ve bu görüş gücünü yalnızca onu çürütecek herhangi bir kanıt olmamasından alıyor. Londra Doğal Tarih Müzesi’nden Chris Stringer, "Çağdaş insana ait tek bir bulgu, yalnızca tek bir diş bile, 12,000 yıl önce mağarada alet yapabilen tek türün Homo floresiensis olduğu görüşünü çürütmeye yeterli olur," diyor.
Liang Bua aletleri Doğu Afrika’da bulunmuş olsaydı, yaklaşık 200,000 ile 30,000 yıl öncesine uzanan Orta Taş Çağı kapsamında ele alınacak, böylelikle bunların çağdaş insanların ürünü olduğu sonucuna varılacak ve 95,000 yıl öncesine uzandığı öne sürülen örnekler bu denli büyük bir tepki uyandırmayacaktı.
Tartışmalar
Gerçekten de, Liang Bua’da görevli kazıbilimciler aletleri Flo ortaya çıkmadan önce su yüzüne çıkarmaya başladıklarından, çağdaş insanların 95,000 yıldır Avustralyasya’da olduklarını gözler önüne seren bir kanıt ele geçirdiklerini sanmışlardı.
Böylesi bir yorum bile başlı başına her şeyi yerle bir etmeye yeterliydi. Yaklaşık 55,000 yıl önce oraya ulaştıkları sanılan çağdaş insanlar bunun iki katı kadar bir süredir orada olabilirler miydi?
Cambridge Üniversitesi’nden Rob Foley olmamalarını gerektirecek somut herhangi bir kuramsal neden düşünemediğine dikkat çekiyor.
Stringer ise, ne zaman gelmiş olurlarsa olsunlar, bunların on binlerce yıl boyunca Liang Bua mağarasına girmeden Flores’i H. floresiensis’lerle paylaşmadıklarının kuşku götürmeyeceğini öne sürerek, "Büyük beyinli güçlü Neandertaller bile Avrupa’da yerlerini çağdaş insanlara bırakmak zorunda kaldıklarına göre, H. sapiensleri Liang Bua dışında tutan herhalde hobbit’ler değildi," diyor.
Aletleri yapanlar H. floriensisler olmasa bile, bu canlıların Flores’deki varlığı onların zekasının kesin bir göstergesi. Oraya varabilmek için bu canlıların Asya ile Avustralya arasında Wallace Hattı adıyla bilinen derin çukuru aşmış olmaları gerekiyor.
Mesafe uzun
Uzmanlar, son buzul çağının doruğunda, deniz yüzeylerinin en düşük düzeyde olmasına karşın, Flores ile ana kara arasındaki mesafenin en az 19 kilometre olduğuna ve homininlerin Asya’nın ötesine geçebilmelerinin deniz araçları, dil ve örgütlenmeyi gerektireceğine dikkat çekiyorlar.
Gerçekten de, Brown’un meslektaşı Mike Morwood 1998 yılında kaleme aldığı bir yazısında Flores’te 800,000 yıllık taş aletlerin bulunmasının H. erectus’ların en az o kadar süredir bu yeteneklere sahip olmaları gerektiğinin bir kanıtı sayılabileceğine parmak basıyordu.
Ne var ki, zeka adalarda kolonileşme için gerekli bir unsur değil. Harika yüzücüler olan fillerin ve bir biçimde sıçanların da Flores’e ulaştıkları biliniyor. Merhum John Calaby ilk insanların Avustralya’ya kendi istemleri dışında seller yoluyla sürüklenerek gelmiş olabileceklerine ve aralarındaki tek dişi sayesinde çoğaldıklarına inanıyordu.
Hint Okyanusu’ndaki tsunami felaketinin ardından Morwood ve meslektaşı Iain Davidson’un gebe bir kadının denizde beş gün boyunca bir ağaca tutunarak canlı kalabildiği haberinden yola çıkarak kaleme aldıkları makaleyle birlikte Calaby’nin bu savı da ansızın insanlara daha mantıklı gelmeye başladı.
Büyüklük üç kat
Kazara kolonileşme büyük bir olasılıkla çok az sayıda birey için geçerli bir olaydı. Bu da küçülme savına ağırlık kazandırıyor ve H. erectus soyundan gelen bir canlının daha büyük beyin eğilimini nasıl başlatmış olacağına açıklık getiriyor.
Hominin evriminde bu eğilim açıkça gözleniyor: beyinlerin büyüklüğü üç katına çıkıyor. Flo’nun beyni bedenine oranla bile çok küçük. Bu açıdan australopitesinler ve ilk Homo türüyle çok daha yakın benzerlikler taşıyor.
Ne var ki, iri başlı bebekler doğurup ayakta kalmaya çalışan kadınlar için beyin çok değerli bir organdır. Erişkin bir insanın beyni toplam beden ağırlığının %2’sini oluşturmakla birlikte, %20’lik bir enerji alımını gerektirir.
Büyük beyinlerin sağladığı yararlar verdiği zarardan fazla olmasaydı, evrilmezlerdi. Küçülmüş erectus savı Flores’te homininlerin türleri gereği ödemek zorunda kaldıkları bedelden bir biçimde kurtulduklarını ortaya koyuyor.
Az şey biliyoruz
Bunun püf noktası az sayıda bireyin soyutlanması olabilir. Yaygın bir görüşe göre, büyük beyinler karmaşık sosyal sistemlerdeki rekabetin yarattığı baskı sonucunda gelişti. Çok az insanın olduğu bir ortamda böylesi bir çekişmenin boyutu da kayda değmeyecek ölçüde olabilirdi.
Brown’a göre Liang Bua bulgularıyla ilgili sorun bunların farklı yorumlara açık "bir torba dolusu hominid yedek parçasını" andırması.
Gerçekten de, Brown yeni buluşuyla ilgili olarak Nature dergisine ilk başvurduğunda LB1’in kendine özgü bir sınıfa dahil etmesini önerdiğinden, Flo’nun sonsuza dek Homo floresiensis olarak kalmasını beklemek de abes olur. Onun ebu gogo mu, bir cüce mi, yoksa hobbit mi olduğunu zaman gösterecek.
Ancak şimdilik, Brown’un da belirttiği gibi, ondan öğrenmemiz gereken tek şey insanın evrimi konusunda ne denli az şey bildiğimiz olsa gerek.
Nin mi, nid mi?
Bir zamanlar insanoğlu ve onun atalarını betimlemek için hepimizin kullandığı sözcük "hominid" idi. Gelgelelim, son yıllarda bizlerle öteki büyük maymunlar arasındaki evrimsel ilişkiyi daha iyi kavramamız yeni bir sınıflandırmaya yol açtı. Artık, insanlar dahil, Afrika maymunları orangutanlardan farklı bir yere oturtularak Homininae altsınıfı kapsamında ele alınıyor. Bu sınıf da kendi içinde Hominini (insanlar artı akrabaları ve soyu tükenmiş yakınları) grubuna ayrılıp "hominid" sözcüğünün yerine "hominin" sözcüğünü getiriyor.