Oluşturulma Tarihi: Eylül 30, 2006 00:00
Ahşap yapılar ve kültürel miras
20 Eylül 2006 tarihinde Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek "Niçin Tarihi Ahşap Yapıları Korumalıyız?" konulu konferansa, Finlandiya, Hollanda, İngiltere, İsveç, İtalya, Japonya, Litvanya ve Norveç’ten 14 yabancı uzman katılımı ile Ahşap yapıların korunmasında sürdürülebilirlik/ Örnek uygulamalar/ Yöntemler/ Geleneksel ahşap yapılar ve deprem/ temalı 4 oturumda Tarihi İstanbul’un korunması konuları tartışıldı.
Ahşap, geçmişten günümüze kadar en çok ve en yaygın kullanılan yapı malzemesidir. Hálá ayakta duran 1300 yıllık ahşap örnekler günümüzde bulunabiliyorsa, bu demektir ki ahşap yapılar iyi bakıldığında sonsuza kadar yaşayabilir. Ahşap yapıları korumak, ahşap görünümlü taklit evler yapmak değil. Türk evlerinin önemi, onların "güzel" olmalarından değil, "doğru" olmalarından kaynaklanır. Çünkü ahşap evler depreme dayanıklı, uzun ömürlü, kısa sürede inşa edilen, çevreci ve sürdürülebilir bir malzeme olan ahşapla yapıldığı için önemlidir.
UNESCO’nun Dünya Mirası Komitesi Temmuz 2004’te "Dünya Mirası Listesi"nde olan İstanbul’u "Tehlikede Olan Dünya Mirası Listesi"ne almayı düşündüğünü belirtmiş ve İstanbul’a iki yıl süre vermiştir. Bu süre sonunda Haziran 2006’da Vilnius’ta yapılan aynı Komitenin toplantısında ise İstanbul’a bir kez daha iki yıllık süre verilerek, sonuç raporunda önerilen iyileştirmeler gerçekleştirilmezse 2008 yılında İstanbul’un "Tehlikede olan Dünya Mirası Listesi"ne alınacağı açıklandı. Böyle bir karar İstanbul’un "2010 Avrupa Kültür Başkenti" projesini de olumsuz yönde etkileyecektir.
Vilnius raporundaki en önemli eleştiri İstanbul’un, tarihi Zeyrek ve Süleymaniye’deki ahşap yapıların yıkımının devam etmesine getirilmektedir. Rapor, büyük ölçekli yapılaşma planlarının, tehlikede olan evleri kayda alarak, yıkılmalarını önlemek için çalışmalar yapılmasını da içeren koruma planlarına dönüştürülmesi gerektiğini belirtmektedir.
Şeker suda erimez, çözünür!
23 eylül cmt 2006 tarihli 251 sayılı hürriyet bilim ekinin 23. sayfasında (Çocuk Bilim) Soğuk suda mı yoksa sıcak suda mı daha çok şeker erir? adında dene öğren bölümü var. Bir noktaya dikkat çekmek isterim ki şeker suya atıldığı zaman erimez, çözünür. Ben bir Fen ve Teknoloji öğretmeniyim ve sürekli olarak bu kavram karmaşasını okulda öğrencilerimizle yaşıyoruz. Yanlış ifade edilen bir durumdur ki düzeltmesi de biraz zor oluyor. Bilindiği üzere erimek katı halden sıvı hale geçme olayıdır. Ancak su içerisine atılan şeker katı halden sıvı hale geçmez. Bu kavram yanlışlığının böyle bir yayında da yapılması dikkatimi çekti. Bununla ilgili gerekli hassasiyet gösterilirse mutlu olurum. Çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Tolga Donmez
tolgafen@hotmail.com
2. Türkiye Ekopatoloji Kongresi
2. Türkiye Ekopatoloji Kongresi Bölgesel Toplantısı Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı ile Türkiye Ekopatoloji Dergisi ve Ekopatoloji Derneği’nin işbirliği ile Hazar Gölü’nün kıyısında Sivrice’de yapıldı. Kongre eşbaşkanlığı Prof. Dr. M. Şerefettin Canda ve Prof. Dr. Reşat Özercan tarafından yürütüldü. Kongre katılımcıları tüm oturumlara yoğun biçimde ve aktif olarak katıldı ve ilgi gösterdi.
Kongrenin ana amacı Ekopatoloji’nin önemini vurgulamak, asbestoz, mezetelyoma, fungal enfeksiyonlar, ekinokokkozis, güneş ışınlarının etkileri, melanomlar, vb çevresel etkenler ile ilişkili ve kötü sonuçlara yol açan hastalık etkenlerine ilgiyi çekmek, bu alandaki bölgesel çalışmaları özendirmek, bölgesel açıdan yeni bilimsel çalışmaların yapılmasına "vizyon" oluşturmak olarak açıklanabilir.
Kongre yerinin Elazığ’da olmasının bir önemi de, Türkiye’de çağdaş patolojinin kurucusu ve Harput (Elazığ) doğumlu olan Prof. Dr. Hamdi Suat Aknar’ın, bu yıl ölümünün 70. yıldönümü olmasıdır. Kongreye 120 patolog-patoloji asistanı katıldı.
Sonuç olarak, 2. Türkiye Ekopatoloji Kongresi, ekolojik-çevresel etkenlerin güncel olarak insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerine dikkati çekerek, toplum sağlığı açısından öneminin vurgulanması yanı sıra, ülkemizde çağdaş patolojinin kurucusu Prof. Dr. Hamdi Suat Aknar’ı, ölümünün 70. yılında, doğum yerinde anarak, bir hakkın yerine getirilmesi ve genç kuşaklara tanıtılması için önayak oldu.
İlerleme, ne zaman?
Şüphesiz, uygarlığımız ilerliyor; her ne kadar ilerleme kavramı felsefi ve sosyolojik çok geniş tartışmalara açık olsa da...
İlerleme, özellikle bilim ve teknoloji söz konusu olduğu zaman yadsınamaz bir gerçek; bilimin de teknolojinin de çok tartışılan yönleri olmasına rağmen..
İnsanlık, bir yandan düş kuruyor, 150 yıl kadar önce, örneğin, şu uzaya bir merdiven olsa da kolayca çıksak diye.. Bu düş bugün bilimin ciddi bir uğraş alanına dönüşüyor.
Düşüncelerin bir özelliği, "erken doğum" karakterini taşıması.. Tabii özellikle yeni ve ufuk acısı düşüncelerin.. Bunların devrimci nitelikleri de, uygulamalarda yeni dönemler başlatmasından ileri geliyor.. Ama bugün, ama yarın...
Bilim ve teknolojide ilerleme, insanoğlunun kendi yaratıcı gücünü en somut olarak test ettiği alanlar.
İnsanoğlu, şüphesiz ki bilim ve teknoloji alanında, geleceğe yönelik müthiş projeler oluşturarak, öncelikle kendine ve şüphesiz doğaya karşı, sürekli daha büyük meydan okuma peşinde koşuyor!
Bu meydan okumadır ki, beklenmedik sonuçlara ulaşılıyor ve uygarlığımız durmadan aşılıyor!
* * *
Fakat insanın "yüzü", sadece bilim ve teknolojide, sanat ve edebiyatta ve diğer alanlarda yaratıcı ürünler vermekten ibaret değil..
Bütün bunların ötesinde, insanın belki de esas yüzüne damgasını vuran katı bir gerçek var: Ölüm.. ölümlü olmak..
İngiliz şair Philip Larkin, bunu şöyle dile getirmiş:
"Burada olmamak,
Hiçbir yerde olmamak;
Daha dehşetli ve daha gerçek
başka bir şey olamaz."
İnsanoğlunun, hayattaki toplam davranışlarının ardındaki gizil gücü araştırmak ve anlamaya çalışmak da bilimin (felsefenin, toplum bilimleri ve sosyal psikolojinin, evrimsel biyolojinin) ana görevlerinden biri..
Geride, kendisinden canlı hiçbir şey kalmadan ebediyen yok olmak, kolay kabul edilebilir değil. Bilinç, en kitlesel anlamda, bunu kabul edebilecek yetenekten yoksun.. Ruh, yeniden doğuş, öbür dünya, başka şekilde yeniden varoluşlar ve bütün bunları mümkün kılan dinler ve inanışlarla, insan bilinci, yaşamı ve ölümü kolaylaştırmıyor, ölüm korkusunun ve dehşetinin üstesinden gelmeye çalışmıyor mu?
İnsanın asla değişmeyen bu yüzünde, herhalde, gerçekten ölümü kendi denetimi altına aldığında bir "ilerleme"den bahsedilebilecektir..
Editör