Oluşturulma Tarihi: Ağustos 12, 2006 00:00
Prenses Diana’nın ölümü tüm dünyayı kara yaslara boğarken, bir evsizin bu dünyadan göçüp gitmesi karşısında neden kayıtsız kalırız? Daniel M. Gross’a göre, bu dengesizlik duyguyla ilgili alışılagelmiş bilimsel açıklamalarda can alıcı bir unsurun göz ardı edildiğinin bir belirtisi. Peki göz ardı edilen nedir?
Duyguların incelenmesi insanı insan yapan özelliklerin kavranması açısından oldum olası büyük bir önem taşımıştır. Düşün insanları, her daldan ruhbilimciler ve biyologlar (dirimbilimciler) bu konuda farklı kuramlar ortaya atmışlardır.
Bunlardan birçoğu kusursuzken, kimileri pek de kayda değer görülmemiştir.
Ancak uzun süre önce sinirbilimcilerin de bu tartışmaya katılmaları, toplumsal olguların yeterince üzerinde kafa yorulmadan salt dirimsel (biyolojik) boyutta olgulara indirgenmesi gibi bir tehlikeyi de beraberinde getirmiştir.
İşte ben, Daniel M. Gross, tam da bu noktada devreye giriyorum. Iowa Üniversitesi’nde retorik doçenti olarak görevimi sürdürüyorum.
Retorik denen kavram, salt güzel konuşma ve demagoji yapma sanatından ibaret değil mi?
Değil. Benim anladığım ve çalışmalarıma yansıttığım boyutuyla, retorik, insanlara toplumsal konum ve bireyin kendini algılayışı açısından yön veren, aynı zamanda da devinime geçiren unsurları kavramamıza yarayan son derece incelikli bir disiplindir.
Söz gelimi, retorik bir konuşmada insanı seferberliğe geçiren ya da aynı konuşmayı eleştirmemize yardımcı olan "biz" ve "onlar" gibi dilin yoğun duygu yüklü unsurlarıyla yakından ilgilenmemize olanak tanır.
Aristoteles’in katkısı
Aristoteles retoriğe bir disiplin olarak resmiyet kazandırdı ve insanlara klasik dönemde olduğu kadar günümüzde de önemini sürdüren yeni ve can alıcı birtakım unsurlar bağışladı.
Kanımca, Aristoteles’in duyguya retorik yaklaşımı beyin biliminin sınırlarını belirlememize ve kendi duygu dünyamızı yeniden gözden geçirmemize de yardımcı olabilir.
Bence retorik, duyguyla ilgili dirimsel anlayışın ne zaman işe yarayıp, ne zaman yaramayacağına karar vermemizi sağlayabilir. Kısa bir süre öncesine dek aralarında Antonio Damasio’nun da olduğu, dünya çapında sinirbilimcilerin ve retorikçilerin toplandığı Iowa’da bulunmam, bir rastlantı değildi!
Aristoteles’e göre, duygu öncelikle retorik bir oluşumdu.
Örneğin, "Retorik" adlı yapıtında dış görünümleriyle böbürlenenlerin "omuzlarını kabartan bu özelliklere gerçekte sahip olmadıkları, ya da bunların sandıkları denli güçlü olmadığı duygusuna kapıldıklarında" daha da artan bir tür öfke sergilemeye eğilimli olduklarını belirtiyor.
Başkalarının kanaati
Bir başka deyişle, bu öfke dış görüntümüzdeki gerçek bir fiziksel "bozukluktan" çok, başkalarının bizi nasıl gördükleri konusunda duyulan kaygıdan kaynaklanıyor.
Öfke, beynimizden ya da biyolojik yapımızdan çok, kültürel normlardan kaynaklandığı için, retorik bir olgudur: dış görünümümüze sürekli kafa yormamız ünlenmeyle ilintilidir ve her zaman, gerçek ya da hayali olsun, insanın onurunu kırıcı dedikodu ve hakaretlere hedef olmak zorundadır.
Öyle ki, retorik bir oluşum olarak duygu, bireysel düzlemin ötesinde, kültürel kurumlar ve bunların geçmişleri bağlamında etkili olur.
Duygusal dünyamızın sınırları, kimilerine daha geniş bir duygusal alan sağlayan, kölelik ya da yoksulluk gibi etmenlerle belirlenmiştir.
Prenses Diana’nın ölümüyle evsiz barksız birinin ölümünü karşılaştırın: toplum tarafından tanınmanın "duygusal çekimi" körüklediği su götürmez bir gerçek.
Duyguların doğası ve gücü, bana göre, dağılımdaki bu dengesizlikle çok yakından bağlantılıdır.
Öfkeli beyaz erkeği
Feminizm ve azınlık haklarının tırmanışa geçtiği dönemde ilk kez karşımıza çıkan "öfkeli beyaz erkeği" de bir düşünün.
Böylesi bir öfke de dahil, insana özgü her özelliğin, bedenin ya da beynin bir yerinden kaynaklandığı ve bunun kuramsal olarak açıklanabileceğini öne sürmek saçma, dolayısıyla da sıkıcı olur.
Bu olgunun gerçek boyutuyla kavranabilmesi için öfkeli beyaz erkeğin geçmişi ve politikasını açıklayan bir duygu kuramına gerek vardır.
İşte bu noktada retorik çözümleme, söz konusu olgunun yaratılmasında dil ve duygunun nasıl ortaklaşa etkili olduklarına açıklık kazandırarak bizlere yardımcı olabilir.
Öyle olunca, duygu konusunu araştıran ruhbilim ve sinirbilim uzmanları tarafından sürdürülen çalışmaların her açıdan ilginç birtakım sonuçlar doğurması hiç de şaşırtıcı olmasa gerek.
Duygusal beyin
New York Üniversitesi’nden Joseph LeDoux "duygu" olarak sınıflandırdığımız bir dizi görüngünün, evrimsel sürecin farklı aşamalarında ortaya çıktığına (önce korku, sonra can sıkıntısı ya da ilgisizlik), bu yüzden de bunların beyin psikolojisi açısından farklılıklar gösterdiklerine dikkat çektiği "The Emotional Brain=Duygusal Beyin" başlıklı yapıtıyla kayda değer bir çalışmaya imza attı.
Öte yandan, Damasio’nun beyni hasarlı bireylerin duygusal yaşamlarıyla ilgili çalışması, çok yararlı terapi yöntemlerinin geliştirilmesine katkıda bulunur.
Ayrıca, yargı ile duygunun birbirleriyle bağlantılı olduklarını somut biçimde ortaya koyarak batı tıp aleminde yıllardır süregelen akıl-beden ikiliği konusundaki olgunlaşmamış görüşün de üstesinden gelmemize olanak tanıdı.
Ne var ki, bu ve başka araştırmacılar kazandıkları başarıdan güç alarak, duygu kuramlarını Aristoteles tarafından ortaya atılan türde daha toplumsal bir bakış açısını yansıtan ve günümüzde bile eşeleyip daha bir yığın bilgiye ulaşabileceğimiz bir bakış açısı pahasına genişlettiler.
Dahası, sorunun Damasio ve ötekilerin yürüttüğü deneysel çalışmaların tam da özüne uzandığına inanıyorum.
Halihazırda Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde görevli olan Damasio’nun Shakespeare ve T.S.Eliot gibi yazın dünyasının devlerine göndermeler yapmaktan hoşlanması, insan düşüncelerinin ve duygularının ustalıklı yönü karşısındaki duyarlığı gözler önüne seriyor.
Yüz ifadeleri ve toplum
Gelgelelim, iş utanç, kıskançlık, onur ve güven gibi "ikincil" ya da toplumsal bir duygunun çözümlenmesine gelince, evrimsel biyoloji öne çıkıyor: bu duygular korku, öfke, neşe, hüzün, şaşkınlık, nefret ve tiksinti gibi sözde "birincil" duygulara indirgeniyor.
Örneğin, Kaliforniya Üniversitesi ruhbilimcilerinden Paul Ekman’ın duygular ve yüz ifadeleriyle ilgili çalışmalarına dikkat çeken Damasio, "güven vermeyen" yüz bir yüz ifadesine yol açan toplumsal yapıyı göz ardı edebiliyor.
Damasio, kısıtlı amaçları nedeniyle, güven vermeyen bir yüz ifadesinin ürkek bir yılanın daha karmaşık bir biçimi olarak ele alınabilmesi nedeniyle böyle bir tavır sergileyebiliyor.
Yüz ifadesini "doğru" değerlendirme, yüz ifadesinden kişinin iyi ya da kötü niyetli olup olmadığını ayırt edebilme yetisi Damasio’ya göre normal bir beyne sahip olan herkesin ortaklaşa paylaştığı uyum sağlayıcı bir özellik.
Beyin ve toplumsal ortamı
Ne var ki, normal bir beynin toplumsal ortamda nasıl işlediğini ortaya koymak üzere tasarlanmış bir deney, toplumsal bağlamından soyutlandığında (öznenin güvenle ilgili yargısı) ciddi bir soruyu da gündeme getirir: normal beyin işlevi nedir?
Irk, cinsiyet ve yaşa göre kıyaslamaya giden bir deney oluşturabilirsiniz, ama yaygın kullanım ve sağduyu bize güven ve yaklaşılabilirlikle ilgili yargıların ağırlıklı olarak kişinin kim olduğu ve döneme egemen koşullarla ilintili olduğunu gösteriyor.
Bu etmenler denetim altına alındığında, incelemek istediğiniz olgu yok oluyor. Bir başka deyişle, güven hissi ve güvenilirlikle ilgili yargılarla kendini belli eden güvence duygusu (Aristoteles’in deyimiyle tharsos) sürekli değişen toplumsal ilişkilere dayandığından retorik bir kavramdır.