Güncelleme Tarihi:
Favorilerimizi belirledik, gönlümüzü bir takıma kaptırdık. Yönetmen Yavuz Turgul Brezilya’yı neden desteklediğini, Beşiktaş Teknik Direktörü Slaven Biliç ülkesi Hırvatistan’ın şansını, çizer Metin Üstündağ (Met Üst) de Arjantin-Brezilya finali hayalini Hürriyet Pazar için yazdı... Belki kararımızı etkilerler...
Slaven Biliç (Beşiktaş Teknik Direktörü): Fransa 98 neden olmasın
Dünya Kupası’nda tabii ki Hırvatistan’ı destekleyeceğim. Hırvatistan’a dair beklentilerimle ilgili objektif olmam haliyle oldukça zor ama şunu söyleyebilirim: Turnuva boyunca karşılaşacağı her rakibe ciddi zorluklar çıkarabilecek bir takımımız var.
Çok iyi kulüplerde oynayan ve çok yetenekli oyunculardan oluşan bir kadroya sahibiz ve bu kadro yapabileceği en iyi işi çıkarabilirse bizim jenerasyonumuzun Fransa 98’de elde ettiği başarıyı tekrarlamaları hiç de uzak bir ihtimal değil. Tabii kötü bir senaryoda gruptaki 3 maçtan sonra eve dönmemiz de olasılık dahilinde ama grup aşamasını geçmeyi başarırsak sonrasında her şey bizim lehimize mümkün hale gelebilir.
Met Üst (Yazar-Çizer): Arjantin-Brezilya finaliyle çocukluğuma geri dönerim
‘İki film birden’ çocuklarıyız biz... Hem vurdulu kırdılı... Hem hisli duygulu... 1974 Dünya Kupası’nı sinemada -hem de film olarak- hem de Halit Kıvanç takdimiyle seyretmiş efsane bir nesiliz biz.. O kupada Almanya-Hollanda final oynasa da kalbimizin beyazperdesinde hep Brezilya-Arjantin finali vardı..
Brezilya ve Arjantin bizim için Yılmaz Güney ile Cüneyt Arkın’ın aynı filmde oynaması gibi çok fantastik bir şeydi...
Sanki bir Avrupa futbol takımları vardı.. Bir de sedece Dünya Kupası’ndan Dünya Kupası’na meydana çıkan Brezilya ve Arjantin vardı...
Onların da bir ulusal ligleri olabileceği aklımıza bile gelmiyordu... Onlar direkt Dünya Kupası’na gelen ligler üstü iki takımdı sanki... Bir de Pele ve Maradona faktörü vardı tabii...
Yavuz Turgul (Yönetmen): Brezilya 90’da kaybettiğinde ağladık, şimdi ağlamam
Kendimi bildim bileli Fenerbahçeliyim, Real Madrid’liyim ve Brezilya Milli Takımı’nın en büyük destekçilerinden biriyim. Real adını ağzıma alınca solcu dostların nasıl çemkirdiklerini, beni General Franco dostu ilan edip meseleyi İspanya İç Savaşı’na kadar taşıma gayretlerini bir an unutup şunu diyeceğim: Barça’nın tiki takasının ne kadar can sıkıcı olduğunu, buna karşılık Real’in yıldırım baskınlarının, fevkalade hızlı ve kaleye dönük futbolunun acayip heyecan verici olduğunu İbrahim Altınsay’a söylemiş insanım ben. Hem de Barça’nın Barça olduğu dönemde.
Başka planetten geldikleri tarihlerden söz ediyorum. Sözlerinin üzerine söz söylemek yasak yani. Ben söyledim. Gerçi söylerken de az tırsmadım değil. Bu işin abilerine biraz da soru sorma numarasıyla böyle çıkıntılık yapmak pek doğru değildir, yaş baş dinlemez, “Onca film yaptı, ayıp olur” demez, adamı madara ediverirler.
Bir başka sır: Daha emekleme döneminde yeni Liverpool’u keşfedip “Ne oluyoruz abiler” demem bazı Radikal tayfasının dikkatinden kaçsa da yine İbrahim’in (Altınsay) kaşlarını hafifçe yerinden oynatmıştı ve bana adını sanını bilmediğim, biraz manav kılıklı, hayli gürbüz görünümlü teknik direktörlerinden övgüyle söz etmişti. Davranışlarında bir Mahmut hoca olgunluğu ve hoşgörüsü vardı. Şampiyonluğu kaybetmelerine hâlâ yanarım.
Futbolu severek oynuyorlar
Demek benim futbol sohbetlerindeki bu atıp tutmalarım birilerinin dikkatinden kaçmamış. Dedim ya, eleştirmen tayfası her yerde aynı. Sinemada bunlardan çok çekmiştik, biraz da biz acı çektirelim. Oh olsun, onlar istedi bunu.
Takımım Brezilya demiştim. Bu vatan topraklarında yaşayan her fani gibi. Türkiye’de ne desen “Niye?” diye sorarlar, bir tek Brezilyalılığına kimse sesini çıkarmaz.
Didi bizim takımın başına geldiği zaman sevinçten, şampiyon yaptığında gururdan, Brezilya, İtalya karşısında kupayı kaybettiğinde hüzünden ağlamıştık. Şimdi oğlum Kurtcebe’nin oturduğu Etiler’deki evde büyük bir matem yaşanmıştı. Yani öyle böyle değil, hüngür şakır ağlamıştı millet, fenalık geçiren oldu.
Demek istediğim, aslında bu tip manyakça durumlar yalnızca filmlerde olmuyor. Psikiyatrinin ulaşamadığı yerler de var anlayacağınız. Ruhuna mevlit okutmalar filan çok sonra ortaya çıktı. Bu işin başladığı yer Brezilya maçlarıdır.
Şunu itiraf etmem lazım: Bu adamlar futbolu seviyor, iyi de oynuyor ama çok da bir yerlerine sallamıyorlar gibi bir halleri var. Ben eminim bizim kadar ağlamamışlardır kupayı kaybettiklerinde. Futbolu futbol olduğu için seviyorlar ve kaybetmenin kazanmak gibi doğal olduğunu düşünüyorlar. Maçtan sonra gidip samba yapıyorlar. Çok yanlış. Bize uymaz. Biz kavga çıkarmayı severiz.
Avrupalı gurbetçileri çok
Taktik ve teknik meselelere gelince... Geçen gün ülkesini ziyarete gelen Alex’i dinlerken konuşma Avrupa ve Brezilya futboluna dayandı. Buradan da yine Brezilya’daki yeni anlayışa kaydı. Alex artık kendi tarzında oynayan futbolcuların sonunun geldiğini söyledi.
İçimi bir hüzün kapladı (ama ağlamadım). Güç ve tekniğin harmanlandığı, her biri gladyatör gibi hazırlanan Avrupalı futbolcuların, kendini hâlâ plajda zanneden, zarif çalımlar atan, koşmak yerine topu koşturan (ne demekse) bu aristokratlara sahaları nasıl dar ettiğini biliyordu Alex. Kendisi de bu yüzden gitmek zorunda kalmıştı. O da topu koşturmayı seviyordu, koşmayı değil. (Fenerbahçe ve Brezilya futbolunun karşılaştırması ayrı bir yazı konusu, birisi ele alsa iyi olur.) Brezilya milli takımına çoktandır Avrupalı gurbetçiler hâkim.
Fred ve Jo’nun dışında (yedekleri sayarsak Jefferson ile Victor da var) bildiğim kadarıyla Brezilya’da oynayan yok. Tüm sistemleri öğrendiler, vücutları bilendi. Maicon’a baksanıza, koç gibi. Kalbim onlarla. Kaybederlerse ağlamam. Endüstriyel futbol geldi artık. Hepimiz değiştik. Belki birileri Üsküdar’da tespih yaparken arada bir Socrates’in, o asil adamın ruhuna mevlit olmasa bile Fatiha okumayı unutmuyordur. Kim bilir...