Uzun yolculuk, bir yaz sabahı, kuşluk vaktinde İstanbul'dan başladı. Otoyol bitene kadar kayda değer bir görüntü gözüme çarpmadı. Gerede çıkışından otoyoldan ayrıldım. Hedefimde Amasya vardı. Normal karayoluna çıkınca hızım azaldı ama otoyolun tekdüze görüntüsü kayboldu. Çevredeki manzara canlı bir tabloya dönüştü. Yol kenarları çeşitli renklere boyandı. Tarlalar çiçeğe büründü. Mor, kırmızı, beyaz, sarı, eflatun, yeşil renkler birbirinin içine girdi. Sık sık durup, bu güzellikleri fotoğrafladım. Çiçekleri adlandırmayı beceremediğimi fark edince, bundan sonraki gezilerimde yanıma, ‘Türkiye'nin Florası’nı anlatan bir kitap almaya karar verdim.
Dünyanın en kaliteli sarmısağının yetiştiği Taşköprü ilçesine nedense sapmadım. Kendimi yolun akışına bıraktım. Karşıma önce çeltik tarlaları çıktı. Kimi kare, kimi dikdörtgen olan, ama hepsi su ile dolu olan tarlalarda çeltikler baş vermeye başlamıştı. Geometrik şekillerle süslenmiş topraklar, yeşilin çeşitli tonlarına boyanmıştı. Kimi açık, kimi koyu, kimi sarılı, kimi zümrüte yakın, kimi mavi ağırlıklı onlarca değişik yeşil, parsel parsel uzayıp gidiyordu.
Dur kalk, dur kalk... Neredeyse iki adımda bir durup fotoğraf çekiyordum. Bu gidişle yolun yarısında filmleri tüketecektim. Önümde daha öylesine güzellikler vardı ki; onun için istemeye istemeye kendime ‘dur’ dedim. Yolun ortasında duran kaplumbağayı ezmemek için bir slalom yaptım. Dikiz aynasından bakınca, arkamdan gelen koca TIR'ın da aynı slalomu yaptığını gördüm. Şoförün duyarlılığına çok sevindim.
HIZ AVCILARIEğer bu yoldan giderseniz (Bolu, Gerede, Kurşunlu, Ilgaz, Tosya, Gümüşhacıköy, Merzifon, Amasya), 90 km'den fazla hız yapmamanızı öneririm. Sebebi malum: 20-30 km'de bir, nerede olduğu belli olmayan 'hız avcısı' radarlar, kimsenin gözünün yaşına bakmıyor: 'Sağa çek.. Ehliyet, ruhsat... 110'la gidiyorsunuz... Cezayı şimdi mi ödersiniz sonra mı?..'
Ben radarlara hiç yakalanmadım. Bunun nedeni, kurallara harfiyen uyan bir sürücü olmamdan kaynaklanmıyordu. Gözüm sağda solda çekilecek fotoğraf aradığı için, gaza fazla basamıyordum. Ilgaz Dağı'nı uzaklardan görünce içimden, ‘Ilgaz Anadolu'nun sen yüce bir dağısın’ şarkısını mırıldandım. Ezberimde o kadarı kaldığı için gerisini getiremedim.
Amasya'ya gelmeden önce, Sinop yol ayırımındaki Kargı kasabasına saptım. Yıllardan beri yediğim, dünyanın en lezzetli peyniri olan ‘Kargı Tulumu’nun yapıldığı yeri görmek istedim. Kasabanın girişinde, ‘Peynir, bamya ve pirinç diyarına hoş geldiniz’ yazıyordu. Bir dükkana girip peynir sordum. ‘Bu mevsimde bulamazsın’ yanıtını alınca hayal kırıklığına uğradım. Bunu fark eden dükkan sahibi beni bir kenara oturtup, çay ısmarladı. Sonra da anlattı: ‘Peynir kasım ayında olur. Mart ayında biter. Bundan sonra kim sana peynir var derse yalan söylemiş olur.’ Ben ‘Kargı Tulumu’nu İstanbul'daki şarküterilerde yaz-kış bulabildiğimi söyledim. O, ‘bilemem, bizim burada bulamazsın’ dedi.
TOSYA MI, KARGI MI?Çayı çay izledi. Mesleğim deşifre oldu. Onlarda beni yakalamışken yakındılar: ‘Pirincin hası bizim burada çıkar. Ama Tosya kasabası kendini daha iyi tanıttığı için, pirinç denince onlar akla geliyor. Bizim pirinçten yapılan pilavı bir yesen bir daha başkasına kaşık sallamazsın...’ Onlar böyle söyledi ben de sizlere aktardım. Oradan aldığım pirincin tadına henüz bakamadığım için kendi yorumumu aktaramayacağım.
Amasya'ya güneş batmadan girdim. Yeşilırmak'ın kıyısında, Yalıboyu'nda, ismini arkasındaki dağdan alan, Harşena Oteli'nde (Tel:358-218 3979) odamı ayırttım. Otel, eski bir ev restore edilerek yapılmıştı. Eski eşyalarla döşenmiş odaları, temiz ve şirindi. Tek şansızlığım ırmağı gören bir oda bulamamak oldu. Bir gece kalacağım için fazla dert edinmedim.
Yalıboyu'nun dar sokağında dolaşıp, sayıları giderek azalan eski evlerin, tepeyi taçlandıran kalenin, ne zaman yapıldıkları tam olarak kestirilemeyen kral mezarlarının fotoğraflarını çektim. Evliya Çelebi'nin yazdığı 48 İslam, beş Hıristiyan mahallesini, büyük, küçük beş bin bakımlı evi ve sarayları aramak için gayret sarf etmedim. İnsanların ve zamanın elele verip, onları çoktan yok ettiğini biliyordum. Yeşilırmak'ın kıyısında kalan ayvanlı, çıkmalı, cumbalı evleri görüntülemekle yetindim.
ŞEHZADELER KENTİIrmağa olta sarkıtıp,
balık bekleyenleri seyrettikten sonra ara sokaklara dalıp, tarihin izlerini aradım. Amasya'nın diğer bir adının da 'Şehzadeler Kenti' olduğunu biliyordum. Tahta çıkmadan önce burada ‘yönetim stajı’ yapan şehzadelerin adları aklımda kalanlarını sıraladım: I.Beyazıt, Çelebi Mehmet, Şehzade Murat, Ahmet Çelebi, Fatih Sultan Mehmet, II.Beyazıt, Sultan III.Murat... Kentin süsleri olan camileri, mescitleri, türbeleri, hamamları, medreseleri o günleri düşleyerek dolaştım. İki yanında duvar gibi yükselen dağların arasına sıkışmış bu kentin geçmişindeki medeniyetleri sıralamaya çalıştım: Hititliler, Phrigler, Kimmerler, Lydialılar, Persler, Selçuklular, Osmanlılar...
Geçmişe dalmış yürürken, kendimi birden ana caddede, kalabalıkların, biçimsiz apartmanların, klakson seslerinin arasında buldum. Yeni Amasya'nın gürültüsünden kaçabilmek için, Çakallı Tepesi'ne doğru tırmanmaya başladım. Kentin tümünü görebildiğim bir noktada durup, ona bütün isimleri ile seslendim: Amasaa, Amis, Amesia, Amazis, Amazus, Amasa, Amisia... Yurt Ansiklopedisi'nden aldığım notlara bakınca, kentin adının, savaşçı kadınlar Amesitler'den (Amazonlar) alındığını gördüm. İslam Ansiklopedisi'nde ise Amasya adının Helenistik dönemden kaldığı konusundaki önesürümü hatırladım.
STRABON NE YAZDI?Daha sonra Strabon'un, 'Coğrafya Kitabı'nın sayfalarını karıştırmaya başladım.
Antik dünyayı karış karış dolaşan İlkçağ'ın ünlü gezgin-coğrafyacısı, bu kentte doğmuş ve Amasya'ya dönüp 17 kitaptan oluşan 'Geokraphika'yı yazmıştı. Strabon'un kendi kenti hakkında yazdıklarını merak ettim: 'Benim kentim, içinden İris Nehri'nin (Yeşilırmak) aktığı geniş ve derin bir vadide kurulmuştur. İnsan emeği ve doğa buraya hem kent hem de kale karakterini olağanüstü bir şekilde sağlamıştır. Bu topraklar ağaçlarla doludur. Bir kısmı da atlar için otlaktır. Kentin kurulmuş olduğu yerde, kıyıda bir duvar ve her iki tarafta sivri tepelere doğru uzanan duvarlar vardır. Bu alan içinde kralların hem sarayları hem de anıt mezarları bulunur. Amaseialılar'ın memleketlerinin üst tarafında Phazemonitis sıcak su kaynakları bulunur ki bunlar sağlık için çok iyidir.'
Amasya bir zamanlar (şimdi de öyle) o kadar önemli bir kentti ki, gezginler yollarını mutlaka buraya düşürürlerdi. Bunlardan biri de ünlü Fransız arkeolog Charles Texier'di. Fransız bilim adamı ‘Küçük Asya’ adlı kitabında 1800'lü yılların Amasya'sı hakkında şunları yazmıştı: 'Amasya şehri, yalnız eski eserleriyle ünlü olmayıp, sürekli olarak bir hükümdarlık merkezi olma önemine sahiptir. Arap mimari tarzındaki eserlere bakılırsa, orta çağda da gelişmiş bir yer olduğu görülür. Bununla beraber şimdiki şehir, eski parlaklığa yakın derecede bir gelişmişlik sergilemez. Sokakları dar ve kaldırımları eksiktir. Halkı şehirden çok, yazlıklarında ve civar tepelerin etrafındaki bahçelerinde ikamet ederler...’
ŞANSLI GEZGİNLERKafamda okuduklarımdan kalan bilgi kırıntıları, ayaklarımın altında akıp giden Yeşilırmak (İris isimi de güzelmiş), vadinin iki ucundaki ovalar, dünkü bugünkü Amasya derken dalıp gittim. Eski kale, kral mezarları, verimli vadi, ırmak, tarihi eserler, Ferhat adlı su kanalı, dik yamaçlı dağlar eski gezginlerin anlattığı gibi yerli yerinde duruyordu. Yani onların yazdıklarına ekleyecek bir şey yoktu. Bana da bugünün apartmanlarını, caddelerin kalabalığını, düzensiz büyümeyi, ırmak kıyısında balık tutanları anlatmak kalmıştı. Bu yüzden eski gezginleri kıskandım.
Güneş ardında kızıl bir gökyüzü bırakarak batarken acıktığımı hissettim. Bulunduğum tepenin yamacındaki ‘Ali Kaya’ adlı lokantaya gidip, kenti gören bir masaya oturdum. Başımda, elinde kalemiyle siparişimi bekleyen garsona her zaman ki sorumu sordum: ‘Yöre yemeği ne var?..’ O hiç şaşırmadan Amasya'nın özel bir yemeği olmadığını, ama manzarasının çok güzel olduğunu belirtti. Manzara ile birlikte ne yiyeceğimi sorunca, ‘Tokat Kebabı’ konusunda usta olduklarını söyledi. İtiraz etmedim. Bir iki mezeyle, Tokat Kebabı, bir duble de rakı ısmarladım.
AMASYA'NIN TATLARI Sonra garsonu yanıma çağırıp, Evliya Çelebi'nin Amasya'nın tatları konusunda yazdıklarını not defterimden ona okudum: 'Devedişi buğdayından has ve beyaz livaşa, gerede, çakıl ekmekleri yapılır ki, insanın yüzünün rengini ayna gibi parlatır. Kırk çeşit armudu, lal renkli kirazı, yedi türlü sulu üzümü, yedi çeşit ekmek ayvası dillere destandır. Ayva perverdesinin benzeri hiçbir yerde bulunmaz, padişaha hediye olarak gönderilir. Keçeden süzülmüş deliyoran şırası, lal renkli ve çok kuvvetlidir. Dut şarabı, yordaklı şarabı beyaz ve lezzetli şaraplardır.'
Yeme içme konusunda bu kadar şey bulup yazan Evliya Çelebi'yi kıskandım. Onun söylediklerinden vazgeçtim, yörenin ünlü haşhaşlı çöreğini bile yiyemedim. Duble bitince yol yorgunluğu göz kapaklarıma oturmaya başladı. Fazla direnmedim. Ertesi gün Sarp Kapısı'na kadar tüm Karadeniz'i geçmem lazımdı. Otelime gidip, Amasya'yı düşünerek uykuya daldım.