Güncelleme Tarihi:
Giydiği gömleğin tuzdan ve terden kol altlarında yarım ay'lar oluşmuş, domuz pirzolasının ateşe ilk atıldığı hal misali, saat kayışı ve nikah yüzüğü dışında açıkta kalan tüm etleri pembeleşmiş, çölün yerden yükselip paçalarından taa en derinlerine kadar giren sıcağından, adam akıllı bezmiş, Clevland Ohio'lu bir turist dert yanıyor:
- Biraz ‘‘su’’ olsaydı etrafta, yaşanacak bir yer olurdu burası!
Umursamaz gözlerle onu izleyen, bakışlarında da ara ara onu küçümsediği anlaşılan Edward Abbey ise cevap veriyor:
- O zaman burası, şu an olduğu gibi olmazdı, Ohio gibi bir yer olurdu. Kuru değil, nemli ve ıslak. Sonra, bir dolu golf sahası ve bahçeler olurdu. Yani New Jersey gibi. Anlatabiliyor muyum ne demek istediğimi...
- Ama burada yaşayan daha fazla insan olurdu!
- Aynen. Tam da o olurdu! Ne fena değil mi? Peki o zaman etrafta insan görmek istemediğimiz zaman nereye gidecektik?
- Anlıyorum demek istediğinizi ama, burada yaşamak zor değil mi? Hem kim burada yaşamak ister ki? Herşey kupkuru. Fotoğraf çekmek için güzel ama... Tanrım iyi ki burada yaşamıyorum!
- Tamamen aynı fikirdeyiz. Buna ben de çok seviniyorum!
ESKİDEN OKYANUSTU
Susuzluğu sevmeyenler itibar etmiyor.
Elbette ki, Japon ve Alman turistler dışında, onlar zaten her yere gidiyor...
Adı üstünde çöl.
Su yok.
Nehirleri saymazsak tabii. Ama burası eskiden bir okyanustu, yüzyıllar içinde çöl oldu. Hava öyle kuru ki, (ben olmuyorum ama) sizin de traş olmanız neredeyse imkansız. Sabun ve su, siz jileti değdirinceye kadar kuruyor.
Ama ilk aktivite rafting, doğal olarak kuru bir yere değil, sulu bir yere gidiyoruz. Suyla aramın dağ taşla olduğundan daha iyi olduğunu düşündüğüm ve başıma gelecekleri kesinlikle bilmediğim için nispeten rahatım. Colorado Nehri'nde 28 etap geçecekmişiz, müthiş kanyonlar arasında ilerleyecekmişiz, söz konusu nehrin Green Nehri'yle birleştiği yeri görecekmişiz, Katarakt Kanyonu'ymuş gideceğimiz yerin adı, sonunda da Lake Powell'da rafting macerası son bulacakmış.
Hepsi iyi de...
Neden iki gün sürüyor bütün bunlar?
Biz hep, bu tür aktivitelerde bizi çeşitli yerlere götürüp, aktiviteyi yaptırıp geri getirilmeye alışığız. Yani ben. Anlatılanlar pek zahmetli gözüküyor. Ama yine de asıl macerayı katılımcılar yaşayacak, hem biz basınız değil mi, bizi çok zorlayacak halleri yok, botun gerisinde bir yerlerde uyurum, ya da kitap okurum diye umutlanıyorum.
Kamptan ayrılmadan, çölün horozları bile uyanmadan...
Sabahın altısı mıydı, altıbuçuğu mu ne hatırlatıyorlar:
Yanınıza ekstra su almayı ihmal etmeyin, iki çanta hazırlayın, birincisi gün boyu size lazım olanlar, diğeri uyku tulumları falan filan, eşyalarınız sizlere vereceğimiz su geçirmez torbalara koyacaksınız...
Amma da ciddiye alıyorlar herşeyi diye düşünüyorum.
MACERA BAŞLIYOR
Kesinlikle halt ediyorum...
Bunlar Alman!
Ah o annemin bana öğretmediği Alman disiplini!
Confluence denilen yerde iş başladı. Otobüslerle Potash denilen, ve ismi kesinlikle bana hiçbir şey ifade etmeyen, başka bir yere geldik. Bütün yol boyu uyudum, rüyamda Ayazpaşa'daki evimin tuvaletini gördüm. Sonra dediler ki, ‘‘Arkadaşlar tuvalete girmek istiyorsanız, buyrun girin, şu andan itibaren gördüğünüz tuvalet kadar medenisini bir daha göremeyeceksiniz!’’. Colorado Nehri'nin dibinde duran tek başına, yalnız, ayıptır söylemesi pek de sevimsiz dik kibrit kutusu şeklinde duran bir yeri gösteriyorlar.
Aman tanrım başımıza neler gelecek!
Koştura koştura elimizde peçeteler gittik.
Gerçi elin Amerikası'nda tuvalet kağıdı eksik değil.
Ama biz yine de tedarikli gittik.
Sonra da jet botlara bindik.
Sigara içmek yasak...
Allahtan hayal kurmak değil.
Katarakt Kanyonu denilen, muhtemelen gözüne katarakt inmiş birinin isim verdiği kanyonlar arasında ilerliyoruz. İtiraf etmek gerekirse, havaya giriyorum. Henüz herşey sakin. Dik kesilmiş peynirlerin arasından sızan şarabın üzerinde ağır ağır ilerliyoruz sanki. Kimler yaşamamış ki, bu dağlarda. Başlıyorlar anlatmaya. Kızılderililer'in atası Anasazi'ler. Kayalara barınaklar oymuşlar. Sonra birden bire ortadan kaybolmuşlar. Halbuki onlar, bizim bildiğimiz Kızılderililer'in ataları. Bilinmiyor, neden birdenbire ortadan kaybolmuşlar! Derken, bizim bildiğimiz Kızılderililer gelmişler. Sonra da ‘‘pis beyaz adamlar’’ onları yurtlarından defetmişler. Şimdi de onlar, aslen Amerika'nın yerlilerine, yani Kızılderililer'e ait olan toprakları böbürlene böbürlene bizlere gösteriyorlar. Kovboy kültürünü anlatıyorlar. Birazdan kovboylar mı kötü kızılderililer mi unutuyorum. Çünkü biz (üç muzu yan yana getirin, iple bağlayın, nehire bırakın, biraz zor olacak, ama lütfen yapın, işte ona benzeyen) botlara geçiyoruz. Ve hikaye başlıyor. Ondan sonraki anlar ‘‘rapid’’ denilen şeyleri saymakla geçiyor. Bu arada katılımcılar kürek kullanıyor. Kim ne kullanırsa kullansın, bu dalgalı, şelaleli rapidler bitmek bilmiyor.
En büyük korkum, bir Türk olarak Colorado Nehri'ne yuvarlanmak!
Milli onurumuzu yaralamak...
Milletin keyfi yerinde gibi, sanki hayatları boyu can yeleği giymişler, Colorado Nehri'nde raft eylemişler. Gülüyorlar, çığlık atıyorlar. Ya ben? Ben ne yapayım? Düşmemek için muzlardan birini iki bacağımın arasına sıkıştırmışım, ha ata biniyorum, ha raf yapılan bota...
Gün boyu böyle devam ettik, sonunda akşam kamp yapacağımız yere geldik.
Bana birşeyler oluyor, alışmaya başlıyorum, kendime kumsalda uyumak için bir yer seçiyorum, sanki evde çarşaf seriyorum, bir güzel uyku tulumumu açıp, yastığımı içine yerleştiriyorum.
Elalemi ve Marlboro Adventure Team'i unutup, yıldızların peşine düşüyorum. O gece 14 yıldız kaydı, hepsinde bir dilek diledim. Sonra çok fazla şey istediğimi düşünüp, ayıp olur diye dileklerimi üçe indirdim. Gece uyanıp tuvate gitmem gerektiğinde Colorado Nehri'ne indim.
Nehir beni alıp gitmedi...
Ertesi gün, ‘‘raft’’ devam etti.
Sonunda başladığımız yerden o kadar uzaklaşmıştık ki, ancak uçakla geri kampın olduğu yere döndük.
‘‘Müthişti ama artık dinleniriz değil mi?’’, demeye kalmadan...
Başka bir macera başladı!
AT BİNMEK
Atlar da sorun yoktu. Büyükada'da fayton gezintisi sanki. Hepsi iyi huylu, uslu. Ama atlara ulaşıncaya kadar katedilen yol...
Git git bitmiyor, tamam doğa harika ama, insanın da imanı gevriyor!
Jiplerle o dağlarda yol katedince insan havaya giriyor, kendini bir şey zannediyor, sanki gerçek bir macera yaşıyor, ama sonra ne oluyor?
Küt diye dağın tepisine çıkınca, ver elini medeni yollar, çift taraflı otobanlar!
Fransız peynirli kahvaltılar...
Anlıyorsunuz değil mi, ben neden tüm olup bitene ‘‘Macera Lights’’ diyorum.
Herşey kontrollü...
Başınıza birşey gelme ihtimali yok.
Yani bir sersemlik yapmazsanız!
AH O DAĞCI
Bilmeyen motorsiklete binemezmiş.
Canım sıkıldı!
Halbuki burada bilmediğim herşeyi denemeye alışmıştım.
Motorculardan kimseyi kafalayamadım, ama dağcılardan birini ikna ettim, belki de o beni tavladı, beni dağa çıkardı. Ve o, yaşadığım en özel anlardan biri olarak, ‘‘kişisel tarih hanem’’e çakıldı...
JEEPING VE RAPELLING
Ama unuttum bütün bunlardan önce iki gün boyunca ‘‘jeeping’’ yaptık.
Olmadık düz duvarlara, aklınızın almayacağı kayalara tırmandık.
Canyonlands Milli Parkı'nda, yani çölün ortasında, kilometrelerce yol yaptık. Oluyormuş. İddialıyım. Artık İstanbul'un her kaldırımına, çıkabilirim.
Arabanın altını da vurmam!
Şimdi dönelim dağa...
Yazmazsam içimde kalır.
Zaten fotoğramı her önüme gelene gösterip, ‘‘Biliyor musun, dağdan inen şu ipin ucundaki nohut kafalı benim’’ diyorum. Size pek bir şey ifade etmese de dağın adı Pariott Mesa, 300 feet boyunda, yay şeklinde kırmızı-sarı bir dağ. Güneşin rengine göre şekil değiştiriyor.
Birden bütün fikrimi değiştirdim.
Her türlü tembelliğime, korkaklığıma son verdim.
Günde bir paket Marlboro Lights tüketiyor olsam da, yarı yolda şişme ihtimalim yüksek olsa da...
Macera mı?
Macera!
Oramda buramda ipler, tırmandım.
Meğer dağcılıkta eller değil, ayaklar kullanılırmış...
Meğer dağın yarı yolunda benim gibi şişilip kalınırmış!
Meğer çıkmak fiziksel olarak, inmek de (rapelling) zihinsel olarak zormuş!
Gerçi paradoks iyiydi: Ben sigara içtiğim için şişip kalıyorum, ama katıldığım organizasyonu düzenleyenler dünyanın bir numaralı sigara şirketi!