1998 Haziran’ında bir gün,
Dünya Kupası maçlarını izlemek üzere, körili yemeğimi de tabağıma koyup televizyonun karşısına kuruldum. O anda ağzımdan çıkan sözcüklerin bir anda yaşamımı nasıl altüst edeceği konusunda hiç bir fikrim yoktu: Karıma,"Hiç bir tat alamıyorum," diye haykırdım.
Eşim bunu soğuk algınlığıma bağladı. Evet, bir haftadır boğazımda korkunç bir ağrı vardı ve iltihaplanma burnumla sinüslerime de işlemişti.
Ne var ki, sorunumun herkesin arada sırada yaşadığı basit bir burun tıkanıklığı olmadığını biliyordum. Tat ve koku alma duyularım tümden yok olmuştu.
Bunu izleyen hafta boyunca, baharat kavanozlarından köpek pisliğine, önüme gelen her bir şeyi boş yere koklayıp durdum.
Korkunç bir şeydi. Gırtlağına düşkün biri olarak, yaşamım bir anda tepetaklak olmuştu. Eşim de, ben de yemeğe ve
yemek pişirmeye meraklıydık. Tatillerimizi bile yöresel mutfakları deneyerek ve şarap tatma kurslarına katılarak geçirirdik. Ama, her şey bir anda anlamını yitirivermişti.
İnternetten umut
Doktora başvurduğumda ise umudum tümden tükendi. Çoğu doktor gibi durumum konusunda pek bir deneyimi olmadığından bana yararlı olabilecek herhangi bir öneride bulunamadı. Tek söylediği, işi zamana bırak demek oldu.
Ben de herkes gibi soluğu internette aldım ve sorunumla ilgili kimi tıp terimleriyle tanıştım. Tat alma yetisini yitirdiğime göre, artık bir ageusik idim; koku alamadığımdan, anozmi durumu da söz konusuydu. Asıl huzursuzluğumun anozmi durumundan kaynaklandığını fark etmem çok sürmedi. Zira, tat denen şey, gerçekte yediklerimizin burun boşluğundan geçen kokusunun yarattığı bir duyguydu.
Tat alma tomurcuklarının yakaladığı tatlar gerçekte acı, tatlı, ekşi ve "umami" ya da tatsızlıkla sınırlıydı. Bir çileği ısırdığınızda, diliniz yalnızca onun tatlılığını yakalayabilir. Çileğin o kendine özgü tadını ancak kokusunu duyduğunda alırsınız.
Duruma katlan!
Bu gerçeği olayın üzerinden birkaç ay geçip de, tat alma duyuma giderek kavuştuğumda fark ettim. Yeşil biberin acı, çikolatanın tatlılığını az buçuk da olsa yeniden duyabiliyordum. Ama koku alma konusunda, ne yazık ki, en ufak bir gelişme yoktu. Israrlarım üzerine doktorum bana bir dizi kulak-burun-boğaz uzmanının adlarını verdi. Tümünün de vardığı sonuç yıkıcıydı: bununla yaşamak ve duruma katlanmak zorundaydım. Yaşamımın en güzel duygusu elimden alınmıştı ve belki de sonsuza dek öyle kalacaktı.
Çaresizlik içinde internetteki araştırmalarımı sürdürdüm. Sonunda, değerlendirmeler farklı da olsa, anozmi ya da koku alma duyusu yitiminin A.B.D nüfusunun yaklaşık %0,66’sını etkilediğini öğrendim. Anozmi olaylarının üçte birinden fazlası kafadaki zedelenmelerden, üçte biri de nezle ve grip virüslerinden kaynaklanmaktaydı. Öteki nedenler arasında kronik sinüs enfeksiyonları ve burun polipleri gibi etmenler yer almaktaydı. Duyu konusunda giderek epey bir bilgi edindim. Koku alma duyumuz burun boşluğunun tepesindeki koku epitelyumu adı verilen küçük bir dokuda oluşur.
Bu dokunun içinde, silia adı verilen minik tüylerle örtülü, yüzeye dek uzanan 50 milyon kadar sinir hücresi barınmaktadır.
Havadan gelerek burun deliklerini dolduran moleküller mukozada dağılarak silia üzerindeki alıcı proteinlere ilişirler ve sinir hücresinde bir elektrik sinyalinin oluşmasına yol açarlar.
Bu sinyaller koku soğancığı adıyla bilinen bir tür yedek santrala doğru yol alırlar. Daha sonra, koku sinirini oluşturmak için biraraya toplanan sinir hücreleri bu sinyalleri beyne iletirler.
Nobel kazanan keşif
Bu düzeneğin binlerce farklı kokuyu ayırt etmemizi nasıl sağladığı 1990’larda keşfedildi.
Richard Axel ve Linda Buck’un konuyla ilgili araştırması geçtiğimiz yıl Nobel tıp ödülüne hak kazandı. Axel ile Buck koku epitelyumundaki her bir sinir hücresinin yaklaşık bin kadar olası alıcıdan yalnızca bir türünü ürettiğini ortaya koydular. Buna göre, her kokunun ateşlediği sinir hücreleri kendine özgü bir düzeni de oluşturmaktaydı. Bir başka deyişle, her kokunun farklı bir "bar kodu" vardı.
Peki, anozmi durumunda bu düzeneğe ne oluyordu? Uzmanlar arasındaki yaygın kanıya göre, bendeki türde viral anozmi nezle ya da grip virüsünün koku epitelyumundaki sinir hücrelerini mahvetmesi ve kalan hücrelerin üzerindeki silialara da zarar vermesinin bir sonucuydu.
Dresden Üniversitesi uzmanlarından Thomas Hummell’in araştırmasından elde edilen sonuç ise dehşet vericiydi. Buna göre, virüse bağlı anozmi hastalarının yalnızca üçte biri kendiliğinden iyileşmekteydi. Hasarın çok ciddi olması duyu yitimini kalıcı kılmaktaydı.
İnsanları güldüren hastalık
Bundan sonraki yaşamımın yavanlığını düşündükçe umutsuzluğum daha da artıyordu. Geceleri gözüme uyku girmiyordu. Günde üç öğün yemek her zamanki görkemiyle önüme konuyordu, ama ben yemek yemekten bile kaçınır olmuştum. Birlikte iki tek atıp hoşbeş ettiğimiz dostlarımın çağrılarını da geri çeviriyordum. Çoğu kişi bu tavrıma anlam veremiyordu. Oysa, benim durumum Kraliyet Filarmoni Orkestrası’nın dinletisine davet edilen sağır bir insanınkinden hiç de farklı değildi. Bir de işin şu yönü vardı: Görünüşe bakılırsa, anozmi, sıkıntıları hasta tarafından dile getirildiğinde insanları gülmekten kırıp geçiren tek hastalıktı.
Çözümlerin tümden tükendiği duygusuna kapıldığım bir sırada, internette anozmiyle ilgili bir forumda Washington Tat ve Koku Kliniği’nin başkanı, bilişsel sinirbilim uzmanı Robert Henkin’in bu hastalığa çözüm getirdiğini öğrendim. Henkin, 1959’dan beri tat ve koku alma bozukluklarını araştırmaktaydı.
Bir umut varKBB uzmanlarım paramı ve zamanımı boşuna harcayacağım görüşündeydiler. Ama Henkins son umudum olduğundan, virüsün ortaya çıkışından 11 ay sonra muayenehanesinin yolunu tuttum. Onunla görüştükten iki gün sonra bakış açım tümden değişti. Henkin, viral anozminin koku epitelyumu hücrelerinin virüsler tarafından yok edilmesi sonucunda ortaya çıktığı görüşüne kuşkuyla yaklaşıyordu.
Bu hücreler sürekli olarak koku epitelyumunun tam üstündeki kök hücrelerden üretildiğine göre, ölen hücrelerin yerini 30 günde yenilerinin alması gerekirdi. O halde, neden tüm hastalar kendiliğinden iyileşemiyordu?
Bu çelişkiden yola çıkan Henkin, olaya farklı bir açıklama bulmaya çalıştı. Epitelyumla etkileşim içinde olan yapıları incelerken, burun mukozasını örten seruma benzer bezler ilgisini çekti. Bu bezler koku epitelyumunu nemli tutan mukozayı üretiyor, enzim ve büyüme faktörü gibi maddeleri de içeriyordu.
Olumlu sonuçlar1970’lerde Henkin burun mukozasındaki büyüme faktörlerini araştırmaya başladı. Özellikle de, sinir hücreleri üzerinde büyüme faktörü gibi etki yarattığı bilinen, çevrimsel adenosin monofosfat (cAMP) adlı küçük bir molekül üzerine odaklandı.
Burun mukozasındaki cAMP düzeylerini ölçen Henkin kafa karıştırıcı sonuçlarla karşılaştı. Koku alma duyusunu kısmen yitiren (hipozmik) hastalarda cAMP düzeyi normalin altındayken, benim gibi tümden yitirmiş hastalarda iyiden iyiye düşük bir düzeydeydi. Aradaki bağlantı oldukça çarpıcıydı. Henkin aradığı büyüme faktörünü sonunda bulduğunu düşündü.
Bir sonraki aşama elde edilen bulguların bir sağaltım yöntemine dönüştürülmesiydi. Astım sağaltımında kullanılan ve solunum yollarını açan theophylline adlı mevcut bir ilacın buna uygun olabileceğini düşündü. Çünkü, ilacın cAMP’ı ayrıştıran fosfodiesterase adlı bir enzimi engellemek gibi bir başka etkisi de vardı. 1977’de öteki çözümlere tepki vermeyen birkaç anozmi hastasına theophylline vermeye başlayan Henkin, birkaç hafta içinde olumlu sonuçlar da almaya başladı.
Kahve kokusunu alabilmekHenkin’in theophylline tedavisiyle ilgili yalnızca küçük çaplı bir klinik araştırması yayımlanmıştı. Araştırma kapsamındaki dört hastadan üçünün ifadesi epey bir iyileşme olduğu yönündeydi.
Henkin tedavi öncesi ve sonrasında hastalarını beyin taramasından geçirmiş, uygulama öncesi hastaların beyin etkinliğinin normal koku alabilen denetim grubuna kıyasla daha düşük, sonrasında ise bir hayli yüksek seyrettiğine tanık olmuştu.
Bu durumda tedaviye başlamalı mıydım? Yaşamımın sonuna dek anozmik kalmayı göze alamazdım. O halde, başka bir seçeneğim de yok demekti.
Önceleri çok az bir gelişme sağlandı. Ancak dört ay içinde koku alma belirtileri ortaya çıktı. Bir sabah iş yerimdeyken burnuma gelen kahvenin kokusuyla birlikte yıllardır hasret kaldığım bir duyguya yeniden kavuşmuştum. İçim içime sığmıyordu.
Henüz hafta bitmeden parfümün, caddelerdeki katranın ve pizzacıdan buram buram yükselen otların kokusunu almaya başlamıştım. Tümden iyileşmem 18 ay daha aldı. Ancak, eskisi gibi olacağımı bilmek bile yaşama bağlanmam için yeterli bir nedendi.
Oğlum ve karımın kokusu
Gelgelelim, Henkin’in uygulaması tıp çevrelerinde pek ilgi görmedi. Kolorado Üniversitesi otolarinjoloji uzmanlarından Bruce Jafek, viral anozminin koku epitelyumundaki sorunlardan kaynaklanabileceği görüşüne katılmakla birlikte, bu sorunların mukozadaki değişimlere bağlı olarak ortaya çıktığından pek emin değil.
Olumlu etkilerinin henüz somut kanıtlara dayanmadığına dikkat çeken uzmanlar, theophilline ilacının anozmiye karşı kullanılmasını pek onaylamıyor ve yüksek dozlarda uygulandığında şiddetli yan etkileri olabileceğine inanıyor.
Henkin, şimdilerde 10 yıldız izlediği 230 hastasıyla ilgili bir rapor hazırlıyor. Raporda hastaların %70’i, belirgin bir ilerleme kaydedildiğine dikkat çekiyor. Dahası, ilaca yanıt veren hastaların yaklaşık üçte birinin herhangi bir iyileşme olmaksızın tedaviye son verdikleri, yine üçte bir kadarında koku duyusunun azaldığı, geriye kalan üçte birinin ise tedaviyi sürdürdükleri belirtiliyor.
Ben bu son gruba giriyorum. İyileşmemin tümden bir rastlantı olabileceğini bilmeme karşın, büyükannemin yaptığı biftekle patatesli böreğin, yeni biçilmiş çimlerin, bir kadeh şarabın, kızarmış biberlerin, oğlumun ve karımın kokusunu yeniden alıyor olmanın keyfi çok daha ağır basıyor.