Anadolu'yu kat ettim, sonunda sevdiğime geldim... Ona olan zaafımı kelimelere dökmek, hiç hesapta yoktu. Günün birinde, karakterini, güzelliğini, geçmişini birileriyle paylaşmak zorunda kalacağım, aklıma bile gelmemişti. Elimden tutup, beni ona getirdikleri günden beri, gizli bir anlaşma vardı aramızda; hep sırlarla dolu kalacaktık...Sözümde durmadım... Bir İstanbul masalı sattılar bana, ben de aldım... Sokakta, ‘‘boza!’’, ‘‘midyeci!’’, ‘‘simit!’’ diye bağıran seyyar satıcılara, gökyüzüne yakın bir yerlerden, sepetimi sarkıttım. Hepsi bir şeyler doldurdular, kentin farklı köşelerinden, farklı hayatların etiketlerini yapıştırdılar. İstanbul bir taneydi ama, herkesin farklı bir İstanbul'u vardı...Dipsiz bir kuyuydu... Göçün, yoksulluğun, zenginliğin, debdebenin, mücadelenin, kalabalıklar içinde eriyenlerin, sivrilenlerin, fırsatların, kaosun kentiydi... Feleğin çemberinden geçmiş, geçirmiş, cennetle cehennemi bir arada yaşatmış, önce yedi tepeye sonra onlarcasına kurulmuş, ayaklarını Asya ile Avrupa arasında açıp marifetini göstermiş, gösterdiğiyle yaşadığı arasında uçurumlar saklamıştı... İMPARATORLUK BAŞKENTİŞimdi, gezginlerin, şairlerin, yazarların, ressamların göklere çıkardığı bu kenti, sistematik bir gezi rehberi halinde sayfalara sığdırmak zorunda olmanın sıkıntısıyla, pencereden İstanbul'u seyrediyorum. Artık, toprağı altın mı, gözlerim kapalı onu dinleyebiliyor muyum, Üsküdar'a giderken yağmur yağar mı, Kalamış'tan esen tatlı huzur beni sarar mı, bilmiyorum... Tek bildiğim, İstanbul'u anlatmak zorunda olmanın ağırlığı... En iyisi bir taksiye binmek... ‘‘Ben karşının taksisiyim, abla’’ nakaratlarına aldırmayalı uzun yıllar oldu. Haritası olan ya da kısa mesafeye surat asmayan bir taksiciye sık rastlamadığımdan, kendi tarzımda bir umursamazlık geliştirdim. Hangi kentte taksici, müşteriyi kendi gittiği yöne götürmek ister? Oysa İstanbul'u, usta bir taksiciyle gezmek de başkadır. O, daha önce adım atmadığınız sokaklarda, taksisiyle zarifçe kıvrılırken, siz de camdan kentin bu sonu gelmeyen sürprizlerine hayran kalırsınız. Doğma büyüme İstanbullu bir taksiciydi. Karaköy'e doğru ilerlerken, en çok İstanbul'un neresini sevdiğini sordum ona, ağzındaki kürdanı yuvarlayarak; ‘‘Artık hiçbir yerini sevmiyorum’’ dedi ve taksi yalpalarken devam etti: ‘‘Bu çukurları da kapatamadılar gitti.’’ İstanbul'a ilk gelen için, Galata Köprüsü'ne giriş, kentle en unutulmaz tanışmadır. Süleymaniye Camii'ne karşı, ters ışıkta oltaları parlayan balıkçılar, hep oradadırlar ve sanki yıllardır da evlerine gitmemişlerdir. İstanbul, hızla değiştiğinden, kısa bir sürede nostaljik olabiliyor. Niyetim nostalji yapmak değil ama herkes biliyor ki, Galata Köprüsü'nün eski tadı yok. Emektarı aldılar sürgüne gönderdiler, ‘‘Köprüaltı’’ diye bir şey kalmadı. Yine de Galata Köprüsü'nden geçmek, bir saray girişine döşenen kırmızı halıdan, salınarak yürümek gibidir. Çünkü, günlük keşmekeş içinde atladığımız bir şey var; İstanbul, 1500 yıl boyunca bir imparatorluk başkentiydi...İşte tam bu noktada, Delphi kahininin Byzas'a, neden şehri, ‘‘körlerin yaşadığı yerin tam karşısına’’ kurmasını önerdiğini anlayabiliyorum. Byzas da, ‘‘Güzelim Sarayburnu'nu fark etmeyip karşısına yerleşen, ancak kör olabilir’’ diye düşünmüş, haklı olarak. Galata Köprüsü'nden yürürken, Asya tepelerindeki beton yığınlarını görmemek için, Yeni Camii'ye dikiyorum gözlerimi. Köprü boyunca, ateş yakıp ısınan balıkçılar var. Ateşin ve vapur bacalarından çıkan dumanların ardında, Topkapı Sarayı, bir halüsinasyon gibi duruyor. Köprü üzerinde, saat satan iki Afrikalı da, İstanbul'un ne denli kozmopolit olduğunu bilmeyene aynı etkiyi yapabilir. Balıkçının teki, şarabını arkadaşıyla paylaşıp, şişeyi Haliç'e fırlatıyor. Yabancıların Altın Boynuz dediği Haliç, 1950'lerde bir sanayi bölgesiydi. Suların temizlenmesi, tam 20 yıl sürdü. Bugün hava güzel olsa, yüzen olurdu Haliç'te. İstanbul'un en güzel yanı ne biliyor musunuz? Sokakların er geç denize çıkması... Metropolün, hüzünlü, asık suratlı, gergin, telaşlı insanlarını bir de deniz kenarında görmelisiniz. Tanımadığınız biri size kazara selam bile verebilir. İstanbul'da yaşayanı sakinleştiren, cangılı katlanılır kılan budur. Galata Köprüsü'nden Eminönü Meydanı'na uzanan işporta bölgesinde satılanların çeşitliliği kafa karıştırıyor. Çorap, mikrofon, anten, uzaktan kumanda, makas, ayakkabı, çiğ köfte... Anadolu'da gördüğüm her şey, buraya toplanmış sanki. Kilim satıcısı, ilgilenmediğimi görünce, isyan ediyor; ‘‘Biri de almadı şunu sabahtan beri. Yemin ederim para bulsam, Tunceli'ye dönücem. Ne varmış şu İstanbul'da?’’ Kenar mahallelerden gelen gençler ellerindeki torbalarla, alışveriş imkanı bulabildikleri için mutlu. Sevgilisine sarılmış, İspanyol bir turist, piposunu tüttürerek, gülerek satılanlara bakıyor. Yine egzotik olmayı başardık galiba...Eminönü Vapur İskelesi'nde vapurlar yan yana bağlanmış, herkes birinden diğerine atlayarak geçiyor. İstanbul'un tüm vapurları yan yana gelse, seke seke Avrupa'dan Asya'ya geçmek mümkün olur muydu acaba? İtiş kakış, kentin şanındandır da yine de kentin nispeten en sakin insanları, işlerine vapurla gidip gelenlerdir. Kış ya da yaz, Boğaz havası, içinde mutluluk elementi taşıyan bir tür oksijen gibidir çünkü. Kent, her semtine aynı anlayışla yaklaşmaz, bazı mahallelerde İstanbul'da olduğunuzu anlamak imkansızdır. İstanbul'da gökdelenler, siteler, apartmanlar, yalılar olduğu kadar, yıkıntılara yaslanan yaşamlar da vardır. İki taraf da birbirinden ne kadar haberdardır bilinmez. Halk, 1500 yıldır ayakta kalmış olan surları taş ocağı gibi kullanmıştır. Samatya, Kumkapı, Kadırga ya da Ayvansaray'da yaşam surlarla, alt alta, üst üste ve iç içedir.ŞEHRİN VAHŞİ ENERJİSİSirkeci'den Valens su kemerlerine doğru
trafik sel gibi akarken, sağa ayrılan yol Zeyrek'e gider. Kentli, yüzlerce kez altından geçtiği 4. yüzyıldan kalma bu kemerleri, tıpkı, belki de hiç içini görmediği Ayasofya gibi kanıksamıştır. İstanbul'un turistik açıdan, Londra, Roma, New York ve Paris gibi kentlerle anılması, birçokları için pek fazla bir şey ifade etmez. Sultanahmet Meydanı'ndaki turist kalabalıklarını seyretmek de kimilerine, turistlerin heyecanla girip çıktıkları tarihi yerlerden daha ilginç gelir.Bayram günü, Zeyrek sokaklarında çocuklar top oynuyor. Harap haldeki Pantokrator Kilisesi, yani Zeyrek Camii'den cemaat yeni çıkıyor. İçerisi olağanüstü. İmam Veysel Bey, profesyonel bir rehber edasıyla anlatıyor kiliseyi, imparatorları, imparatoriçeleri. Önce yeşil halıyı ardından da altındaki tahtayı kaldırıyor ve muhteşem bir mozaik çıkıyor ortaya. Sanki her an, arkadan bir ses, ‘‘Kes! Bu sahneyi tekrarlıyoruz’’ diyecek. Divan Yolu'ndan yürüyüp Beyazıt Meydanı'ndaki Beyazıt Camii'ye geliyorum. Bir grup turistle birlikte içeri girerken, mermer kapının kenarında bir fotoğraf ilişiyor gözüme; ‘‘Kayıp: Yunus Kar- Adıyaman, Káhta doğumlu.’’ Gencecik bir adam. Çorak Káhta'dan kalkıp buraya geldiği, İstanbul'u merak ettiği için kim suçlayabilir onu? İstanbul'un bir de böyle vahşi bir enerjisi var işte; bir taraftan adrenalin salgılayanlarda tiryakilik yapıyor, bir taraftan da ayak uyduramayanları bir girdap gibi yutuyor. Bu kenti nasıl anlatabileceğim konusunda başvuracağım bir kahin olmadığına göre, Mısır Çarşısı'nın yan sokağındaki, Hüseyin Amca'nın besili tavşanına dilek çektirmeye karar veriyorum: ‘‘Ey niyet sahibi, teşebbüs edeceğin şeyden sırrını sakla düşmanlarından sakın, tedbirli hareket et, muvaffakiyet vardır, sabrın sonu selamettir.’’TARİHİN İÇİNDE ALIŞVERİŞKapalıçarşı Kentin en eğlenceli labirenti. Ancak hakkında yanlış bir kanı var; ‘‘çok turistik!’’ Burada saatlerin nasıl geçtiğini unutacak çok insan tanıyorum. Mesela Chalabi, 1880'den beri kuşaktan kuşağa geçen köklü bir antikacı (0212 522 81 71). Sivaslı İstanbul Yazmacısı Necdet Daniş'in dükkanından, Rıfat Özbek, Cemil İpekçi, Atıl Kutoğlu, Jean Paul Gaultier, Donna Karan alışveriş yapıyor. (0212 526 77 48)
Koç Deri modern tasarımlar üretiyor (0212 527 55 23), Derviş şık banyo aksesuvarları ve yöresel el dokumaları satıyor (0212 514 45 25), Stil kaliteli bir boncukçu (0212 512 28 39)Mısır Çarşısı Eminönü'nde, İstanbul'un en ünlü ve eski çarşılarından biri. Civarı tam bir curcuna, içiyse hem turistlerin, hem de yerlilerin keyifle alışveriş ettikleri, baharat, kuru meyve, peynir, pastırma, havlu, eşarp ve yüzlerce ıvır zıvırla dolu. Mahmutpaşa Mısırçarşısı'yla Kapalı Çarşı arasındaki bu biraz uzun ve yorucu yol, yine de alışveriş sevenler için çok zevkli olabilir. Giyim dahil, her şeyin ucuzu burada. Arasta Çarşısı Sultanahmet Camii'nin arkasında tipik ama daha çok turistlere yönelik, üstü açık, iki tarafında şık ve hoş dükkanlar olan bir çarşı. Sultanahmet'te gezinirken, mutlaka uğrayın.BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIMBütün bir günü sadece Sinan'ın eserlerine ayırmakFener ve Balat sokaklarında dinler arasında dolaşmakAyasofya'nın üst galerilerini ve buradaki Ertuğ & Kocabıyık sergisini kaçırmamakKapalıçarşı'nın labirentlerinde kaybolmakKlasik tur programlarının dışına çıkıp, Sokullu Mehmet Paşa ve Küçük Ayasofya gibi camileri görmekSultanahmet civarında bir butik otelde kalmakSirkeci Garı'ndan başlayarak surlar boyunca yürümek ve surlara yaslanan yaşamlara karışmakGün batmadan, Haliç'i ve camileri seyrederek, Galata Köprüsü'nden yürümekKaraköy'de Güllüoğlu'ndan çikolatalı baklava yemekSahaflarda Reşat Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi fasiküllerini aramakMahmutpaşa üzerinden, Mısır Çarşısı'ndan Kapalıçarşı'ya yürümekEminönü Meydanı'nda balık- ekmek yemekAgatha Christie'nin ‘‘Orient Express'te Cinayet’’ kitabında konusu geçen Sirkeci Garı'ndaki Orient Express trenini görmekDivan Yolu'ndan Beyazıt Meydanı'na yürümekMısır Çarşısı'nın yanındaki, çiçek ve hayvan pazarında, satıcılarla sohbet ederken, hiç bilmediğiniz şeyler öğrenmekÇemberlitaş Hamamı'nda yıkanmakSüleymaniye Camii'nin çıkışında, Ali Baba'da kuru fasulye
yemek Haftaya: Bugünkü Ä°stanbulÂ
button